Osmanlı’da Yeni Bir Dönemin Mimarı SULTAN ABDÜLMECİD
25 Nisan 1823’de İstanbul’da dünyaya geldi. Babası Sultan II. Mahmud, annesi Bezm-i Âlem Valide Sultan’dır. II. Mahmud’un ilk çocuğu olduğu için doğumu, Topkapı Sarayı ve İstanbul’da büyük şenliklerle kutlandı. Ziyafetler verildi; çocuklar, fakirler ve kimsesizler hediyelerle sevindirildi. Annesi ve bakımından sorumlu saray kadınları, küçük şehzadenin sağlıklı büyümesi ve terbiyesi için büyük özen gösterdiler. Çok rahat, mutlu ve huzurlu bir çocukluk dönemi geçirdi. Eğitim-öğretim çağına gelince ünlü hocalardan birçok ders aldı. En meşhur hocaları Akşehirli Ömer ve Şehri Hafız Emin Efendi idi. İlerde iyi bir hattat olacak kadar kendisini hat sanatında geliştirdi. Batı müziği dersleri aldı, piyano çalmayı öğrendi. Osmanlı şehzadeleri/padişahları arasında piyanoyu ilk defa öğrenip çalarak tarihe geçti. O da Yüzünü Batı’ya Çevirdi Babası II. Mahmud, şehzadesinin yetişmesi, dersleri ve okuduğu kitaplarla yakından alakadar oluyordu. Çünkü kendisinden sonra yerine onu padişah yapmak istiyor, başlattığı yenilikleri ve modernleşme hareketlerini devam ettirmesini istiyordu. O yüzden iyi derecede Arapça ve Farsçanın yanında Fransızca öğrenmesini sağladı. Avrupa’daki gelişmeleri ve değişimleri takip edip incelemesini öğütledi. Avrupalılarla ilişki kurmasını, yazışmasını ve çeşitli konularda görüş alış-verişinde bulunmasını istedi. Bunlardan bazı tespit ve sonuçlar çıkarmasını, padişah olduğunda uygulamasını talep etti. Dolayısıyla Şehzade Abdülmecid de, Sultan III. Selim ve II. Mahmud gibi yenilikçi fikirlerle büyüdü. O da yönünü Batı’ya çevirdi, devletin geleceğini orada gördü. Babası veremden vefat ettiğinde henüz 17 yaşındaydı. 1 Temmuz 1839’da, 31. Osmanlı padişahı olarak tahta çıktı. Padişah olur olmaz babasının temelini attığı Tanzimat Fermanı’nı ilan etmek için harekete geçti. Tanzimat’la Neler Hedeflendi? 25 Şaban (3 Kasım) 1839 tarihinde Gülhane Bahçesi’nde, Padişah Abdülmecid, devlet yetkilileri, yabancı elçiler, ilim ve din adamları, kalabalık bir halk ve esnaf topluluğunun hazır bulunduğu bir ortamda Hariciye Nazırı Mustafa Reşid Paşa tarafından Tanzimat Fermanı (Gülhane Hatt-ı Hümayun) yüksek sesle okunarak ilan edildi. Bu fermanın ilan edilmesiyle neler hedeflenmişti? Osmanlı Devleti bu tarihlerde, henüz Mısır meselesini çözememişti ve bunun için de Avrupalı devletlerin desteğine ihtiyacı vardı. Askerî anlamda kendini yenileyemediği, yeni bir orduyu tam olarak kuramadığı ve bir türlü istediği askerî ve siyasî gücü yakalayamadığından ötürü Batılı devletlerle iyi geçinmek, onların dostluğunu ve desteğini kazanmak zorundaydı. Ayrıca Osmanlı topraklarında yaşayan azınlıkları kazanmak, onların bağımsızlık hareketine girişmesini, devletin zayıflamasını ve parçalanmasını engellemek de gerekiyordu. Azınlıkları bahane ederek sık sık Osmanlı’nın içişlerine karışan ve devleti sıkıştıran Avrupalı devletlerin baskısından da kurtulmak lazımdı. Nihayet Osmanlı’nın, Batılı devletlerin seviyesine gelebilmesi, modernleşip gelişebilmesi için yönetim ve hukuk yapısında birtakım yeni düzenlemeler yapması icap ediyordu. İşte Padişah Abdülmecid, Mustafa Reşid Paşa ve etraflarındaki yenilikçilere göre Osmanlı’nın bütün dert ve ihtiyaçlarına derman olabilecek tek reçete Tanzimat idi. Onlara göre bu fermanla Osmanlı, Avrupalı devletler gibi daha modern ve ileri bir noktaya erişip, kendisini geri bırakan ve güçten düşüren tüm sıkıntılarından kurtulabilirdi. Fermanla, en fazla da azınlıklar lehinde düzenlemeler yapıldı, yeni haklar tanındı. Ülkedeki bütün Müslümanlarla eşit vatandaş konumuna yükseldiler. Zaten Osmanlı’nın şimdiye kadar onlara tanıdığı haklar ve özgürlükleri, hiçbir Avrupalı devlet kendi ülkesindeki azınlıklara tanımıyordu. Şimdi de durum aynıydı: Osmanlı’nın Tanzimat’la tanıdığı haklara Avrupa’da hiçbir azınlık sahip değildi. Yine fermanla Osmanlı Devleti, idari ve hukuki anlamda bir Avrupalı devlet olma yolunda önemli adımlar attı. Padişahın elindeki bazı hak ve yetkiler kısıtlandı. Padişah, kendi üzerinde kanun gücünün olduğunu ve yönetimde, hazırlanacak kanunlara uyacağını kabul etti. Tanzimat’ın Götürdükleri: Batılılaşma Tanzimat’ın Osmanlı tarihindeki gerçek anlamı neydi? Getirdikleri bunlardı, ya götürdükleri nelerdi? Tanzimat’la Osmanlı, kendi değerlerine yabancılaşıp, devlet düzeyinde batılılaşmaya yöneldi. Varlığını ve kimliğini Batı değerleri doğrultusunda yeniden tanımlayarak, kendini Avrupalılaşmış bir devlet olarak Batılılara benimsetme çabasına girdi. Böylece, Avrupa’nın kendisinden her anlamda üstün olduğunu kabul etmiş, varlığını korumak ve problemlerini halletmek için alternatif bir çözüm yolu olarak Batı’nın izinden gitmeyi tercih etmişti. Yenileşelim, gelişip kalkınalım derken, etkisi bugün de bütün şiddetiyle devam eden yanlış bir modernleşme anlayışına sapıldı: Sadece Avrupa’nın ilim ve teknolojisinden faydalanarak kendini yenileme ve geliştirme yerine, kültürünü ve sosyal hayatını da taklit etme biçiminde kendini gösteren Batılılaşma hastalığı ya da kompleksi, içtimai bünyeye hızla sirayet etmeye başladı. Hâlbuki zamanın Avusturyalı siyasetçisi Metternich, Tanzimat Hareketi’nin mimarları başta olmak üzere devrin padişahı Abdülmecid’e gönderdiği mektupta, şu dostça tavsiyelerde bulunarak Osmanlı devlet adamlarını uyarmıştı: “Devletiniz günden güne zayıflamaktadır. Onu bu hâle düşüren sebeplerin başında, Avrupalılaşma çabalarınız geliyor. Tavsiyemiz şudur: Hükümetinizi dinî kanunlarınıza saygı esası üzerine kurun. Zamana uyun, çağın ihtiyaçlarını dikkate alın. İdarenizi düzene sokun, düzeltin; ama yerine size hiç de uymayacak olan kurumları koymak için eskilerini yıkmayın. Batı kanunlarının temeli Hıristiyanlıktır. Siz Türk kalınız. Avrupa’nın şartları başkadır, Türkiye’nin başka. Avrupa’nın kanunları, Doğu’nun örf ve âdetlerine taban tabana zıttır. İthal malı yenilikten kaçının. Böyle bir yenilik, Müslüman memleketlerini ancak felakete sürükler.” Kırım Savaşı ve Hasta Adam’ın Direnişi Rusya, Osmanlı’nın Tanzimat’la gelişmesinden, Mısır Meselesi dolayısıyla İngiltere ve Avrupa ile yakınlaşmasından rahatsız oldu. Bu durum, Osmanlı toprakları üzerindeki emellerini gerçekleştirmesi için büyük bir sıkıntıydı. O yüzden Çar I. Nikola, “Hasta Adam” dediği Osmanlı’yı paylaşmak için İngiltere’ye anlaşma teklif etti. Ama İngiltere reddetti. Zira henüz Osmanlı’yı destekliyor, ona ihtiyaç duyuyordu. İngiltere’den umduğunu bulamayan Nikola, bu defa Osmanlı ile savaşa girmek için bahane aramaya koyuldu. Osmanlı’nın hâkimiyetinde bulunan Kudüs’teki Hıristiyan Ortodokslar lehine ayrıcalık istedi. Osmanlı’nın burada, Katolik Hıristiyanlara ve onları koruyan Fransa’ya daha fazla ayrıcalık tanıdığını iddia etti. Bununla ilgili gönderdiği nota reddedilince Osmanlı’ya savaş açtı. Rus ordusu 35 bin askerle, Temmuz 1853’de Romanya’ya girdi. Osmanlı ordusu cevap verdi ve Kalafat’ı geri aldı. Ancak Kafkaslardaki savaş Osmanlı adına iyi gitmiyordu. Rus donanması, Sinop Limanında bulunan Osmanlı donanmasını imha etti. Ardından Sinop’u bombaladı; 2500 evi yaktı yıktı, yüzlerce insanın ölümüne sebep oldu. (30 Kasım 1853) Rusların, Osmanlı donanmasını yakması ve Sinop’u bombalaması Avrupa’da büyük yankı uyandırdı. İngiltere ve Fransa, Rusya’ya karşı Osmanlı’yı destekleme kararına vardı. Önce Ocak 1854’de Karadeniz’e birleşik bir donanma gönderdiler, sonra da Mart ayında Rusya’ya savaş ilan ettiler. Şimdi savaşın niteliği ve seyri iyice değişmişti. İlk ve son defa İngiltere ve Fransa, Osmanlı’nın yanında Rusya’ya karşı savaşa girdi. İngiltere ve Fransa tarafından desteklenen Osmanlı ordusu, Rusya’ya karşı büyük bir saldırıya geçti ve Eylül 1854’de Kırım’ı ele geçirdi. Rus ordusu, Eylül ayında Alma Zaferi, Kasım ayında da İnkerman Zaferi ile ağır bir yenilgiye uğratıldı. Çar Nikola, hiç tahmin etmediği bir durumla karşı karşıyaydı. Zafer beklerken devamlı yenilgi haberleri alıyordu. Hasta Adam diyerek küçümsediği ve aşağıladığı Osmanlı Devleti’nden beklenmedik tokatlar yemişti. Kendisi de içinde bulunduğu acı durumun farkındaydı. Bir defasında şöyle demişti: “Hasta Adam bizi yüreğimizden vurdu!” Osmanlı ve müttefikleri Rusya’yı kalbinden vurdu ve tüm direncini kırdı; barış yapmaya mecbur bıraktı. Fakat yenilgiyi hazmedemeyen I. Nikola, barış masasına oturmaktansa intihar etmeyi tercih etti. (2 Mart 1855) Şanlı Silistre Destanı Çar Nikola, Kırım Savaşı sırasında ordularına Tuna Nehri üzerinde önemli bir konuma sahip olan Silistre Kalesi’ni kuşatma emrini verdi. Silistre’nin düşmesi halinde Osmanlı’nın tutunamayacağını düşünüyordu. Rus ordusu 80 bin asker, 130 topla kaleye yüklendi. Kale komutanı Musa Paşa’nın emrindeyse 10 bin asker vardı. Ruslar kaleye durmadan gülle yağdırıyordu. Karşı koymak imkânsızdı, ama Osmanlı askerleri kahramanca direniyordu. Öyle ki Osmanlı kuvvetleri, üst üste iki Rus komutanı ağır yaraladı, bir generali de öldürdü. Ancak Rus ordusu çok güçlü ve amansızdı. Az bir kuvvete, yetersiz erzak ve cephaneye sahip olan Musa Paşa açısından durum pek de iç açıcı değildi. Kara kara düşünüyor, bir çıkış yolu bulmaya çalışıyordu. Bu arada düşmandan gelen teslim tekliflerini de her defasında şöyle diyerek geri çeviriyordu: “Bu kale, teslim etmem için değil, savunmam için emanet edildi! Ben almadım ki, ben vereyim!” Hemen arkasından da gittikçe eriyen Osmanlı askerlerini toplayarak şu etkili konuşmayı yaptı: “Efendiler! Böyle beklemektense saldırıya geçmek daha iyidir. Bizi, tükendik sanıyorlar. Tükenmediğimizi düşmana göstermenin tam vaktidir. Yarın cehennem ateşi gibi üzerlerine yağarsak şaşkına dönerler. Umulur ki, bu şaşkınlıktan biz istifade ederiz.” Ertesi gün, 13 Haziran 1854’de kelimenin tam anlamıyla kıyamet koptu. Kaleyi kahramanca savunan bir avuç Osmanlı askeri, bütün güçleriyle saldırıya geçtiler. Hepsinin ağzında da demirden dağları bile eritecek kudretli ve kutsal kelimeler vardı. Nihayet Rus ordusunun kuşatmasını kırmayı ve geri püskürtmeyi başardılar. Ertesi gün aynı hücum tekrarlandı. Ruslar ölümü hiçe sayan bu amansız taarruz karşısında şaşkına döndüler ve ne yapacaklarını bilemediler. Geri çekilmekten ve kuşatmayı kaldırıp kaçmaktan başka çareleri kalmadı. Rus ordusunun bilânçosu ağırdı: 9’u general, 15 bin ölü, 25 bin yaralı... Şanlı savunmanın başkahramanı Musa Paşa, Müşir (Mareşal) rütbesiyle onurlandırıldı. Bu zafer hediyesini aldığında, gülümseyerek şu duada bulundu: “Bu rütbenin yerine şehitlik rütbesi almayı tercih ederdim!” İsteği ve duası kabul oldu. Rus ordusu çekilirken, yenilginin hıncıyla ateşlenen bir top güllesi, büyük komutan Musa Paşa’yı şehit etti. Yıllar sora Namık Kemal’in “Vatan yahut Silistre” piyesinde ebedileştirdiği şanlı Silistre Destanı işte böyle yazılmıştı. Islahat Fermanı ve Azıtan Azınlıklar Bu arada ilginç bir gelişme yaşandı. Osmanlı, Islahat Fermanı’nı, Paris Antlaşması imzalanmadan tam 7 gün önce ilan etmişti. (18 Şubat 1856) Fermanla hedeflenen amaç belliydi: Anlaşma öncesinde Avrupalı devletlerin sempatisini ve desteğini kazanarak, anlaşma masasında Osmanlı lehine bir durumun ortaya çıkmasını sağlamaktı. Bu yönüyle Tanzimat Fermanı’na çok benziyordu. Onun devamı ve tamamlayıcısı niteliğindeydi. Avrupalılara ve azınlıklara Osmanlı’nın verdiği ikinci tavizdi. Fermanla azınlıklara tanınan haklar, Tanzimat’tan çok daha ileri seviyedeydi. Şöyle ki: İlk defa azınlıklara devlet memuru ve asker olma imkânı verildi. Müslümanlara ait okullara gidebilme, isterlerse kendilerine ait okullar açabilme hakkı tanındı. Ayrıca askere gitmemeleri karşılığında kendilerinden alınan “cizye” vergisi kaldırıldı; askere gitmek istemeyenlere bedel-i askerî ayrıcalığı getirildi. Yenilikleri, Eserleri ve Hizmetleri 1839’da Osmanlı’nın ilk kâğıt parası, “kaime-i nakdiye-i mutebere” adıyla basıldı. 1841’de, yapımını babasının başlattığı Çırağan Sarayı’nı tamamlattı. 1845’de Osmanlı’nın ilk askerî lisesini Bursa’da, Işıklar Askerî İdadisi (Lisesi) adıyla açıldı. 1846’da ilk Osmanlı müzesi Tophane-i Amire açıldı. 16 Mart 1848’de Osmanlı’nın ilk erkek öğretmen okulu olan Darülmuallimin (Çapa Öğretmen Okulu) Mektebi eğitime başladı. 18 Temmuz 1851’de, Fransız Akademisi örnek alınarak, “Encümen-i Dâniş” adıyla Osmanlı ilimler akademisi açıldı. (En kayda değer hizmeti, Ahmed Cevdet Paşa’ya, meşhur Cevdet Paşa Tarihi’ni yazdırmasıdır.) 9 Eylül 1855’de ilk telgraf hattı, Edirne-Varna-Kırım arasına kuruldu. 1856’da Avrupalılardan alınan dış borçlarla, Batı tarzı mimariye göre Dolmabahçe Sarayı inşa edildi. Bitmesi 10 yıl sürdü; yapımında 9 ton altın, 41 ton gümüş kullanıldı. 5 milyon altın liraya mal oldu. Oldukça gösterişli bir yapıya sahip olan bu sarayla, Avrupalılara karşı Osmanlı’nın hâlâ güçlü olduğu izlenimi bırakılmak istenmiştir. Bu devirde yapılan diğer mimari eserler şunlardır: 1845-1846’da Bezmiâlem Valide Sultan Gureba Hastanesi ve Yeni Galata Köprüsü; 1847’de Edirne-Meriç Köprüsü; 1849’da Ortaköy’deki Mecidiye Camii; 1851’de Hırka-i Şerif Camii; 1854’de Teşvikiye Camii; 1855’de Beykoz Kasrı. Ayrıca Kâbe’nin altınoluğu ve Harem-i Şerif tamir edildi. 1859’da Mülkiye (Siyasal Bilgiler) Mektebi öğretime açıldı. Osmanlı’nın, İstanbul Boğazı’nın altından geçecek olan ilk tüp geçit projesi 1860’da “Tünel-i Bahri” ismiyle, Fransız mühendis Jaggues Perraut’a yaptırıldı. Fakat padişahın 1861’de vefat etmesi ve devletin içinde bulunduğu ağır siyasî, askerî ve ekonomik şartlar sebebiyle bu proje gerçekleştirilemedi. Bunların dışında Sultan Abdülmecid, ülkenin çeşitli yönlerine 6 seyahat düzenledi. Devrinde ilk defa romanlar yazılmaya, hikâyeler yayınlanmaya başladı. Tanzimat Edebiyatı ortaya çıktı. Verem’den Ölümü Sultan Abdülmecid, tarihe “Kuleli Olayı” olarak geçen 14 Eylül 1859’daki suikast plânıyla ölmekten kıl payı kurtulmuştu. Ancak babası II. Mahmud gibi verem hastalığının pençesine düşmekten ne yazık ki kurtulamadı. O zamanların en amansız ve dermansız hastalığı veremdi. Doktorlar hastalığın yayılmasını ve padişahı esir almasını önleyemediler. Nihayet 25 Haziran 1861’de hastalığa yenik düştü. Vefat ettiğinde henüz 39 yaşındaydı. Padişahlığı 21 yıl 6 ay sürdü. Bedeni, Sultan Selim Camii avlusundaki Yavuz Sultan Selim Türbesi’ne defnedildi. !!!DİLERSENİZ Kaynakça ÇIKARILABİLİR!!! Kaynakça: Engelhardt, Türkiye ve Tanzimat, Çeviren: Ali Reşad, İstanbul, 1912/1999, s.38-168; Ali Fuat Türkgeldi, Mesâil-i Mühimme-i Siyâsiyye, Hazırlayan: Bekir Sıtkı Baykal, Ankara, 1960, c.1, s.1-336; İ. Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronoloji, İstanbul, 1961, c.4, s.121-196; E. Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, c.6, Ankara, 1988, s.1-289; A. Hamit Ongunsu, “Abdülmecid”, İA, c.1, s.92-94; Cevdet Küçük, “Abdülmecid”, DİA, c.1, İstanbul, 1988, s.259-263.
İsmail ÇOLAK
YazarKuba Mescidi Hz. Peygamber (s.a.v.)´in Hicret esnasında bina ettiği ve içinde ashabıyla birlikte namaz kıldığı, İslâm´da inşa edilmiş ilk mescittir. Hicret yıllarında Kuba küçük bir köyden ibaretti. ...
Yazar: Resul KESENCELİ
Nizâmü’l-Mülk, 10 Nisan 1018’de Horasan’ın Tûs şehrine bağlı Radkan köyünde doğdu. Babası Ali bin İshak’tır. Annesini henüz bebekken kaybeden Nizâmü’l-Mülk’ün eğitimiyle babası ilgilendi. Küçükken Kur...
Yazar: Resul KESENCELİ
Çanakkale’nin köylerinden her gün bıyığı henüz terlememiş, çocuk denilebilecek yaştaki yüzlerce genç, savaşa katılmak üzere birliklere katılıyordu. Kısa süreli bir eğitimden sonra bölük bölük cepheye ...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Osmanlı İmparatorluğu, 19. yüzyılın ikinci yarısında siyasî ve askerî alanda büyük güçlükler ile karşılaşmıştır. Osmanlıların bu durumundan yararlanmak isteyen Ruslar Osmanlı Devleti’ne savaş açmışlar...
Yazar: Resul KESENCELİ