Osmanlı’yı Kurtarmak ve Yenilemek İsteyen SULTAN III. MUSTAFA
28 Ocak 1717’de Edirne’de doğdu. Babası Sultan III. Ahmed, annesi Mihrişah Sultan idi. Kendisinden önceki padişah III. Osman’ın da yeğeniydi. İlk eğitimini ve terbiyesini annesinden aldı. Güzel bir çocukluk dönemi yaşadı. Kâtibzade Mehmed Refî Efendi, Sadr-ı Rum Ekşiaşzade Veli Efendi ve Enderun Mektebi hocalarından çeşitli dersler aldı. Çok yönlü ve iyi sayılacak bir eğitim süreci geçirdi. Çoğu padişah gibi edebiyat, şiir ve güzel sanatlarla ilgilendi. Şekerzade Mehmed Efendi ve Osman Efendi’den hat dersleri aldı. Bu alanda ustalaştı ve güzel eserler ortaya koydu. Şehzadelik dönemi saray içerisinde şimşirlikte geçti. Ancak fazla bir baskı ve kısıtlamaya maruz kalmadı. Vaktini daha çok fikrî, ahlakî ve manevî kitaplar okuyarak ve kendini yetiştirerek değerlendirdi. Devlet işlerini yakından takip etti. Yönetimde ve devletin çeşitli alanlarında bozulmalar olduğunu, yanlışlıklar yapıldığını görüyordu. Bunların düzeltilmesi için birtakım köklü değişikliklere gidilmesi gerektiğini daha o zamandan düşünmeye ve plânlamaya başladı. Gece Gelen Padişahlık Haberi 41 yaşına adım attığında hayatında önemli bir olay gerçekleşti. Takvimler, 30 Ekim 1757, Pazar gününü gösteriyordu. O günün gecesinde birden odasının kapısı hızla çaldı. Bir süredir rahatsız olan Sultan Osman’ın, Hakk’ın rahmetine kavuştuğu ve tahta çıkma merasimi için hazırlanması gerektiği haber verildi. Merasim odasında yerlerini alan devlet adamları, din bilginleri ve saray görevlileri yeni padişahı bekliyorlardı. Bir süre sonra Şehzade Mustafa odaya girdi ve herkesi tebessümle selamlayıp tahtına oturdu. Huzurda bulunanlar padişahı saygıyla selamladı ve bağlılıklarını sundu. Sultan Mustafa da onlara güzel sözler ve temennilerle karşılık verdi. Böylece 26. Osmanlı padişahı III. Mustafa’nın tahta çıkış töreni tamamlanmış oldu. Son kez kapıkulu askerlerine cülus bahşişi veren padişah olarak tarihe geçti. Ruslara Haddi Bildirilsin! III. Mustafa’ya atfedilen benzetmelerden biri de “Rus düşmanı” idi. Zira 16 yıl süren saltanatı boyunca en fazla Ruslarla mücadele etti. Ruslar, 1739’da imzalanan Belgrad Antlaşması’nı delmeye ve Osmanlı’yı hiçe saymaya başladılar. Çariçe II. Katerina, Osmanlı’nın korumasındaki Lehistan topraklarına girdi. Üstelik Lehistan’ın başına kendisine bağlı bir kişiyi kral seçti. Dahası, kaçan Lehistanlı vatanseverleri yakalamak bahanesiyle Osmanlı topraklarına girdi. Lehistanlılarla birlikte oradaki Müslüman halkı da katletti. Osmanlı’da, padişah dâhil hiç kimse savaş istemiyordu. Fakat Rusya’nın bu saldırgan davranışlarına karşı gereken cevap verilmeliydi. Padişahın son olay üzerine sabrı tamamen tükendi ve son kararını verdi: “Ruslara hadleri bildirilmelidir! Haddini bilmez Katerina’ya haddini bildirmeye gideceğiz! Tez Rusya’ya karşı sefer hazırlıklarına başlansın!” 1768’de Osmanlı Ordusu Rusya seferine çıktı. Birinci ve İkinci Hotin Zaferleri kazanıldı. Padişaha, elde edilen başarılardan dolayı “Gazi” unvanı verildi. Tam Osmanlı Ordusu gereken morali bulmuştu ki, Köprü Faciası gerçekleşti. (17 Eylül 1769) Sadrazam Ali Paşa, karşı kıyıdaki Rus ordusuna ulaşmak için Turla Nehri’ne köprü kurdurdu. Yapılan derme çatma köprünün üzerinden askerler geçmeye başladı. Fakat nehrin yükselen sularına köprü dayanamadı ve ikiye bölündü. Birçok asker azgın sulara kapılarak şehit oldu. Orduda panik başladı, düzen bozuldu. Zor duruma düşen sadrazam, orduyu geri çekmeye mecbur kaldı. Facia bununla da bitmedi; önce Hotin Kalesi düştü, ardından Rus ordusu Eflak, Boğdan ve Kafkasya’yı işgal etti. Uzaktan Kükremiş Sanılan Aslan! Hotin Kalesi’nin Rusların eline geçmesi çok dramatik oldu. Kale komutanı Abaza Paşa, Köprü Faciasını duyunca büyük sarsıntı geçirdi. Kaledeki az miktardaki askerin psikolojisi bozuldu. Harap haldeki kalenin yetersiz kuvvetle, yaklaşmakta olan güçlü ve kalabalık Rus ordusuna direnemeyeceği düşünülüyordu. Herkes canının derdine düştü ve kaleyi hızla terk etmeye koyuldu. Başta Abaza Paşa olmak üzere tüm Osmanlı askerleri çok üzgündü. Paşayı, askerler kaleden adeta sürükleyerek çıkardılar. İşte bu süreçte Osmanlı, Ruslar karşısında harp etmekten çekinir oldu. Padişah, Sadrazam Koca Ragıp Paşa ile sık sık münakaşa ediyordu. Padişah savaş isterken, Ragıp Paşa engel olmaya çalışıyordu. Bir gün padişah, sadrazamı huzuruna çağırdı ve direncinin sebebini sordu: “Neden vezirim, daima savaştan kaçarsın. Şayet kastın akçe ise Edirne Kapısı’ndan Rusçuk’a kadar iki keçeli akçe dizerim!” Ragıp Paşa, verdiği cevapla tarihe geçti ve Osmanlı’nın içinde bulunduğu durumun hazin; ama gerçekçi bir fotoğrafını çekti: “Padişahım ben savaştan kaçmıyorum. Osmanlı Devleti uzaktan kükremiş bir aslana benzemektedir. Bu heybeti ile birçok Avrupa devletini korkutmaktadır. Şayet savaşa girecek olursak düşmanlarımız kükremiş aslanın ağzında dişi, pençelerinde tırnaklarının olmadığını göreceklerdir. Dişi ve tırnağı olmayan bir aslanın parçalama gücü var mıdır?” Yenilgiler ve Teselli Zaferleri Çariçe Katerina’nın keyfine diyecek yoktu. Kendisi ve ordusuyla övünüyor, Osmanlı’yı küçümsüyordu. Bu sefer de Mora’ya gözünü dikmişti. Papaz kılığında casuslar göndererek Hıristiyan Mora halkını Osmanlı’ya karşı kışkırttı. Bir süre sonra donanma da gönderdi. Rus askerleri, isyancılarla elbirliği yaparak Mora’daki Müslümanları çocuk-kadın ayrımı yapmaksızın katletti. Katliam çok korkunçtu ve insanlık utancıydı. Çocukları, camilerin minarelerine çıkarıp, kahkahalar atarak büyük bir zevkle aşağı atıyorlardı. Bu kanlı olaylar ve dayanılmaz manzaralar padişahın kulağına gittikçe, kahrından ve kederinden yüreği paramparça oluyor, gözyaşlarına boğuluyordu. Hemen Osmanlı donanmasını hazırlattı. Kaptan-ı Derya Hüsameddin Paşa’ya kesin emrini verdi: “Mora’daki zulmü, akan kanı durdur ve ata yadigârı Mora’mızı geri al!” Osmanlı donanması, Nisan 1770’te Mora önlerine demirledi. Güçlü Rus donanması ve yerli Rum isyancılar perişan oldu. Mora yeniden fethedildi. Uzun bir süredir üst üste yaşanan yenilgiler ve felâketlerden sonra bu güzel haber, Osmanlı halkının ve padişahın yüreğine su serpti. Fakat hemen ardından yaşanan felaketler, Mora zaferini çabuk unutturdu. 24 Haziran 1771’de Ruslar Kırım’ı işgal etti. Kırım, Osmanlı’nın Karadeniz’deki en önemli askeri üssüydü; Karadeniz’deki varlığı ve hâkimiyeti büyük yara aldı. Bilâhare Ruslar, 7 Temmuz’da Çeşme’de donanmamızı yaktılar. 1 Ağustos’ta sekiz saatlik mücadeleden sonra 50 bin askerimizi kılıçtan geçirerek Bender Kalesi’ni işgal ettiler. Sıra Limni Adası’ndaydı. Padişah kararlıydı ve kötü gidişata artık dur diyecekti. Cezayirli Hasan Paşa’ya beklenen emri bildirdi: “Göreyim seni, Limni’yi kurtar! Felaketleri zafere çevir!” Hasan Paşa’nın cevabı aynı muhteşemlikteydi: “Padişahım, ya zaferle gelirim ya da hiç gelmem!” Donanmamız, Ekim 1771’de Limni’ye gitti ve zaferle döndü. Padişah, ordu ve halkın morali biraz olsun düzeldi. Şu zaferlerle işler daha iyiye gitmeye başladı: 2 Ağustos 1771, Özi Zaferi; 12 Eylül 1771, Yerköy Zaferi; 29 Haziran 1773, Silistre Zaferi; 20 Ekim 1773, Varna Zaferi. Devlet Kurtarıcı Padişah III. Mustafa Osmanlı’nın, eski Osmanlı olmadığının farkındaydı. Onu kurtarmak ve eski gücüne ve itibarına kavuşturmak gerektiğini düşünüyordu. Bunun yolu da köklü ve yapıcı yenilikler yapmaktan geçiyordu. Padişah önemli yenilikler yaptı, cesur adımlar attı. Osmanlı’nın ilk yenilikçi padişahlarından birisi olarak kabul edildi. En kapsamlı yeniliklerini askeri alanda gerçekleştirdi. Avrupa’nın askeri yapısı ve ordusundan faydalanarak orduyu modernleştirmeye çalıştı. Günün ihtiyaçlarına cevap verebilecek, yeni silahlarla ve taktiklerle güçlendirilmiş, iyi eğitilmiş ve disiplin altına alınmış bir ordu haline getirmeye uğraştı. Avrupa tarzında eğitim yaptırdı. 1773’te bahriye (deniz), istihkâm (kara) ve topçu okulları açtı. Bu konuda ülkeye getirttiği Macar Baron de Tott’tan yararlanarak topçu sınıfını modernleştirdi. 1774’te “Sürat Topçu Ocağı” ismiyle birlik kurdurdu. Bütün bu yeniliklerle Osmanlı ordusunu güçlendirip eski konumuna getirmek ve Avrupa orduları karşısındaki yenilgilerin önüne geçmek istiyordu. Güçlü ordularla Osmanlı’yı yeniden parlak zaferlere ve zirveye taşımak amacındaydı. Laleli Baba ve Camii’nin Öyküsü Sultan Mustafa, önceki padişahlar gibi dönemindeki din adamlarına ve manevi önderlere büyük değer verir, saygı, yakınlık ve hizmette kusur etmezdi. Saltanat zamanını şereflendiren büyük manevi şahsiyetlerden biri de Laleli Baba idi. Padişah, bu Allah dostunun sohbet, nasihat ve tavsiyelerinden fazlasıyla nasiplendi. Buna karşılık o da Laleli Baba’nın hâl ve hatırını devamlı sordu; gönlünü hoş etti. Padişah bir gün ziyaretine gitti. Ona şöyle bir soru yöneltti: “Efendim, dünyada şükre değer en büyük nimet hangisidir?” Devrin maneviyat sultanı, dünya sultanına beklemediği, garip sayılabilecek bir cevap verdi: “Yenilen yemekleri çıkarabilmek. Af buyurun, def-i hacete çıkmak!” Laleli Baba’nın cevabına tam bir anlam veremeyen Sultan, şeyhin yanından ayrılıp saraya döndü. Fakat gelir gelmez öyle bir kasık sancısı tuttu ki, rahatça yiyip içtiği halde bir türlü tuvalet ihtiyacını gideremiyordu. Bütün ilaçlar ve doktorlar sancıyı gidermekte ve III. Mustafa’yı rahatlatmakta aciz kaldılar. Sancıdan sabahlara kadar kıvrandı. İşte o sırada Padişah, Lale Baba'nın cevabını hatırladı. Acıyla güldü. Ardından Laleli Baba'ya haber saldı: “Bu sıkıntıdan kurtulmam için ne isterse yapmaya hazırım. Hatta tahtımdan bile vazgeçerim. Ne olur Allah rızası için bana bir duada bulunsun!” Laleli Baba’nın verdiği cevapta yine manalı bir söz, bir de şart vardı: “Bir def-i hacete feda edilen padişahlığın ne kıymeti olur? Padişahım! Ben şimdi dua edeceğim, siz de Allah’ın izniyle şifaya kavuşacaksınız. Yalnız sizden bir isteğim var: Burada yaptıracağınız cami, kıyamete kadar benim adımla anılacak!” Sultan Mustafa, Laleli Baba'nın duasıyla sıkıntıdan kurtuldu, şifa buldu. Bu manevi sultanın sözlerindeki sırlı hakikati ve kerameti, yaşadığı olayla daha iyi anladı. Laleli Baba’nın manevi derinliğine ve büyüklüğüne daha fazla inandı. Şifaya kavuşur kavuşmaz ayağına koştu ve kalpten teşekkürlerini sundu. Sonra da onun aracılığıyla kendisine şifa verdiği için Allah’a şükretti. Laleli Baba, son ziyareti dolayısıyla Padişahın şahsında tüm insanlara şu dersi verdi: “Allah’ın bunca nimetlerinin yanı sıra def-i hacetin de ne büyük bir nimet olduğunu öğrenmiş bulundunuz. Öyleyse her halimize şükredelim, kulluk borcumuzu gereken şekilde yerine getirelim!” III. Mustafa, yapımı dört sene süren camiyi nihayet 1764’te tamamlattı. Camiye, söz verdiği üzere Laleli Baba’nın adını verdi. Hâlâ dimdik ayakta duran ve içinde bulunduğu semte ismini veren meşhur Laleli Camii, işte bu hadisenin kıymetli bir hatırasıdır. Padişah camiinin etrafına imaret, kütüphane, medrese ve türbe ilâve ettirmeyi de ihmal etmedi. III. Mustafa bunun dışında, 1761’de Üsküdar’da annesi adına Ayazma Camii’ni inşa ettirdi. 1761’de (kendi adıyla) Kadıköy’de ve 1763’te Paşabahçe’de birer küçük cami yaptırdı. 1769’da Zeynep Sultan Camii’ni ibadete açtırdı. Ayrıca 1765’te Tophane yangınında yanan Kadirî Tekkesi ve Galata Mevlevihanesi’ni yeniletti. Yorgun Beden, Hayata Veda Büyük ümitlerle tahta çıkıp, büyük değişiklikler ve yenilikler yaparak Osmanlı’yı yeniden şahlandırmak isterken; bitmek tükenmek bilmeyen felâketler ve yenilgiler padişahın ömrünü adeta yedi bitirdi. Özellikle Kırım’ın kaybı nefesini tüketti, kalbini sıkıştırdı. Zaman zaman önemli başarılara, parlak zaferlere de imza atıyordu; fakat teselli etmeye yetmiyordu. Sonunda bunca acıyı, sıkıntıyı ve ağır sorumlulukları, kalbi ve bedeni daha fazla kaldıramadı ve yatağa düştü. Hastalığı, kalp yetmezliğine bağlı nefes darlığı idi. Ölmekten değil, düşündüklerini yapamamaktan şikâyet ediyordu: “Biz büyük işler yapabileceğimizi sanarak tahta geçtik. Gördük ki, büyük işlere büyük adamlar lazım. Oysa biz adam kıtlığına düştük, boğuluyoruz!” Hastalığı, son altı hafta daha da şiddetlendi. 21 Ocak 1774 Cuma günü, çok sevdiği Ayasofya Camii’nde Cuma namazını eda etmek için beklerken fenalaştı. Ezan okuyan müezzinin “Hayya a’lel felâh” (Haydin kurtuluşa) dediği bir esnada son nefesini vererek dâr-ı bekaya irtihal etti. Hükümdarlığı, 16 sene 2 ay 22 gün sürdü. Zor geçen hayatından ve padişahlık vazifesinden yorulan bedeni, ebedî istirahate çekildi. Cenazesi, İstanbul’da kendi yaptırdığı Laleli Camii Türbesi’ne gömüldü. Kaynakça: Şemdânîzâde Fındıklılı Süleyman Efendi, Mür’i’t-Tevârîh, Haz: Münir Aktepe, İstanbul, 1978, C.II/A, s.35, 39, 58-59, C.II/B, s.35, 116; Mustafa Kesbî, İbretnümâ-yı Devlet, Haz: Ahmet Öğreten, Ankara, 2002, s.38-42, 49-50, 133-137, 333; Vâsıf, Tarih, C.I, s.93, 103, 147; Mustafa Nuri Paşa, Netâyicü’l-Vukuât, Neşreden: Neşet Çağatay, Ankara, 1987, C.III-IV, s.55-71; Baron de Tott, Türkler ve Tatarlara Dair Hatıralar, Hazırlayan: Mehmet R. Uzmen, İstanbul, (tarihsiz), s.62-69, 92-94, 242-243, 252, 275-277, 296-299, 306-309; A. Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C.I, İstanbul, 1983, s.77-115; Mufassal Osmanlı Tarihi, İstanbul, 1971, C.V, s.2552; İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C.4/1, Ankara, 1988, s.341-350, 363-427; Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi, İstanbul, 1983, C.2, s.67; R. Ekrem Koçu, Osmanlı Padişahları, s.315; Necdet Sakaoğlu, Bu Mülkün Sultanları, İstanbul, 1999, s.371; Fikret Sarıcaoğlu, Kendi Kaleminden Bir Padişahın Portresi: Sultan I. Abdülhamid (1774-1789), İstanbul, 2001, s.3-4; Mustafa Kaçar, “Osmanlı İmparatorluğu’nda İlk Mühendishanenin Kuruluşu”, Toplumsal Tarih, IX/54, İstanbul, 1998, s. 4-11; Bekir Sıtkı Baykal, “Mustafa III.”, İA, C.VIII, s.700-708; Kemal Beydilli, Büyük Friedrich ve Osmanlılar: XVIII. Yüzyılda Osmanlı-Prusya Münasebetleri, İstanbul, 1985, s.33-78; “Mustafa III”, DİA, C.31, s.280-283.
İsmail ÇOLAK
YazarDüşünmeyen bunu bilmez Allah’tan ümit kesilmez Kimseyi kulluktan silmez Allah’tan ümit kesilmez Ümitsizlik kara zindan İnsanda bırakmaz derman Ümitlerle...
Şair: Bekir OĞUZBAŞARAN
Safiye Hüseyin, Osmanlı’nın ilk hasta bakıcılarındandı. Savaş sırasında Reşit Paşa Vapuru Hastanesinin baş hastabakıcısıydı.Burada, yüzlerce Mehmetçik’in yarasını bir anne şefkatiyle sarmıştı.Safiye H...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Nasihat, lügatlerde “bir kimseye doğru yolu göstermek, yapması ve yapmaması gereken şeyler üzerine dikkatini çekmek için söylenen söz, öğüt” anlamına gelen bir kelime olarak tarif edilir. Yine bu keli...
Yazar: Mustafa ÖZÇELİK
Kaymakam İbrahim Ethem (Akıncı), Osmanlı Devleti’nin iskân politikası çerçevesinde Rumeli’ye yerleştirilmiş asker ve çiftçi kökenli “Tüfenkçizade” lakabıyla anılan bir ailenin çocuğudur. 1 Mart 1889’d...
Yazar: İsmail ÇOLAK