Prof. Dr. Ali Akpınar ile Röportaj
“TOPLUMLAR ADÂLETLE ÂBÂD, ZULÜMLE BERBAT OLURLAR”
Bu sayımızda Necmettin Erbakan Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Dergimizin yazarı Prof. Dr. Ali Akpınar Hoca’mızla yaptığımız adâlet ile ilgili söyleşimizi sizlere sunuyoruz.
Hocam adâlet nedir, kısaca bahseder misiniz?
Adâlet: Her şeyi yerli yerine koymak, haksızlık ve zulmü terk etmektir. Adâlet sorumluluklarını yerine getirmek ve hakkını almaktır. Borcunu ödemek, alacağını tahsil etmektir. Adâlet, hak edilen ile verilen hak arasındaki dengedir. Kişinin Rabb’ine karşı, kendisine karşı ve diğer varlıklara karşı sorumluluklarını yerine getirmesinin adıdır, adâlet.
Adâlet her alanda ölçülü/dengeli olmak, insaf ve merhamet sahibi olarak itidal üzere hareket etmektir. İki âyette Yüce Allah mü’minlere seslenerek her şartta ve herkese karşı adâleti ayakta tutmalarını ister: “Ey iman edenler! Adâleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şâhitlik eden kimseler olun.”[1] “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adâletle şâhitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin.”[2]
Buna göre mü’minler, elbirlik hareket ederek adâleti ayağa kaldırmalıdırlar. Zira adâlet ayağa kaldırılmazsa, zulüm hayata hâkim olacaktır. Zulümle toplumların âbâd olması ise mümkün değildir. Çünkü toplumlar adâletle âbâd olurlar, zulümle berbat olurlar.
Kişinin Rabb’ine, kendine ve diğer varlıklara karşı adâletli olmasını biraz açar mısınız?
Yüce Yaratıcı, mutlak adâlet sahibidir. O, her şeyi yerli yerince yaratmıştır. O’nun her buyruğu yerli yerincedir. Kulun bütün bu gerçekleri kabul etmesi ve Yaratıcı’sına karşı sorumluluklarını yerine getirmesi en başta gelen adâlettir. Unutmayalım ki, Yüce Allah büyüktür, O’nun hakkı da büyüktür. Yüce Allah’ın kulu üzerindeki hakkı O’na hiçbir şeyi ortak koşmadan inanması ve kulluk ile ibâdetini yalnızca O’na yapmasıdır.
İnsanın sahip olduğu rûhu ve bedeni, Yüce Yaratıcı’nın ondaki emânetidir. İnsanın, ruh ve bedenine karşı sorumlulukları vardır. Rûhun gıdası vahiydir, ibâdettir, duâdır. Bedenin Yüce Yaratıcı’nın ölçüleri doğrultusunda kullanılması da hak ve adâletin kendisidir.
Hemcinslerimiz başta olmak üzere çevremizdeki diğer bütün varlıklar, bizden hak ve adâlet ölçüleri içerisinde insanlık beklerler. Her yaratılanı hoş görmek, varlık dünyasının bir parçası olarak kabul etmek ve onlara karşı sorumlulukları yerine getirmek onlara karşı adâlettir. Müslüman, her insanı ya dinde kardeşi ya da yaratılışta eşi olarak görür bilir ve ona göre davranır.
Her Cuma, hutbeden sonra adâlet âyeti okunur, bu âyet hakkında kısaca bahseder misiniz?
“II. Ömer” diye bilinen Emevî Halîfesi Ömer b. Abdülaziz zamanında Cuma günleri, hutbeden sonra okunması istenen âyet Nahl Suresi 90. âyetidir. Bu âyette Yüce Allah şöyle buyurur: “Muhakkak ki Allah, adâleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlığı, fenâlığı ve taşkınlığı yasaklar. İyice dinleyip tutasınız diye size öğüt verir.”
Büyük Sahâbî İbn Mes’ud, “bütün hayır ve şerle ilgili ilkelerin bu âyette toplandığını” söyler. Âyette Yüce Allah tarafından üç önemli husus emrediliyor, üç şey de yasaklanıyor. Emredilenlerin başında ise adâlet geliyor. Herkesi ilgilendiren bu hususlar her hafta hatırlatılarak uygulanması hedefleniyor. Aslında bu âyetle Müslümanların haftalık gündemleri de belirlenmiş oluyor.
Hocam, her Cuma insanlara bu âyet hatırlatıldığı halde niçin adâlet topluma hâkim olmuyor?
İnsanlar, âyet ve hadisleri anlayıp gereklerini yerine getirmek için dinlemiyorlar. Öyle olsaydı bu âyetle titreyip kendilerine gelirler, adâleti hayatlarının her alanına hâkim kılmak için gayret ederlerdi. Evet, dinlediğimiz âyet ve hadisler bizlerde karşılık bulmuyor, hayatımıza yansımıyor.
Zira her Müslüman, âyeti söyleyenin Yüce Allah, hadisi söyleyenin Allah’ın Rasûlü olduğunu düşünüp ciddiye alsaydı ve bunların gereğini yerine getirseydi bugün sergilenen hayat daha farklı olurdu. Bir de dinleyip öğrendiklerimizi bilgi sahibi olmak için alıyoruz.
Onları yaşamak, hayatımıza taşımak için değil. Halbuki gerçek bilgi, hayata yansıyan, eyleme dönüşendir. Peygamberimiz bu bilgiyi faydalı ilim olarak nitelemiş ve duâlarında Yüce Allah’tan faydalı ilim istemiş, faydasız bilgiden de Allah’a sığınmıştır. Onun için asıl olan çok bilgi sahibi olmak değil, sahip olduğu bilginin gereklerini yerine getirmektir.
Adâletin toplumda egemen olması, gerçekleşmesi imkânsız bir ütopya mıdır?
Elbette hayır! Yüce Rabb’imiz biz kullarına adâletli olmayı, adâleti ayağa kaldırmayı emrediyor. Demek ki bu, yapılabilen bir şeydir. Zira Yüce Allah, yapamayacağımız şeyleri bize yüklemez. O, buyurmuşsa bu yapılabilir demektir. İnsanlık tarihi adâleti şiar edinmiş âdil yöneticiler ve yönetimlerle dopdoludur. Bir davetçi oldukları kadar, aynı zamanda birer yönetici olan Peygamberler ve onların izini takip eden önderler bu konuda en güzel örneklerdir.
Hz. Dâvud, Hz. Süleyman, Hz. Yûsuf, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in hayatı bu örneklerle doludur. Nitekim Son Peygamber’in Medine’de kurduğu devlette gördükleri hakkâniyet karşısında Hayber Yahudileri şöyle demekten kendilerini alamamışlardır: “Herhalde cennet, Müslümanların eliyle yeryüzünde kuruldu, Yer ve gök, bu adâletle ayakta duruyor.”
Bu sözleri söyleyenler Yahudilerdir. Kur’ân, onların mü’minlere karşı en amansız düşmanlar olduğunu söylüyor. Medine’de Peygamberimiz’le yaptıkları anlaşmaya sâdık kalmadıkları için pek çok Yahudi Medine’den sürülüp çıkarılmıştır. Buna rağmen Hayber Yahudileri, bu sözleri söylemek durumunda kalmışlardır.
Saâdet Çağı dediğimiz, en hayırlı çağ bu hak ve adâlet ilkesi üzerine kurulmuştur. Çünkü Müslümanlar, yalnızca kendi aralarında değil, herkese karşı adâletli olmaya özen gösterirler. Şairin şu dizeleriyle özetlediği Hz. Ömer Dönemi de adâletin en somut olarak insanlığa sunulduğu örneklerin başında gelir:
Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu/Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer’den onu!
İsmi adâletle özdeşleşen ve “Ömer-i âdil” diye bilinen ve hep bu bilinçle hareket eden Hz. Ömer, “Adâlet mülkün temelidir.” sözüyle tarihe geçmiştir. Zira o, hırsızlık yapan Fâtıma isimli bir kadını kayırmak için Hz. Peygamber (s.a.s.)’e gelen ve onun en sevdiği kimseleri araya koyanlara, “Vallahi hırsızlığı kızım Fatıma yapmış olsaydı ona da cezasını verirdim.” buyuran Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ders halkasında yetişmişti.
Sonuç olarak adâletin hâkim olduğu bir toplum imkânsız değildir. Yeter ki insanlar buna inansınlar ve her insan kendine düşeni yerine getirsin. Kişi önce kendi nefsine, kendi ailesine, kendi çevresine adâletli olsun. İnsanlar, ne kadar kötü olurlarsa olsunlar, ıslahları mümkündür. Eşkıyâların evliyâ, zâlimlerin âdil olmaları da mümkündür. Yeter ki ümitvâr olalım, üzerimize düşenleri yapalım.
Zulüm ve haksızlıklar altında ezilen insanlar, “kara yazı”, “kör talih”, “kahpe felek” gibi ifadelerle kaderi suçlarlar. Bu ne derece doğrudur?
Her şeyden önce suçu başkalarına atmak, şeytan mantığıdır. Zira şeytan, Yüce Allah’ın secde emrini yerine getirmeyip kovulunca suçu, “Beni Sen azdırdın, hep bu Âdem yüzünden oldu.” diyerek suçu Yüce Allah’a ve Hz. Âdem’e atmaya kalkmıştır. Hayır, ortada zulüm ve haksızlık varsa, bunun sorumlusu bizleriz.
Zulmü işleyen zâlimler ve onlara çanak tutan duyarsız kimselerdir asıl sorumlu olan. Çünkü Yüce Allah ezelî ilmiyle, kullarının kaderine hak ettiklerini, müstahak olduklarını yazar. Kul hak eder, Allah halk eder. “Kul azmayınca Allah yazmaz.” O, kullarının ne yapıp edeceklerini önceden bildiği için ona göre kaderlerini yazıp planlar.
İnsanlar, lâyık oldukları yönetimlere dûçâr olurlar. Onun için hadislerde, “Siz nasıl olursanız öyle idare olunursunuz, amelleriniz âmillerinizdir/yapıp ettiklerinize göre yönetilirsiniz.” buyrulmuştur. Bu yüzden yaşadığımız haksızlık ve zulümlerde kaderi suçlamak doğru değildir. Asıl suçlu, hak ve adâletten sapıp zulmü yapanlar, onlara seyirci ve duyarsız kalanlardır.
İnsanda her şartta ve herkese karşı adâletli olma duygusu nasıl gelişir?
Sorunuzun cevabını “Allah ve âhiret bilincinin canlı olmasıyla...” diye özetleyebiliriz. Bir kere Yüce Allah’ın her yerde ve her zaman bizimle beraber olduğu, O’nun gözetim ve denetimi altında olduğumuzu unutmamak. Yaptığımız her şeyin hesabını vereceğimizi hatırlamak.
Hiç kimsenin yaptığının yanına kalmayacağını bilmek. Adâletli olmanın herkesin hayrına olduğunu fark etmek. Adâletli insanların hep hayırla anıldığını, zâlimlerin ise bedduâlarla anıldığını görüp hayırla anılanların içerisinde olmaya çalışmak. Zerre kadar iyiliğin de kötülüğün de görüleceği, bütün sırların ortaya çıkacağı, insanların iç dünyalarında saklayıp gizledikleri şeylerin bile gün yüzüne çıkacağı, boynuzsuz koyunun boynuzlu koçtan hakkını alacağı bir güne inanan insan, haksızlık yapabilir mi, zulüm edebilir mi?
Günümüzde herkes, başkasından adâlet beklemekte, adâlet konusunda örnek olmayı hiç düşünmemektedir. Çocuklar anne babalarından, memurlar âmirlerinden, işçiler işverenlerinden adâlet beklemekte, halk yöneticilerinden adâletli olmalarını beklemektedir.
Adâlet herkese yakışır ve herkesi değerli kılar. Ancak başkalarından adâletli olmalarını beklerken bizler de kendi çapımızda âdil olmaya gayret etmeliyiz. Büyük küçük aile olarak, yönetici tebaa olarak hep birlikte adâleti ayakta tutmaya, hayata adâleti hâkim kılmaya gayret etmeliyiz. Unutmayalım ki küçük bir toplum olan ailede ve büyük bir aile olan toplumda adâlet çarkının dönmesi için her bireye görev düşmektedir. Birilerinin, bizi gelip kurtarmasını bekleme yerine, bizler de kurtulmak için bir şeyler yapmalıyız.
Adâlet herkese eşit davranmak mıdır?
Hayır, herkese hak ettiğini tam olarak vermektir. İnsanları tarağın dişleri gibi eşit görmek başka bir şeydir, ama takvâ sahiplerini üstün görmek başka bir şeydir. Sözgelimi bir sınıfta öğretmen bütün öğrencilerini aynı görür. Ayırım yapmadan onlara bilgilerini sunar. Ama sınav sonucunda her öğrencisine hak ettiği puanı verir.
Öğretmenin derse gelen gelmeyen, sınavda başarılı olan olmayan her öğrencisine aynı puanı vermesi adâlet değildir. Benzer şekilde bir işverenin bütün çalışanlarına aynı ücreti vermesi adâlet değildir. Öyle olsa bilenle bilmeyen, çalışanla çalışmayan, başaranla başarmayan, iyi ile kötü, suçsuz ile suçlu bir olur!
Hocam verdiğiniz bu bilgiler için teşekkür ederiz.
Okuyucularımızla bizleri buluşturduğunuz için ben teşekkür eder, anlatılanların hayatımızda karşılık bulmasını temenni ederim.
1963 yılında Konya’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Konya’da tamamladı. 1984 de Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesini bitirdi. 1988 de S. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsünde Tefsir ana Bilim Dalında Yüksek Lisans, 1993 de Doktorasını tamamladı.
Yüksek Lisansta Kur’ân’ın Tefsirine Olan İhtiyaç, Doktorada Said b. Cübeyr ve Tefsîr İlmindeki Yeri adlı tezleri hazırladı. 1983-1995 yıllarında Diyanet İşleri Başkanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde çeşitli görevlerde çalıştı.
1989-1993 yılları arasında Avusturya’da bulundu. 1995 tarihinde İnönü Üniversitesi Darende İlahiyat Fakültesi Temel İslam Bilimleri Bölümü - Tefsîr Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi oldu.
1996 da Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesine geçti. 22. 11. 1999 da Doçent, 2005 de Profesör olan Akpınar, 2009 Nisan’ında Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesine geçti, 2011-2014 tarihlerinde Gaziantep Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kurucu Dekanı olarak görev yaptı.
Akpınar, 2014-2018 tarihlerinde Konya İl Müftüsü olarak görev yaptı ve halen Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Öğretim Üyesi olarak görevini sürdürmektedir.
Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumu, halkımızın Kur’ân anlayışı, Kur’ân tercüme teknikleri, Kültür Dünyamızdaki Kur’ân motifleri gibi konular üzerinde çalışmalar yapan Prof. Dr. Akpınar’ın 60’ın üzerinde ulusal ve uluslar arası makalesi, 25 adet yayınlanmış kitabı bulunmaktadır.
[1] 4/Nisâ, 135.
[2] 5/Mâide, 8.
Şerif Hamideddin TEKTAŞ
Yazar1. Kalk bak ki bî-çâre aceb seyrân olur vakt-i seherHer nesneye bin lutf-ı Rabb ihsân olur vakt-i seher2. Gün tek cemâli perdesin Leylâ yüzünden ref‘ ederMecnûn’u rüsvâlar görüp handân olur vakt-i seh...
Yazar: Es-Seyyid Osman Hulusi Ateş Efendi
Yaşadığımız dünya üzerinde bir ahengin olduğuna inanırız. Bu ahengin bir yaratıcı tarafından meydana getirildiğine inanırız. Müslümanlar olarak Allah'a inanır ve inandığımız dinin en önemli özelliğind...
Yazar: Erol AFŞİN
Seyyid Hulûsi Efendi’nin “ulaşdır” redifli 72 numaralı şiiri bir na’t olup baştan sona Hz. Peygamber (s.a.v.) sevgisini, hasretini ifade etmesi bakımından dikkate değer. Şiirde içli bir anlatım ile Hz...
Yazar: Mahmut KAPLAN
Şeyh Şa’bân-ı Velî (ö.976/1569), Halvetiyye Tarikatı’nın Cemâliyye kolunun Şa’bâniyye adlı alt kolunun kurucusudur. Hazret’in yolunun tasavvuf tarihi ve Anadolu’da gelişen tasavvufî düşünce açısından ...
Yazar: Fatih ÇINAR