OSMANLI’SIZ YÜZYILDA BARIŞA HASRET TOPRAKLAR
Osmanlı, tesis ettiği devlet ve medeniyetle, kanatları altındaki milletler-dinler topluluğuna yüzyıllarca insanlık, adalet ve hoşgörüyle hükmetti. ‘Medeniyetin Efendisi’ olarak dünyaya ve gönüllere taht kurdu. İnsanlığa sunduğu barış, medeniyet ve adaletle ülkesini, “Selamet Cenneti”, “Güneş Ülke” ve “Barış Kalesi“ burcuna yükseltti. Yüzyıllar boyunca kendi ülkesini ve kanatları altındaki devlet ve toplumları şenlendirdi.
Nice mazlum/zayıf devletlere ve toplumlara barış ve medeniyet götürdü. Kıtalar ve okyanuslar ötesindeki devletler ve toplumlar bile Osmanlı’yı topraklarına davet etti. Kendilerini kurtarmasını ve rahata kavuşturmasını istedi. Osmanlı, aranan ve yolu beklenen kurtarıcı bir devletti. Barış ve adaletin tek güvencesi ve sığınağıydı. O, tarihin son medenî ve insanî devletiydi.
Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesi başta Ortadoğu ve Balkanlar olmak üzere geride kalan coğrafyalarda “barışın sonu” oldu. Pandoranın kutusu açıldı; Osmanlı zamanındaki barış ve medeniyete hasret kalındı. Buralara Osmanlı’nın arkasından, sömürge, asimilasyon ve teröre dayanan Batı ve güdümündeki düzenler egemen olunca, barış ve insanlık esası üzerinde yükselen ve tesisi asırlar süren hassas siyasî-içtimaî dengeler bozuldu, medeniyet kubbesi çöktü; sulh ve sükûnun yerini krizler ve savaşların alması kaçınılmaz hale geldi.
Osmanlı’yı meydana getiren ve yüzyıllar boyunca ayakta tutan sebepler, günümüzde sanki yeniden tezahür etmektedir. İnsanlık; dünyanın dengesini bozan, barış ve istikrarını tehdit eden haksızlık, zulüm ve anarşiler karşısında, “Osmanlı benzeri” bir devlet düzenine ve medeniyet projesine/pratiğine ihtiyaç duyduğunu, her geçen zaman daha güçlü olarak dışa vurmaktadır. Yeryüzünde süre giden bunalım ve karmaşalar gayri ihtiyari olarak eski “Osmanlı Ruhu”nu geri çağırmaktadır.
Barış ve Medeniyetin Efendisi
Osmanlı Devleti, hâkimiyetindeki farklı etnik-dinî kimliğe mensup sayısız milleti asırlar boyunca bir arada tutmuş ve İslâmiyet’in vaat ettiği ideal barış ve medeniyeti, çatısı altındaki bütün insanlara ve gölgesinin uzandığı bütün coğrafyalara teneffüs ettirmeyi başarmıştır. 24 milyon kilometrekarelik bir sahada 72 buçuk milleti, 265 farklı dini anlayışı, 600 küsur sene sükûnet ve huzurla bir arada tutabilme/kaynaştırma; tüm zamanların ideal birlikte yaşama modellerinden birini tatbik etme başarısını göstermiştir.
Osmanlı, kılıç zoru ve kaba kuvvete fazla tevessül etmeden, sahip olduğu uçsuz bucaksız topraklarda mucizevî bir düzeni ve İslâmî bir medeniyet modelini fevkalade maharet ve hassasiyetle tesis ederek asırlar boyunca ayakta kalmıştır. Bu harikulade düzenin temelinde, kay¬nağını İslâm’ın cihanşümul hoşgörü ve adaletinden alan, karşılıklı güven ve gönül rızasına dayanan, gerçek insan haklarının geçerli olduğu âdil, insanî ve hoşgörülü bir sistem yatmaktaydı.
Son dönem Osmanlı devlet adamlarımızdan Sadrazam Said Halim Paşa, Osmanlı’nın birbirinden çok farklı özelliklere sahip topluluklar arasında sağladığı birliktelik ve ahengin esaslarını ve bunda İslâmiyet’in oynadığı rolü şöyle izah etmiştir:
“Osmanlı Devleti’nin kuruluş esasları çok özel bir mahiyet taşır. Bu devleti teşkil eden milletler, ırk, lisan ve millet olmak bakımlarından o kadar farklıdır ki, böyle bir siyasî teşekküle bir Avrupalı pek güç akıl erdirebilir. Çünkü Avrupalıların fikir ve inançlarına göre siyasî birlik, lisan ve mezhep beraberliği ile birbirine bağlı olan kimselerin birleşmesinden meydana gelir. Hâlbuki Osmanlı siyasî birliği ırk ve lisan birliğinden ve hatta çoğu zaman âdet ve gelenek birliğinden bile uzaktır. Bu sebeple Osmanlı siyasî birliği, Avrupa Hıristiyan hükümetlerinde olduğu gibi milliyet esasına değil, İslâm birliği ve kardeşliği esasına dayanmaktadır. Esasen İslâmiyet’e esas olan bu his sayesindedir ki, dünyadaki bütün Müslümanlar kendilerini birbirlerinin kardeşi sayarlar.”
Osmanlı devlet geleneği, “devlet-i ebed müddet” ve milletin refah, huzur ve sükûnunu temin etme esasına dayanıyordu. Osmanlı, kanatları altında yaşayan farklı dine, mezhebe, ırka ve kültüre mensup toplulukları, ülkesinin dört bir köşesinde açan ve korunması gereken adeta narin bir çiçek olarak kabul ediyordu. Büyük bir hoşgörü harmonisi içerisinde, hâlen tartışması yapılan demokrasi, özgürlük, âdil yönetim gibi modern mefhumları doruk seviyede harmanlayıp tatbik ederek, o narin çiçekleri yaşatma başarısını gösterdi. Hiçbir ayrıma maruz tutmadan kendisine itaat ve sadakat gösteren bütün tebaasına “vedi’atullâh” (Allah’ın emaneti) yaklaşımını sergilemesi ve gayri Müslim topluluklara gösterdiği müsamaha ve verdiği haklar, demokrasinin beşiği olarak anılan çağdaş batı ülkelerinde bile henüz erişilememiş bir merhaledir.
Cemil Meriç’in de muhteşem ötesi ifadelerle şahikalaştırdığı gibi Osmanlı; “Osmanlı Dünyası” olarak adlandırılabilecek, “nal sesleri ile tekbir seslerinin birbirine karıştığı” ayrı bir kıta haline dönüşecek kadar; nihai sınırlarına ulaştığı dönem itibariyle yüzölçümü 24 milyon km²’ye ulaşan, tesiri altındaki coğrafyalarla birlikte dünya genelinin 7,8’ini (nüfus olarak da @,1’ini) idaresinde tutan ve otuzdan fazla milleti, devleti ve üç ilâhî dinin müntesiplerini içinde barındıran dev bir cihan devleti konumuna erişmişti.
Bu çerçevede, Rus Çarı II. Aleksadr’ın görevlendirmesiyle Sırplar ve Bulgarların isyan edip bağımsızlıkları kazanmalarında büyük rol oynayan General Çernayev (1828-1896), Osmanlı’nın kurduğu sağlam düzeni yıkmakta ne denli zorlandıkları hakkındaki itirafı oldukça dikkat çekicidir: “Türklerin, düzinelerce milleti idare edebilmelerindeki başarının sırrını anlamıyorum. Onlar, milletleri bir kere yeniyorlar. Fakat kazandıkları zaferi ruhlarda ve nesillerde yaşatmayı biliyorlar. Bir değil, birkaç ihtilal bile Türk’ün iliklere işleyen gizli hâkimiyetini yıkmaya kâfi gelmeyecektir. Zaten yarı Avrupa’yı asırlarca boyunduruk altına almak başka türlü mümkün olamazdı.”
Üstelik Osmanlı coğrafyasının karmaşık yapısına rağmen, sınırlar dâhilinde herhangi bir “medeniyet çatışması” da vuku bulmamıştı. Bu bakımdan, farklı coğrafya, kültür, din ve hayat geleneğine sahip toplulukları, büyük bir coğrafya içerisinde uzun asırlar bir arada yaşatabilme becerisini, devlet ve medeniyet anlayışını ortaya koyan Osmanlı tecrübesi, Prof. Mehmet Genç’in ifadesiyle “Hem Türk hem İslâm tarihinde rakipsiz olduğu gibi, dünya tarihinde de benzeri az olan büyük bir siyasî tecrübedir.”
İnsanlık Âleminin Velinimeti
Devlet-i Âli Osman, az önce de belirttiğimiz gibi Millet Sistemi çerçevesinde farklı her milletin kendi kimliğini, inancını ve var olma hakkını korumasına izin vermiştir. Millet Sistemi’nin, Osmanlı düzeninin/medeniyetinin ve birlikte yaşama kültürünün teşekkülündeki rolü oldukça mühimdir.
Bu noktada İlber Ortaylı’nın şu tespitleri gayet yerindedir: “Millet teşkilatı, kavim ve lisan aidiyetine göre değil, din ve mezhep aidiyeti esasına dayanan, içtimaî teşkilatlanma ruh halidir. Millet sistemi bir kompartıman sistemidir ve insanlar kendi dinî kompartımanının üyesi olarak en alttan üst çizgiye yükselme imkânına sahiptir ve bunun için mücadele ederler. Milletlerin idarî teşkilatı onların merkezle antlaşma, müzakere ve istimalet sisteminde olduğu gibi bir tür akitle dinî hürriyet, kültürel muhtariyet ve idarî işbirliği statüsünü vermesidir. Millet nizamı, tarihin kendine özgü bir olayıdır; ne koloniyalist imparatorluklarda azınlık milletlerin durumuyla ne de federatif yapılarla benzeştirilemez. Batı tipi milliyetçiliğe temel olamaz; Batı tipi milliyetçilik, bu sistemle çatışarak ve onun silinmesiyle gelebilmiştir.”
Osmanlı devlet ve medeniyet sisteminin, mevcut yapıyı zorlamadan, ona saygı duyarak ve sürekli toplumsal nabzı tutarak geçerliliğini koruduğu bariz biçimde göze çarpmaktadır. Osmanlı muhayyilesi, kendisini yeryüzünde mazlumların sığındığı “son kale” ya da “selamet cenneti” olarak görüyordu. Osmanlı, azgın emperyalist dalgaların surlarını dövdüğü, mazlumların koruyucusu yalçın bir kale gibiydi.
Osmanlı’yı, bu nev-i şahsına münhasır vasfından dolayı Ortaylı, “Müslüman Üçüncü Roma” olarak tavsif etmektedir: “Osmanlı... Ortadoğu-Akdeniz imparatorlukları içinde klasik Roma’ya en çok benzeyenidir. Orijinal, son derece renkli bir cemiyettir... Ama bu yapıya rağmen ideolojisi İslâm’dı ve İslâm için savaşıyordu... Osmanlı devlet idaresi, herkesin dinî vecibesini yerine getirmesi ve hayatını yaşaması için asayiş kuvveti rolünü üstleniyordu.” Kanunî Sultan Süleyman’ın ifadesiyle, reaya devletin efendisiydi.
Raphaela Lewis, yukarıda ifade ettiğimiz çerçevede sağlam temellere dayanması ve başarılı bir yönetim ve medeniyet modelini uygulaması sayesinde, Osmanlı’nın uzun bir ömre ve hükümranlığa sahip olduğunu tasdik etmiştir. Lewis’in değerlendirmeleri şöyledir:
“Osmanlı idaresinin insanî yönünü ve aklıselimini ortaya koyduğu gibi kudretini de ispat eden bir faktör, Müslüman olmayan tebaanın durumları idi. “Eğri başa vurulmaz” prensibi altında Ehl-i Kitap olan dinlerin taraftarlarına, vergilerini ödeyip ayaklanmadıkları sürece Müslümanların dokunmayacağı tabii idi... Osmanlı Devleti’nin sırrı, mükemmel yetiştirilmiş bir mülkî idareyi, İslâm’ın kutsal kanunlarına dayandığı için bütün Müslümanların saygısını kazanacak bir adlî sistemi ve yırtıcı olduğu kadar sadık ve disiplinli bir orduyu birleştirmesindedir... Gerçekten de, birçok bölgede halkın büyük bir kısmı, kendilerini idare eden Osmanlılardan ırk ve din bakımından çok değişik oldukları halde, başkaldırma ve ayaklanmalar çok nadir oluyordu. Savaş zamanı, devletin asayişi korumakla görevlendirdiği kuvvetler de tebaanın başında sadece birkaç idareci bırakarak cepheye gittikleri zaman bile bu gibi hâdiseler olmuyordu.”
Ortadoğu’da Barışın Teminatıydı
Ortadoğu da Osmanlı’dan sonra büyük bir siyasî anafora kapılmış; huzur, güven ve istikrarın sigortası “Osmanlı Barışı” tarihe karışmıştır. Osmanlı sancağı ve medeniyet şemsiyesi altındaki asude yıllar, özlemle yâd edilen tatlı bir hatıra olarak kalmıştır. Yaklaşık bir asırdır İslâm Âleminde tarih benzer biçimde tekrar etmektedir. Başta Suriye, Irak, Mısır, Libya ve Gazze olmak üzere tüm bölgede, Osmanlı’yı paylaşım kavgasından kaynaklanan eski meselelerin izdüşümleri, birbirini andıran kısır döngüler halinde yaşanmaya devam etmektedir.
Tarih araştırmacıları Jane Burbank ve Frederick Cooper’ın kaleme aldıkları “İmparatorluklar Tarihi” isimli eserdeki şu tespitlere katılmamak mümkün değildir: “Dünya hâlâ Osmanlı İmparatorluğu’nun baştan savma bir şekilde parçalanmasıyla ortaya çıkan sonuçların cezasını çekmektedir.”
Ortadoğu, Emperyalizm ve Siyonizm’in ortaklaşa ürettiği bu fasit daireden çıkabilmek için sancılı bir süreçten geçmektedir. İslâm Dünyasının bağrında ve mukaddes mekânlarda tezahür eden müessif olaylar, Osmanlı’nın bölgede dört asır boyunca tesis ettiği kalıcı barışın ve medeniyet pratiğinin ne anlam ifade ettiğini bugün daha iyi anlatmaktadır.
Topyekûn Ortadoğu, İslâm’ın/Osmanlı’nın huzur, medeniyet ve barış yüklü iklimini büyük bir hasretle aramaktadır. Dolayısıyla Devlet-i Ali İslâm’ın bu coğrafyada sağladığı, özünü İslâm’dan ve İslâmî tecrübelerden alan barış/medeniyet modelini ve birlikte yaşama tecrübesini tetkik etmek bugün daha fazla önem arz etmektedir.
Dünya Ona Muhtaç!
Dünya barış ve istikrarını temin etmesi, insanlığın aradığı huzur ve refahı sağlaması açısından Osmanlı, alternatif bir model olarak günümüz toplum ve devletlerine hâlâ hayat vaat etmektedir. Dünya ve insanlık, “Osmanlı benzeri” bir devlet ve medeniyete bugün hava gibi su gibi muhtaç! İnsanlık, onun yokluğunu büyük bir hasretle arıyor ve yaşadığı ıstırap ve feryatlarla aslında şu ortak intizarı seslendiriyor: “Neredesin ey Osmanlı!”
Hulâsa, özünde İslâm’ın insanlığa vaat ettiği, âlemşümul sulh ve selameti mükemmelen temsil ve tatbik eden Osmanlı benzeri bir nizam ve medeniyet, tüm dünyanın on yıllardır hasretini çektiği barış ve istikrarın yegâne reçetesi olacaktır. (Geniş bilgi için bkz. İsmail Çolak, Dünya Osmanlı’ya Hasret, Mavi Yayıncılık, İstanbul, 2014, 4. Bölüm.)