RABB’İN KİM?
Adî b. Hâtim (v. 677686), Tay kabîlesinin lideri ve meşhur sahâbî... Müslüman olmadan önce fanatik bir Hıristiyan ve amansız bir İslâm karşıtı idi. Hz. Peygamber (s.a.v.), Tay kabîlesi üzerine Hz. Ali (r.a.) komutasında bir seriyye sevk edince, İslâm kuvvetlerine karşı koyamadı ve ailesiyle birlikte Hıristiyan Arapların bulunduğu Suriye sınırına doğru kaçtı. Müslümanlar, aralarında kız kardeşi Seffâne’nin de bulunduğu pek çok kişiyi esir alarak Medine’ye getirdiler. Seffâne, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in huzuruna çıkıp Müslüman olduğunu söyledi; Hz. Peygamber (s.a.v.) de onu sadece âzâd etmekle kalmayıp elbise, yiyecek, at ve harçlık vererek Şam’a kardeşi Adî’nin yanına geri gönderdi. Seffâne’ye yapılan bu muâmeleden memnun olan Adî, kız kardeşinin de içinde bulunduğu bir heyetle Medine’ye geldi. Rasûlullah’la yaptığı görüşme sonunda hicretin 7. veya 9. (628, 630) yılında İslâmiyet’i kabul etti. Müslüman olduğunda yaşı elliyi geçmişti.1 Adî b. Hâtim (r.a) Müslüman oluşunu şöyle anlatıyor:
“Ben Rasûlullah’ın yanına gittim. Boynumda altından bir haç kolyesi bulunuyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.) bana, “Ey Adî! Boynundaki bu putu/veseni çıkarıp at.” buyurdu. Ben onun, Tevbe Sûresi’deki, “Allah’ı bırakıp da din âlimlerini, râhiplerini, özellikle Meryem oğlu Mesîh’i rab edindiler. Oysa tek bir Tanrı’ya kulluk etmekle emrolunmuşlardı. O’ndan başka tanrı yoktur; O yüceler yücesidir, onların yakıştırdıkları eş ve ortaklardan bütünüyle uzaktır.”2 âyetini okuduğunu işittim. Bunun üzerine: “Ey Allah’ın Elçisi! Biz onlara ibadet etmiyorduk.” dedim. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Dikkat edin, Yahudi ve Hıristiyanlar, din adamlarına tapmıyorlardı. Fakat onlar, hahamlar ve papazlar kendilerine bir şeyi helal kılınca onu helal sayıyorlardı, bir şeyi haram kılınca da onu haram kabul ediyorlardı. İşte bu Allah’tan başkasını Rabb edinmek demektir.”3
“Din Adamlarını” Rabb Kabul Etmek Yasaklanmıştır
Görüldüğü gibi bu âyette Yahudi ve Hıristiyanların Allah’ı bırakıp da insanları Rabb edinmeleri eleştirilmektedir. Ayrıca Yüce Allah’tan başka O’nun hükümleriyle çatışan hüküm koyan kimselere erbâb denilmektedir. Âyette geçen ahbâr, Yahudi din bilgini anlamına gelen hibr veya habr kelimesinin çoğulu olup Arapçada “yazılı veya şifahî güzel eserler veren, güzel üslûp sahibi bilginler” anlamında kullanılmaktadır. İbrânîce’si ise “haber”, “arkadaş, meslektaş” anlamına gelmektedir. Aynı zamanda Ferîsî mezhebi mensuplarını ifade eden bu kelime Talmud döneminde Beytü’l-midrâs denilen yerlerde Yahudi şerîatını ve dinî ilimleri öğreten, dinin hükümlerini bilen ve Yahudi halkı arasında ortaya çıkan meseleleri halleden kişileri ifade ediyordu. Ahbâr, Kur’ân-ı Kerîm’de iki defa
‘rabbâniyyûn’ kelimesiyle
4, iki defa da ruhbân kelimesiyle
5 birlikte olmak üzere dört defa geçmekte ve Yahudi bilgin ve fakihlerini ifade etmektedir.
6 Hıristiyanlar bakımından ise bu kimseler onların râhipleri ve özellikle Hz. Îsâ’dır. Âl-i İmrân (3/64, 80) ve Yûsuf (12/39) sûrelerinde olduğu gibi burada da hem “ulûhiyyet birliği” hem de “rubûbiyyet birliği”, yani Tanrı ve Rabb olarak tek bir varlığa inanıp bağlanmanın kaçınılmazlığı üzerinde durulmaktadır.
7 Bir başka anlatımla, “Rabb edinme” ifadesini içeren bu âyetlerde Yahudilerin ve Hristiyanların din âlimlerini ve din adamlarını Tanrı edindikleri, yani onlara taptıkları değil Tanrı benzeri bir otorite tanıdıkları ifade edilmiş olmaktadır. Yine âyette geçen ruhbân ise, râhip kelimesinin çoğuludur. Râhip sözlükte “korkan” anlamına gelir. “Allah korkusu içine yerleşmiş ve dışına vurmuş, kendini Allah’a kulluk etmeye hasretmiş kişi” anlamında olmak üzere Hıristiyan din adamlarına bu ad verilmiştir. Nitekim bu âyette ruhbânlarca istismar edilen dinî otoritenin Hristiyan toplumu üzerindeki olumsuz etkilerine işaret edilerek Yahudilerin Rablerini kutsallaştırması gibi Hıristiyanların da zamanla Îsâ’yı ve râhipleri kutsallaştırdıkları belirtilmiştir. Ayrıca Kur’an’da
8, ruhbânlığın aslında Hristiyanlıkta bulunmayıp sonradan ihdas edildiğine işaret edilmiş, fakat Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için bazı Hıristiyanlarca başlatılan bu hareketin gereğinin yerine getirilmediğine dikkat çekilmiştir.
9
Rabb Kelimesinin Anlamları
Arapça’da “Rabb” kelimesi, terbiyeden gelir. Sözlükte ise; “yaratma, büyütüp yetiştirme, eğitme, yağmur indirip rızık verme, helal-haram kılma, kanun koyma, sahip ve malik olma, görüp gözetme, tedbir etme, nimet verme” gibi anlamlarına gelir.
10
Tevhîdin tarihine baktığımız zaman, insanların şirke düşme sebeplerinden birisi Yüce Allah’ın “Rabb” vasfının O’ndan başka varlıklara izafe edilmesidir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah’a ortak koşanlar hakkında,
“Yoksa Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları mı vardır?”11 buyrulur. Bu âyetin yorumu, müşrikler, Allah’ın koyduğu sağlam hükümlere tâbi olmazlar, aksine cin ve insan şeytanlarının kendileri için şerîat kıldıkları hükümlere uyarlar. Bahire, Sâibe, Vesîle ve Hâm gibi varlıkları haram kılmak; leş yemeyi, kan içmeyi, kumar oynamayı da helal kılmak gibi. Dolayısıyla Kur’an, rubûbiyetin sadece Allah’a mahsus olduğunu vurgular. Rabb ismiyle kendisine duâ etmemizi öğütler.
12
Kur’an’ın nüzul yıllarında “Rabb” sözcüğü, Arapça’da, bir şeyin sahibi anlamına geliyordu. Müşrikler bu ismi, Allah’a değil de Allah’ın dışındaki bir takım varlıklara özgü kılıyorlardı. Kur’an indiği zaman, Rabb kelimesi, tevhîde uygun bir anlam kazanarak; “verdiği sayısız nimetleriyle yarattığı canlıların durumunu düzelten, yaratma ve yönetmenin sahibi” anlamına kullanılmaya başlandı. Böylece İslâm, Rabb ismini, putlara özgü olmaktan kurtarıp, sadece Yüce Allah’a verdi. Nitekim Kureyş Suresi’nde,
“Kendilerini besleyip açlıklarını gideren ve onları korkudan emin kılan bu evin (Kâbe’nin) Rabb’ine kulluk etsin.”13 âyetleri, Mekkelilerin orada Allah’a tapıyor olduklarının yegâne delilidir. Yalnız şu var ki, putperestlerin nezdinde Allah, tek Rabb değil idi, O’nun yanında birçok Rabler kabul ediyorlardı. İlk defa İslâm, Allah’ı bütün bir kâinatın hâkimi ve otoritesi yaptı. Kur’an, Allah’tan başka Rabler tanıyanları da kınadı:
“Ey zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı uydurma rabler mi daha iyidir, yoksa mutlak hâkimiyet sahibi olan tek Allah mı?”14 Tevhîdin tarihinde Yûsuf (a.s.) da dâhil hiçbir peygamber, ümmetini Allah’tan başka varlıkları ilah edinmeye, Rabb kabul etmeye ve onlara kulluk yapmaya çağırmamışlardır. Onların geliş misyonu, Allah’ı her türlü kemal sıfatlarıyla muttasıf kılmaya ve noksan sıfatlardan da arındırmaya çağırmaktır.
Sonuç olarak, Tevbe Sures’inin 31. âyetinde mensupları tarafından Yahudi ve Hıristiyan din adamlarının Rabb kabul edilmesi kınanmıştır. Sebebi, Hz. Peygamber (s.a.v.)’den gelen rivâyetten anlaşıldığı gibi, onların Allah’ın indirdiği hükümlere aykırı hükümler koymaları, Allah’ın koyduğu hükümler yerine ahbâr ve ruhbân sınıfının hükümlerinin esas almaları, bu sınıfın helalleri haram, haramları helal kılması durumunda Yahudi ve Hıristiyanların bunu kabul edip onlara uymalarıdır. İslâm’da helal ve haram kılma yetkisi Şâri’-i Teâlâ olan Yüce Allah’a aittir. Kur’an-ı Kerim’de neyin helal ve neyin haram olduğu konusunda listelenen konular, sınırlıdır. Kur’an’da bulunmayan hükümler konusunda da Hz. Peygamber (s.a.v.)’e hüküm koyma yetkisi verilmiştir.
15 Bununla birlikte âlimlerin usul-i fıkıh kitaplarında anlatıldığı gibi, hüküm çıkarma yollarından hareketle belirledikleri usul çerçevesinde görüş, yorum ve fetvâları ortaya koymaları bir rahmettir. Bundan dolayı âlimlerin görüşlerini benimseyen Müslümanları, onları Rabb kabul etmekle suçlamak eğer bilmemekten kaynaklanıyorsa derin bir cehâlet, bilerek yapılıyorsa ihânettir. İslâm âlimleri ulaştıkları hükümler konusunda, “Bu benim ulaştığım en iyi sonuçtur. Daha iyi bir görüş varsa onu alın, benim görüşümü de atın.” demiştir. Yanlış olan âlimlerin görüşlerini Allah’ın mutlak hükmü gibi değerlendirmektir. İslâm tarihinde gerek mezhep imamlarının ve gerekse sonraki âlimlerin ortaya çıkan problemleri çözme konusundaki yorumları olmasaydı İslâm ve Müslümanlar tarih dışı kalırdı. Dolayısıyla Rabb sözcüğünün ne mânâya geldiğini iyi kavramak gerekir.
Dipnot
* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ
1. Yardım Ali, “Adî b. Hâtim et-Tâî”, DİA, İstanbul, 1988, I, 380.
2. 9/Tevbe 31.
3. Tirmizî, “Tefsîr”, 9;Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’an, VI, 347.
4. 5/Mâide, 44 ve 63.
5. 9/Tevbe, 31 ve 34.
6. Bkz. Harman, Ömer Faruk, “Ahbar” İFAV Ansiklopedisi, I, 55).
7. Bk. 3/Âl-i İmrân, 64.
8. Bk. 57/Hadîd, 27.
9. Sinanoğlu, Mustafa, “Hıristiyanlık”, DİA, XVII, 365.
10. İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, Kahire, ts., I, 399-400; el-İsfehânî, el-Müfredât, s. 269.
11. 42/Şûrâ, 21.
12. Bkz. 1/Fâtiha, 2.
13. 106/Kureyş, 3-4.
14. 12/Yûsuf 39.
15. Bkz. 7/A’râf,157.