RASÛL’ÜN PEŞİNDEN GİTMEK
- Hadis:
"Ümmetim fesâda düştüğü zaman sünnetime sarılana, yüz şehit sevâbı vardır." [1]
Somuncu Baba Diyor ki
“Hz. Peygamber (s.a.v.), ümmetinden tavsiyelerine uyanlara, âhir zamanda fitneler ortaya çıktığı zaman, bütün işlerinde sünnetlerine yapışmak sûretiyle nefs-i emmâre ile mücâdele etmelerini tavsiye etmektedir. Düşmanların en büyüğü ile savaşan kimse ise Allah katında sevap açısından en büyük şehittir.”
Hadisin Yorumu:
Rabb’imiz insanlarla iletişimi kullar içinden seçtiği birisiyle gerçekleştirmiştir. Herkese ayrı ayrı vahiy gönderme diye bir şey söz konusu değildir. Her açıdan örneklik teşkil edebilecek temiz bir insanı peygamber olarak görevlendirmiş ve sonrasında ona özellikle tevhîd akîdesini bildirmiş, bunun yanında da diğer emir ve yasaklarını inzal etmiştir. Böylece peygamberler Allah’ın gözetim ve eğitiminde, bulundukları coğrafyaları, öncelikle inanış noktasında olmak üzere eğitime ve dönüşüme tâbi tutmuşlardır. Şirk başta olmak üzere Allah inancına uymayan hususları temizlemişler, toplumları ıslah edecek ve onları daha üst seviyelere taşıyacak ahlâkî ve hukûkî hükümleri bildirmişlerdir. Bütün bunların yanında ibâdetleri insanlara öğretmişlerdir. Zikredilen bu hususlara tek bir insan aracılık etmiştir. İşte Hz. Peygamber Efendimiz’in yaptığı da tam olarak budur. Allah ile aramızda aracılık yapmıştır. Bizler, Rabb’imizin neler isteyip nelerden hoşnut olmadığını onun vesilesiyle öğrendik. Hz. Muhammed (s.a.v.) bizim gözümüzün aydınlığı oldu. Ona ümmet olduğumuz için şükretmemiz bundandır. Her gün salât u selam ve duâ ile başımızın tacı oluşunu tekrar tekrar hatırlamamız mutluluğumuzun yansımasıdır.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Durduğu Yer
Allah bizlere elçisi vâsıtasıyla Kur’an’ı göndermiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.v.) Kur’an ile bizim aramızda durmaktadır. Çünkü Kur’an’a ulaşmamıza aracılık eden odur. Biz Kur’an diye bir kitabı ondan öğrendik. Bizi kitapla o yüzleştirdi. Bu durum bizlere Hz. Peygamber (s.a.v.)’in biz Müslümanlar için ne kadar önemli bir konumda bulunduğunu göstermeye yetmektedir.
Burada Hz. Peygamber (s.a.v.)’i çok önemli kılan bir ikinci husus daha bulunmaktadır. O da şudur: Allah’ın âyetlerinin kendisine indiği zât Hz. Peygamber (s.a.v.)’dir. Dolayısıyla Allah’ın murâdını en iyi anlayan odur. Bunun anlamı ise âyetlerde neyin kastedildiğini öğrenmek ve Kur’an’ı doğru anlamak için Hz. Muhammed (s.a.v.)’e mürâcaat etmek zorunda olduğumuzdur. O olmadan ilâhî murâdı tam anlamamız mümkün değildir. Hatta bazen o olmadan çok yanlış neticelere de ulaşabiliriz. Biz Kur’an’a hem ulaşmak hem de daha iyi anlamak için onun yardımına muhtâcız. Zaten elçi olarak gönderilmesinin bir hikmeti de budur. Sadece bir postacı değildir. Başka bir ifadeyle Hz. Peygamber (s.a.v.), vahyi insanlara aktardıktan sonra, “Ne haliniz varsa görün.” dememiştir. İlâhî murâdı açıklamıştır. Zaten Rabbi de bunu istemiştir:
“İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur'an'ı indirdik.”[2]
“Biz bu kitabı sana sırf hakkında ihtilâfa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir topluma da hidâyet ve rahmet olsun diye indirdik.”[3]
Hz. Muhammed (s.a.v.)’i devreden çıkaran ve “Bize Kur’an yeter.” diyen yaklaşımın hatâsı burada söz konusu olmaktadır. Hadisler, sünnetler, Arap dili ve edebiyatı, İslâm tarihi gibi yardımcı araçlar devreden çıkarılınca insan Kur’an’la baş başa kalmaktadır. Böyle olunca da bazı âyetleri herkes kendisine göre anlamakta ve Allah’ın buyruğu keyfe göre yorumlanan bir kitaba dönüşmektedir. Olan bitenin en acı tarafı ise, Hz. Muhammed (s.a.v.)’i Kur’an ile aralarında istemeyenlerin onun yerine kendilerini koymalarıdır. Adeta herkes bir Muhammed olma sevdasındadır!?
Hadisin ve Sünnetin Önemi
İslâm’ı ete kemiğe büründüren, yani ona yaşanır hale getiren Hz. Peygamber (s.a.v.)’dir. Kur’an’ın nasıl bir hayat va’dettiğini ve taleplerinin ne şekilde pratiğe geçirileceğini bizler ondan öğrendik. Bu yönüyle Hz. Peygamber (s.a.v.), Kur’an’ın yaşayan tefsiridir. Ve bu tefsir kuşaklar boyunca aktarılarak bizlere gelmiştir. Hepimizin gördüğü gibi, Kur’an motor güç, Hz. Peygamber (s.a.v.) de İslâm medeniyetinin bânîsi olmuştur. Bizim mîmârîmizde, kültürümüzde, geleneklerimizde ve ümmetin şekillenmesinde hep Hz. Peygamber (s.a.v.)’in örnekliği ve rehberliği vardır. Biz birbirimize selâm veriyorsak, suyu üç yudumda içiyorsak, diğer kültürlerden farklı bir yaşam tarzı sürüyorsak ve hayata bakışımız değişiklik arz ediyorsa bunlar hep o peygamber sayesindedir. Hz. Muhammed (s.a.v.), insanlığı Kur’an’la yoğuran ve şekillendiren kişidir.
Unutmayalım ki, bizler ibâdetlerimizi onun öğrettiği şekilde edâ ediyoruz. Ezan okuyorsak, öğle namazını dört rekât kılıyorsak, cuma namazını edâ ediyorsak, cenâze ve bayram namazı kılıyorsak, o öğrettiği içindir. Haccı belli kurallar çerçevesinde yapıyorsak o öyle yaptığı içindir. Velhâsıl din adına hayatımızı bezeyen her ne var ise hepsinin arkasında kutlu elçi vardır. Çünkü uygulamayı insanlar ondan öğrenmişlerdir.
O Olmasaydı
Şimdi onun rehberliğinin olmadığını ve Kur’an’la baş başa kaldığımızı varsayalım. Namaz âyetlerini okuduğumuz zaman her birimiz farklı şeyler anlayacak ve herkese kendi anlayışına göre bir namaz îcâdedecektir. Aynı zamanda herkesin namaz vakitleri sayısı da değişecek, Kur’an’da geçmediği için rekât sayıları da kişiden kişiye farklılık arz edecektir. Velhasıl diğer ibâdetlerde de benzer durum olacak ve bu din herkesin keyfine göre hareket ettiği, gönderiliş amacından uzaklaştırılmış bir hal alacaktır. Peki, kendimize sormamız gerekmez mi? Böyle bir din, böyle bir din anlayışı olur mu?
Sünnet Bizi Bir Arada Tutar
Değerlerini kaybetmiş ve kendi olmaktan uzaklaşmış olan toplumlar yok olmaya mahkûmdur. Tarihte nice millet öz değerlerine sahip çıkamadığından veya zayıf hale düştüğünden dolayı diğer kültürlerin ve milletlerin hegemonyası altında eriyip kaybolmuştur. İslâmî değerlere sahip çıkamayan bazı grupların da zamanla din değiştirip diğer kültürler altında yok olup gittiğini de biliyoruz. O yüzden Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bıraktığı miras, bizi birbirimize kenetleyen ve ayakta tutan en önemli değerlerimizdendir. Hatta milletimizi millet yapan değerlerin başında İslam gelmektedir.
Sünnet Deyince Anlamamız Gereken
Halkımız sünnet deyince aklına -sadece- farzların öncesinde ve sonrasında kılınan nâfile namazlar ile sağ elle yemek, suyu üç yudumda içmek gibi hususlar gelmektedir. Bunların hepsi doğrudur, ancak sünnet çok daha geniş anlamı olan bir kelimedir. Sünnet aynı zamanda Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ümmetini taşımak için örneklik ettiği çizgidir. Bizlerin önüne koymuş olduğu hedefler ile üzerinde yürüyeceğimiz yoldur. Bu sebeple hadisleri de dâhil olmak üzere Hz. Peygamber (s.a.v.)’in rehberlik eden her bir yönü bizim için sünnettir. Bunların hiçbiri küçük ve değersiz değildir. Meselâ sağ elle yemek Hz. Peygamber (s.a.v.)’in son derece önem verdiği bir husustur. Birileri için bu basit görünebilir. “Sol elle yemenin sağ elle yemekten ne farkı var ki, sonuçta yemek mideye iniyor.” denebilir. Ancak basit gibi görünen sağ elle yemek, Müslümanların değerlerinden biridir ve bunun rehberi Hz. Peygamber (s.a.v.)’dir. Dolayısıyla mesele sadece yemek yeme meselesi değildir. Yemeği sol elle yemeye başlayan insan, bir müddet sonra su için de aynı şeyi söyleyecek ve bizi biz yapan değerleri hayatımızdan uzaklaştırmış olacaktır. Aynı şekilde yalan konuşmamak, sözünde durmak, komşunun malına zarar vermemek, güvenilir olmak, hırsızlık yapmamak gibi hayatı tanzim eden her bir husus da Hz. Peygamber (s.a.v.)’in uyulması gereken sünnetidir.
Bütün parçalar bir binânın yapı taşları gibidir. Hepsi bir araya geldiğinde binâyı oluşturur. Parça parça sökülmeye başlandığında ise bir müddet sonra ortada binâ değil enkaz yığını kalır. Bu sebeple, özellikle de batı kültürünün yoğun etkisi altında kalan ülkemizde bu değerlerimizi canlı tutmak için daha fazla gayret göstermemiz gerekmektedir. Birileri için, birbirimizle karşılaştığımızda veya eve girerken selâm vermemiz ve benzeri uygulamalarımız hafif ve değersiz olabilir, ancak bunları terk ettiğimizde yerlerinin başka kültürlerden intikal eden âdetlerle dolduğunu hepimiz üzülerek görürüz. Nitekim gençlere baktığımızda bizim değerlerimizle onlar arasında ne kadar bağ kaldığının şâhidiyiz.
Hadisteki Vurgu
İnsanlar değerlerinden ve köklerinden uzaklaştığı zaman dini yaşamak da zorlaşır. Hiç kimsenin namaz kılmadığı bir yerde namazı edâ etmenin zorluğunu bunu tecrübe edenler iyi bilir. Veyahut da başörtüsü takılmayan ortamlarda tek başına örtü takmanın yükünü bunu başarabilenler çok iyi bilir. Böylesi ortamlarda dini yaşamak, ibâdetleri edâ etmek büyük fedakârlık ister. Hatta Müslüman bir cemiyette bile olsanız, insanlar İslâm’ı sadece bir inanca hapsetmişse, yaşantılarına yansıtmamışsa, dini yaşamaya gayret etmek yine de zorlaşır. Bu sebeple hadisteki vurgu çok önemlidir. Hem bizleri Allah’ın arzulamış olduğu şekilde yaşamaya teşvik etmekte hem de bunun o kadar kolay olmadığını göstermektedir.
Hayatımızın bir kısmını geride bıraktık. Hulûsi Efendi (k.s.)’nin belirttiği gibi nefsimizi ayaklar altına alarak bütün zorluklara rağmen İslâm’ı yaşamak için bundan sonra iyi gayret göstermek durumundayız:
Sana cân u dil verüben ismini Âdem koydu
Nefsini katl eyleyüben kurb-ı “levlâk” olagör
*************
Bu nefsi katl edip ey cân selâmet ber-kenâra çık
Anın katline tevhîd gibi bir keskin sinân olmaz
**************
Nefsin öldüren kişinin bahtı âlîdir yarın
Katl-i nefs etmek sana âlî gazâdır ey gönül
[1] İbn Adiy,
el-Kâmil fî Duafâi'r-Ricâl, II, 327; Munzirî,
et-Terğîb ve't-Terhîb, I, 80; Elbânî,
Silsiletu'l-Ehâdîsi'd-Daîfe, I, 333 (Son derece zayıf olduğunu belirtir). Benzer bir hadis için bkz. Taberânî,
el-Mu'cemu'l-Evsat, VI, 197, rakam: 5410.
[2] 16/Nahl, 44.
[3] 16/Nahl, 64.