Pîr-i Türkistan ve Tasavvuf Edebiyatımız
Öncelikle şu soruyu soralım: Pîr-i Türkistan kimdir? Pîr-i Türkistan; Yol inşâ eden kurucu bir muhakkik… Yesevîliğin bânîsi. Türkistan toprağını Muhammedî muhabbetle yoğuran bir ermiş… Sözü kelâma tebdîl eden bir ârif… İnsan toprağını işleyen bir bahçıvan… İnsandaki cevheri ortaya çıkaran bir kimyâger. İnsana, hikmetleri, ilim halkası ve sohbetleriyle ruh üfleyen bir muallim… Yûsuf-ı Hemedânî’den tedrîs ettiği Hanefî fıkhını, usûl ve esasını öğreten, Asya steplerini mektep ve medreseye çeviren bir müderris, bir fakih… Fakih diyoruz; bu nitelemeyi, sadece tasavvufun fıkh-ı bâtın, yani gönül ülkesini tanzim eden yönünden mülhem söylemiyoruz. Evet, sûfî öncelikle iç âlemindeki düzeni tesis eder. Fakat o, “şerîat” kapısında, sosyal çevreyi de tanzim ve tahkîm etmek durumundadır. Zira fıkıh, hukuk demektir… Hukuksuz hayat anarşidir, kaostur. Hukuksuz düşünce olmaz, düzen kurulmaz. Şöyle kaydediliyor Dîvân-ı Hikmet’te: Her kim eylese tarîkatın dâvâsını İlk adımı şerîata koymak gerek Şerîatın işlerini tamâm eyleyip Ondan sonra bu dâvâyı kılmak gerekir Başa dönelim: Pîr-i Türkistan kimdir, diye sormuş, cevaplar aramıştık… Evet, Pîr-i Türkistan, Defter-i Sânî’yi okuyan, hakikati dile getiren… Türk dilini hakikat dili haline getiren büyük bir bilge, bir hakîmdir. Türkçe bahsinde şunları söylüyor: Hoş görmemekte âlimler sizin dediğiniz Türkçe’yi Âriflerden işitsen açar gönül ülkesini Âyet hadîs anlamı Türkçe olsa uygundur, Anlamına yetenler yere koyar börkünü… … Miskin, zayıf Hoca Ahmed yedi ceddine rahmed. Farsça dilini bilerek güzel söylemektedir Türkçeyi… Farsça, Arapça biliyor; ama Türkçe söylüyor… Bu söyleyiş, Türkçeyi hakikat dili haline getiriyor. Peki, hakikat nedir? Hakikat, kelime itibariyle “esas, öz, gerçek” anlamlarına geliyor… Ahmed Yesevî’nin nazarında ise, “insanın kendi esasını, özünü ve gerçeğini bilmesi” şeklinde anlam genişliyor. İnsanın kendisini bilmesi… O, bize, kendi lisanımızla, bu “bilme” faâliyetini öğreten rehberdir. Bu itibarla da şiirlerine “hikmet” dedi. Hikmet, insanın yaratılışıyla ilgili sırrı… Neliği, niceliği. İnsanın mânâsı. Bunları dile getiren şiirler… Ahmed Yesevî, bize, kendi hakikatimizi, mânâmızı anlamayı salık veren bir hakîm, bir mürşittir. Şöyle diyor: Bismillah deyip beyan ederek hikmet söyleyip Taleb edenlere inci, cevher saçtım ben işte. Riyâzeti sıkı çekip, kanlar yutup İkinci defter sözlerin açtım ben işte Defter-i sânî, insanın kendi hakikatidir… O hakikate bakarak hikmetini söyledi. Ama burada bir soru daha var: İnsan kendi hakikatine ilişkin bilgiyi nasıl tahsil ediyor? Bu soruya, burada cevap veriyor: Riyâzet… İnsan hakikatine, kendi hikmetine riyâzetle ulaşıyor. Riyâzet, klasik eserlerimizde, az yemek, az uyumak ve az konuşmak diye tarif edilmiş… Modern zamanlarda riyâzet, sağlıklı ve helal yemek, zamanında ve yeterli uyumak, öfkeyi yenerek nezâhat-i lisân ile konuşmak olarak anlaşılacak. Hâşim’in ifadesiyle, riyâzet, “Müslüman saati”ne dönüş olarak algılanacak. Tasavvuf Edebiyatımız Yesevî dervişleri, Horasan Erenleri bu mânâyı, hikmetleri Anadolu’ya taşıdı… Hakikat, Batı Türkçesiyle de dile geldi. Hakikat dilini Batı Türkçesiyle yeniden ifade eden, Yûnus Emre olmuştur. Yûnus, dilimizi hakikatin dili olarak yeniden inşâ etti. Şimdi burada tasavvuf edebiyatımızın, şekil ve dil bakımından iki ayrı ırmakta seyrettiğini ifade edelim. Şöyle ki; Yesevî’nin hikmetleri, ilâhi oldu Yûnus’un ve muakkiplerinin yolunu açtı… Buna edebiyat bilimcileri, Tekke şiiri, dinî-tasavvufî Türk şiiri vs. diyorlar. Bu irfânî şiirdir. Ebû Saîd Ebu’l-Hayr ve el-Attâr gibi sûfî şairlerin meşrebinde gidenler… Buna Mevlânâ ve muakkipleri yol verdi. Divan şiirinin estetik değeriyle söz söyleyen klasik şairimiz, bu yolda güzel ve seçkin eserler telif etti; gazeller, kasîdeler ve mesnevîler yazdı. Her iki şiir ırmağı da mânâsını insanın hakikatinden aldı… Hikmetten beslendi. Hatırlayalım; tasavvuf ne idi? Pek çok tanımı var… Şiir penceresinden bakınca şu tanımı yapabiliriz: Tasavvuf, insanı mutlak hakikatlerle yüzleştirerek kâinattaki umûmî âhengin derin sırlarını ruhlara duyuran bir sistemin adıdır. İnsanın kendine bakma sanatı… Şeyh Galib’in, Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen derken işaret ettiği hakikat budur. Tasavvuf, bu anlamda irfânımızı besleyen bir sistem… Varlık, bilgi ve ahlâk anlayışımızı tezyîn eden bir hazine. Bu yüzden, Osmanlı’nın en profan şairi, şiir tarihimizin “yaramaz çocuğu” Nedim bile, “Belî söz bilmezüz ammâ biraz irfânımız vardur.” diyor. Benim, “tasavvuf şiiri” tabiri yerine “irfânî şiir” demem bu sebeptendir… Evet, tasavvuf bir ilimdir, bir sistemdir; hâl yani tecrübedir… Şiir ilimden, sistemden ve tecrübeden yararlanacak. Ama o şiirin adı, irfân olacak. Halk, irfânı bu kelam ile tanıyıp uygulayacak. İrfân nedir? İrfân, tasavvuf ilminin öğrettiklerini tecrübe etmem… Uygulamam. Hale tebdîl etmem. Bir örnek verelim: Herkesin ayıbından çekip de dili Kendi ayıbını bilmek irfân dediler (Yozgatlı Hüznî) Kendine dön, kendini bil… Dilini, gönlünü başkalarının kusurundan, taşradan çek. Bu ilke, Nakşî gelenekte şöyle sistemleşmiş: Nazar-ber-kadem… Kendi gidişâtına bir bak! Şu halde, tasavvuf, insanın kendi gidişâtına bakması sanatıdır… Dur, kendine bak! Kendine bakan derviş, kendi mânâsını müdrik olacaktır… Zaten hikmet de budur. Kaygusuz Abdal, bu anlamda insanı şöyle tanımlamış: Bu âdem dedikleri El ayakla baş değil Âdem mânâya derler Sûret ile kaş değil Yûnus da insanın, sadece tenden ibaret olmadığını, içinde bir şehir barındırdığını… Gönül şehrini daima dile getirir. Bir yerde şöyle der: Cân ulu bir kimsedür Beden onun âletidür Kânî ise, işi biraz daha ileri götürerek şunu söyleyecektir: Fark etmeyen insan ne demek olduğun ey vâh Hayvân gelecektir yine hayvân gidecektir Tasavvuf, insan kitabını okuma sanatı… İrfânî şiir, bu sanatın şifrelerini sunuyor. Bu yolda, insan, evvelâ kendi kitabını okuyor. Bu okumayla kemâle eriyor… Şair diyor ki: Çeşm-i insâf gibi kâmile mîzân olmaz Kişi noksanını bilmek gibi irfân olmaz (Tâlib) İnsan kitabı, eksiktir… Zıtları buluşturur. Kemâl, nisyan ve ülfet arasında, bir denge kurma çabasıdır. Burada bir hususa işaret etmek isterim: Divân-ı Hikmet’de yaş-nâme olarak söylenen hikmetler, bir şairin otobiyografisi olarak sunuluyor… Oradan tarihî gerçeklik inşâ ediliyor. Hayır, bu hikmetler, eksikliğini tamamlama çabasında olan bir hakikat yolcusunun güncesidir… Hangi duraklarda durmuş neler yapmış? Mânâya nasıl ermiş? Bu açıdan bakmak; bunları, kemâl yolcusunun seyir defteri olarak görmek lâzımdır. Mesela bir yerde şunu söylüyor: İnnâ fetehnâ okuyup anlam sordum Işık saldı, kendimden geçip cemâl gördüm; Hocam vurup, sus dedi, bakıp durdum; Yaşımı saçıp, çâresiz olup durdum ben işte. Fetihler, mânevî fütûhât olmuş… Yolun başında. Mürşidi, “sus” diyor. Devamında şunu telkin ediyor: “Ey nâdan, mânâyı bul” diye söyledi, bildim; Ondan sonra çöller gezip Hakk’ı sordum; Nasip etti, şeytanı tutup bindim; Kararlı olup, belini basıp ezdim ben işte. Nâdân, kendine yabancı olan… Kendi hakikatini bilmeyen… Sen, diyor, evvela kendi hakikatini, mânânı bul. Bulmak, olmaktır… Bu bir süreç işidir. Hemen bilip konuşmak değil, bulup konuşmak lazım. Mesele budur: Bilgi obezi olmak değil… Olmak için yola düşmek lazım. Çok söz değil, az ve hikmetli olanı söylemek lazım. Netice-i Kelâm Daireyi tamamlamak, sözü kemâle erdirmek gerek… Ne demiştik? Divân-ı Hikmet, asırlar boyunca bizim milletimizi besleyen kurucu metin… Hikmet, hukukla, düşünce ve şiirle buluşarak tasavvurlarımızı tezyin etmiş. Pîr-i Türkistan, hemşehrisi “muallim-i sânî” olarak anılan Farâbî’nin, Mehneli Ebû Sâid’in, İmâm Mâturîdî’nin, İmam Buhârî’nin ve İbni Sînâ’nın işlediği topraklarda hakîkat arayışına çıktı… Bir derviş ve fakihtir. Ancak, onun bu âlim ve mütefekkirlerden yararlandığı da aşikârdır. Bu sebepten hikmetlerin, hadis ilmi açısından çok zengin olduğunu, itikad itibariyle Ehl-i Sünnet penceresinden hayata baktığını, sağlam bir mantığa sahip olduğunu söylemek isterim. Bu bakış, bu fikrî tekâmül sadece sûfîlik açısından değil, şiir ve estetik açısından da bizi beslemiştir. Evet, Divân-ı Hikmet, hakikati müdrik bir kâmilin hikmetleri… Nutk-ı şerîfleri. Bu hikmetler, ta başından bu yana insan ağacını aşılayarak ehlîleştirme görevini ifa etti. Şehirli, medenî, yetkin insan olmak bu aşılanma ameliyesiyle doğrudan alakalı… İnsan ağacı, sözle ve sohbetle kulaktan aşılanır. Musiki, sözü kulağa ulaştıran iksirdir. Bu itibarla da asırlardır, farklı makamlarla işlenerek bu hikmetler, bizde ilâhi, gülbank, münâcât, tevhîd, na’t, şarkı veya türkü olmuş ve insanımızı aşılamıştır. * Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ
Bilal KEMİKLİ
YazarÖncelikle, nedir klasik? Burada klasik eserin bir tanımını yapacak değilim. Ama bu kelime bize Latincedeki classic kelimesinden geçmiş.1 Pek çok anlamı var. Bir kaçı şöyle: 1. Toplumun en yüksek katm...
Yazar: Bilal KEMİKLİ
Şehrin sokaklarına kar yağıyor… İnce ince. Sanki narin bir dokunuş. Sanki bir okşayış. Sanki bir buse. Şehri bunca kirliliğinden arındırıyor kar. Beyaz… Eskiler beyaz, şeriat rengidir derler. Şeriat, ...
Yazar: Bilal KEMİKLİ
Bilseniz ey dostlarım ben kime mihmân idim Söylesem dil söylemez yazsam yazmaz kalemi Tasavvufî irfan geleneğimize göre âlemin özü olan insan, beden itibariyle küçüktür, ama mânâ olarak büyüktü...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Türk tasavvuf şiirinde esasen iki tane Sırrı Baba var… Daha doğrusu bendeniz sadece Üsküplü Sırrı Baba’dan haberdârdım, Ohrili bir öğrencime bu zâtın izini sürmesini ve şiirlerini tespit etmesini söyl...
Yazar: Bilal KEMİKLİ