Osmanlı Şeyhülislamlarının Tasavvufî Hayata Bakışı
Osmanlı ulemâsı, ilmiye sınıfını oluşturan kalem erbâbının genel adıdır. Bunlar başta şeyhülislâm olmak üzere müderris, kadı, müftü ve vâizlerden oluşmaktadır. İlmiye sınıfının bir kısmı sarayın bîrûn denilen bölümünde hizmet eden, padişah hocaları, hekimbaşı, hünkâr imamı ve padişah vâizi gibi kişilerden müteşekkil iken, saray dışında yer alanlar ise daha çok medreselerde ve kadılıklarda bulunmaktaydılar. Bunun yanı sıra camilerde görev yapan müezzin, vâiz, hatip, ders-i âmm ve hâfız-ı kütüb gibi kalabalık bir ilmiye sınıfının varlığı da bir gerçektir. Bunların yanı sıra camilerde temizlik ve vakitlerin tayini ile uğraşan bir kadro da söz konusudur. Osmanlı’da ulemâ sınıfı, insan bedenindeki kalbe benzetilmektedir. Kalbin bedene kan pompalaması ve kanın vücûdun her noktasında bu sayede dolaşması gibi âlimler de toplumun her kademesinde dolaşarak hareket, bereket ve bolluğu yayarlar. Beden mesâbesinde olan toplumun bütün âzâları ilim denilen can suyu ile diri ve dinç hâle gelir. Bu sayede câhiller bilgi sahibi olur, halk ise aydınlanır.1 14. asırda Osmanlı Devleti’nin en önemli ilim merkezi İznik idi. Daha sonra bu vasıf, Orhan Gazi, Murâd-ı Hüdâvendigâr, Yıldırım Bâyezîd, Çelebi Mehmed ve II. Murad’ın yaptırdığı medreselerle Bursa’ya intikâl etmiştir. II. Murad’ın yaptırdığı medrese ve dâru’l-hadîs ile Edirne’de ilmî müesseseler daha güçlü hale getirilmiştir.2 Fâtih ve Kânûnî devirlerinde, tesis edilen “Sahn-ı Semân” medreseleri ile “ilim beldesi” özelliği İstanbul’a kaymış ve günümüze kadar devam eden bir hüviyete sahip olmuştur. Şeyhülislâmlık Müessesesi Şeyhülislâmlık müessesesi, Osmanlı Devleti’nde, ilmiye sınıfının reisi ve şer’î mahkemelerin nâzırı vasfı ile ortaya çıkmıştır. İdaresini dinî esaslara göre kuran ve koruyan bir devlet için çok önemli bir mevkii olan şeyhülislâmlık makamı, Zembilli Ali Cemâlî Efendi (ö.922/1525), İbn Kemâl Paşa (ö.940/1533) ve Ebussuûd Efendi (ö.982/1574) gibi dirâyetli zevâtın yetişmesi ile mevki ve nüfuz bakımından sadrazama, dünya ve âhiret ilimlerine sahip olmaları dolayısıyla da padişahlara bile üstün bir seviyede tutulur olmuştur.3 Padişahların azl ve hâl’inin, şeyhülislâm fetvâsı ile kuvveden fiile çıkması bu husûsun bir delili olarak düşünülebilir. II. Bâyezîd devrinde yaşayan ve umûmiyetle ilk şeyhülislâm kabul edilen, şer’î ve sûfî kişiliği şahsında birleştirebilmiş Molla Fenârî’nin (ö.834/1430) bu makama getirilmiş olması, medrese ve tekke ayrımının zuhûruna engel olan bir girişimdir. Şeyhülislâmlık makamını ihraz etmiş 131 şeyhülislâmın fetvâları ile sûfîleri desteklemesi4, Mevlânâ ve Muhyiddîn İbnü’l-Arabî aleyhindeki tutum ve davranışları yüzünden Çivizâde Muhyiddîn Mehmed Efendi’nin (ö.949/1542) azledilen ilk şeyhülislâm olması, devletin medrese ve tekke arasında ayrım yapmadığı, aksine her ikisine de aynı itibarı gösterdiği söylenebilir.5 Şeyhülislâmlık makamından önce müftiyu’l-enâmlar vardı. Müftiyu’l-enâmlar da genelde tekkelilerin tarafında gözükmüşlerdir. Molla Fenârî gibi bizzat tasavvufî hayatın içine girenler de vardı.6 Şeyhülislâmların Tasavvufla İlgileri Devlet bürokrasisinde şeyhülislâmın dinî, ilmî ve adlî sahada icrâ ettiği önemli fonksiyonlar bilinmektedir. Uğraştıkları saha ve meşgul oldukları medrese ilimleri açısından şeyhülislâmların doğrudan tekke hayatının içerisinde olmadıkları bir gerçektir. Ancak tekke hayatının dışında olmak, tasavvufî hayata karşı olmak anlamına da gelmemektedir. Gerçi fetvâlarıyla tekke mensuplarına karşı devletin çok sert tedbirler almasını uygun gören şeyhülislâmlar olduğu gibi, işi kendi akışına terk edenler de az değildir. Sûfîleri tezkiye eden, inançları hakkında yansız ve ilmî kararlar veren şeyhülislâmlar da vardır. Osmanlı şeyhülislâmlarının genelde tasavvufla ilgilendikleri bilinmektedir. Halvetiyye, Bayramiyye, Mevleviyye, Melâmiyye, Bektaşiyye ve Nakşbendiyye tarîkatları ile yakın alâka kuranların çoğunlukta olduğu dikkat çekmektedir. Şeyhülislâmların tasavvufla ilgilerinin daha çok bir şeyhe intisab etme, şeyhlerden feyz alma, tekke yaptırma, meşîhat koydurma ve tasavvufla ilgili eser telif etme şeklinde tezâhür ettiği görülür.7 II. Bâyezîd, Yavuz Sultan Selim ve Kânûnî Sultan Süleyman devirlerinde şeyhülislâmlık yapmış olan Zembilli Ali Efendi (ö.932/1526) bütün vaktini okumak, okutmak, fetvâ vermek ve ibadet etmekle geçirmeyi prensip edinmiştir. Zembilli Ali Efendi, ulemâ ve meşâyıh arasında kavgaya sebep olan “devrân” ile zikir hususunda verdiği müsbet fetvâların yanı sıra, bir de risâle kaleme almış ve bu risâlede sûfîleri savunmuştur. Zembilli Ali Efendi’nin Şeyh Vefâ’ya (ö.896/1491) mürîd olduğu, Çelebi Halîfe ve Mes’ûd-ı Edirnevî gibi mutasavvıflarla da iyi münâsebetler kurduğu belirtilmektedir. Zembilli Ali Efendi’den sonra şeyhülislâmlık makamına geçen İbn Kemâl’in (ö. 940/1534) de ilk dönemlerde “semâ” ve “devrân” gibi bir kısım tasavvufî uygulamalar dışında, genel olarak tasavvuftan yana tavır koyduğu görülmektedir. Daha sonra semâ ve devrânla alakalı tavrında da bir yumuşama olduğu gözlenmektedir. Tasavvuf ilmini onun fikrî yapısına şekil veren disiplinlerden biri olarak görmek hiç de yabana atılır bir tesbit değildir. Konuyu Reşat Öngören Bey’in tesbitlerini özetler mâhiyette açıklamak istiyorum. Kozmik varlığı izahta hareket noktası olarak “Nûr-i Muhammedî” veya “Hakîkat-i Muhammediyye” görüşünü benimseyip, Hz. Allah’ın “Kenz-i Mahfî” iken, “Esmâ-yi Hüsnâ”ya nazar ederek ondan zuhûr eden nurdan hakîkat-i Muhammediyyeyi yarattığını, bundan da bütün kâinâtı var ettiğini belirtmesi, mevcûdâtı, Allah’ın isimlerinin birer mahzarı şeklinde ifade etmesi, insanın, Cenâb-ı Hakk’ın cemâli ve kemâlinin bir mahzarı olduğunu söylemesi gibi hususlar bunun açık göstergesidir. Ayrıca rûhun bedenden ihtiyârî olarak çıkabileceğini kabul edip sûfîlerin “insilâh” diye isimlendirdikleri olayla “ölmeden önce ölünüz” hadisinin mânâsının daha iyi anlaşıldığını belirtmesi, yeniden dirilmeyi (haşr-ı ecsâd) üç kısma ayırıp, ikinci kısım olarak belirlediği “husûsî haşr”ın dünyada iken “seyr ü sülûk” ile gerçekleşebileceğini ifade etmesi, sâlihlerin mertebeleri ve meşâyıhın vasıflarından söz etmesi, eserlerinde halk edebiyatına ait motifleri, daha çok tasavvufî terimler içinde ele alması, onun tasavvufî düşünceyle ne kadar iç içe olduğunu net bir şekilde göstermektedir. Fikir yapısının şekillenmesinde tasavvufî düşüncenin önemli bir etkiye sahip olduğu anlaşılan İbn Kemâl’in, Nakşbendiyye’den Emir Buhârî’nin halîfesi ve damadı Şeyh Mahmud Çelebi (ö.938/1531-32) ve Ebussuûd Efendi’nin eniştesi Bayramiyye’den Şeyh Abdurrahim Müeyyedî (ö.944/1537-38) ile çok iyi ilişkiler kurduğu belirtilmektedir. Aynı zamanda, Gülşenîyye-i Halvetiyye’nin kurucusu Şeyh İbrahîm-i Gülşenî’den (ö.940/1533-34) de el aldığı kaydediliyor. Ancak onun bir tarîkat şeyhine intisap edecek kadar tasavvuf erbâbına yakınlaşmasının da belli bir değişim sürecinin sonunda gerçekleştiği görülmektedir. Zira ilk zamanlarında, semâ ve devrân ile zikir yapan sûfîlere; özellikle Halvetîlere karşı çok katı tutum içinde olduğu bilinmektedir. İbn Kemâl’de meydana gelen bu önemli değişimde, o dönem meşâyıhının mânevî dirâyetleri ve ilmî hüviyetlerinin etkili olduğu söylenebilir. Nakledildiğine göre, İbn Kemâl, Şeyh Gülşenî’ye intisap etmeden önce, Halvetiyye’den Sünbül Sinan’la dostluk kurmuştu. Önceleri birbirlerini şiddetle tenkit ederlerken, daha sonra aralarında gelişen dostluk sebebiyle sık sık meclislerde birlikte olmaya başlamışlardı, İbn Kemâl, Sünbül Efendi’nin sohbetlerine de iştirâk etmeye başlamış ve bu şekilde samimiyetleri de daha çok pekişmişti. O yüzden Şeyh Sünbül’ün 936/1529 yılındaki vefâtı İbn Kemâl’i çok üzmüş ve şeyhin ardından bir mersiye kaleme almıştır. Mersiyenin sonunda şeyhin vefâtına tarih düşen İbn Kemâl şöyle demektedir: Hâtif-i gaybî dedi târîhini Nûr olâ Sünbül Sinân’ın kabri hep. Sünbül Efendi vefât ettiği sırada, İbn Kemâl’in ziyâret maksadıyla onun yanında bulunduğu kaydedilmektedir. İbn Kemâl, şeyhe “Geçmiş olsun.” deyip, aralarında meydana gelen kısa konuşmadan sonra, şeyhin hâlinin iyi olduğuna kanaat getirerek ser-tarîkin odasına geçer. O sırada kendisine ikrâm edilen şerbeti içerken Sünbül Efendi’nin vefât ettiği haberi gelir. Bu ânî vefâta şaşıran şeyhülislâm, “Hey Molla Şeyh ayık geldin, ayık gittin.” diyerek şaşkınlığını dile getirmiştir. Şeyhin namazını da onun kıldırdığı rivâyet edilmektedir. Sünbül Sinan Efendi’nin vefât ettiği sene Şeyh İbrahîm-i Gülşenî (ö.940/1533-34), bazı ithamlar sebebiyle Mısır’dan İstanbul’a celbedildiğinde, suçuyla ilgili delil elde etmek için görevlendirilenler arasında Şeyhülislâm İbn Kemâl de bulunmaktaydı. İbn Kemâl’in Gülşenî’yi teftiş için dinlediği sohbetlerin yanı sıra, şeyhle özel görüşmeler yaptığı da rivâyet edilmektedir. İşte bu görüşmeler esnâsında şeyhülislâm Gülşenî’ye hayran kalmış ve onun mürîdleri arasına katılmıştır. İbn Kemâl’in bir müddet sonra şeyh hakkındaki kanaatini bildirirken Sadrazam İbrâhîm-i Paşa’ya, “Bu tâifeyle uğraşmak, Allahu Teâlâ’ya itirazdır. Evlâ olan bunların dünyevî maslahatlarını görüp, duâlarını almaktır.” diye haber göndermesi, şeyhe ne denli bağlandığını açıkça göstermektedir. Ayrıca Kânûnî, Şeyh Gülşenî tarafından kendisine takdim olunan 40.000 beyitlik Ma’nevî isimli eseri inceletmek üzere İbn Kemâl’e gönderdiğinde, onun eser hakkında yazdığı mütâlaası, tasavvuf adına ulaştığı noktayı göstermesi bakımından önem arz etmektedir. İbn Kemâl mütâlaasında şöyle demektedir: “Bu kitâb-ı Ma’nevî ki, Şeyh İbrâhîm-i Gülşenî’nindir, hakâyık-ı kudsiyyeden inşâ ve dekâyık-ı ünsiyyeden ibnâ olmağın, ehl-i sünnet bunun ma’nâsına vâkıf olamaz. Ve ıstılâhât ve te’vilâtına muttali’ olmayan, işârâtına ârif olamaz ki, ekserî tefsîr-i Kur’ân-ı azîm ve te’vîl-i kelâm-ı kadîm ve şerh-i hadîs-i nebevî ve keşf-i kelimât-ı Mustafavî ma’nâsını muhtevîdir. Ki anda nice esrâr-ı ilâhî muntavîdir. Pes ehlullâhın ahvâline i’tikâd lâzım ve rûhâniyetlerinden istimdâd mühimdir…” Şeyh Gülşenî, Ma’nevî’nin bir nüshasını bizzat imzalayarak İbn Kemâl’e hediye etmiştir. Şeyhülislâm İbn Kemâl’in özellikle Halvetîlere karşı eski tavrını terk ederek, bu tarîkatın bir kolu olan Gülşenîyye’ye intisâb edecek kadar değiştiği anlaşılmaktadır. 19. asrın ileri gelen Halvetiyye şeyhlerinden Kuşadalı İbrâhîm-i Halvetî (ö.1262/1845), İbn Kemâl’le ilgili olarak şöyle demektedir: “Misâl âleminde ara sıra Sünbül Sinân ile görüşürüm, bazen o benden istifâde eder, bazen de ben ondan istifâde ederim. Yine bu âlemde vakit vakit İbn Kemâl ile de görüşürüm, fakat her zaman ben ondan istifâde ederim.”8 Tasavvufa intisâb etmiş şeyhülislâmlardan birisi de Sâdık Muhammed Efendi’dir (ö.1121/1709). Sadreddîn-i Şirvânî’nin torunu olan Sâdık Muhammed Efendi, tasavvufa dair kaleme aldığı Risâle Fî Aksâmi’z-Zikr, Risâletü’l-Mergûbe Fi’t-Tasavvuf ve Risâle Fî Beyâni Fazileti’z-Zikri’l-Hafî Ale’l-Cehrî adlı üç eseri ile dikkat çekmektedir.9 Melâmîler tarafından “Seyyid Ali Sultan” olarak da tanınan Şeyhülislâm Paşmakçızâde Ali Efendi (ö.1124/1712), Nakşbendîliğe mensup bir şeyhülislâmdır. Meşreb olarak Melâmî (Hamzavî)’dir. Bursalı Seyyid Mehmed Hâşim Efendi’nin (ö.1088/1677) yegâne halîfesidir. Ondan sonra kutub olmasına rağmen, kendisini devamlı gizlediği için irşâda ehliyetli hiçbir kimse yetiştirememiştir. Ahmed Buhârî Tekkesi postnişinlerinden Hâce Abdülkebîr Efendi (ö.1131/1719), tahsilini tamamladıktan sonra, Paşmakçızâde Ali Efendi’nin yanında tecrübe kazanmıştır. Şeyhülislâmlık görevine üç defa getirilen ve Melâmîliğe Şair Gedâî Ali Efendi tarafından sokulan Paşmakçızâde Ali Efendi, Sultan III. Ahmed (ö.1703/1730) üzerinde etkili olmuş ve özellikle bu nüfûzunu kullanarak Melâmîliği bürokrasi içinde aktif bir konuma getirmiştir. Nitekim Sadrâzam Şehîd Ali Paşa’nın kutubluk döneminde ve Lale Devri boyunca Sadrâzam Nevşehirli Dâmad İbrâhim Paşa’nın himâyesi altında, devletin üst kademelerine yapılan atamalarda söz sahibi olmuştur.10 Dâmadzâde Ahmed Efendi, Nakşibendî şeyhlerinden Murad Efendi’ye müntesib bir şeyhülislâmdır. Babası tarafından Eyüb Nişancası’nda yaptırılmış olan medreseye Nakşbendiyye meşîhatı koydurulmuş ve burayı Şeyh Murad Efendi tarafından irşâd hizmetlerinde kullanılmak üzere vakfetmiştir. Ahmed Efendi, 1154/1741’de vefât etmiş ve tekkede medfûn bulunan babasının yanına defnedilmiştir.11 Sûfî meşreb kişiliği dikkat çeken bir diğer şeyhülislâm Seyyid Mustafa Efendi (ö.1158/1745), Şeyhülislâm Feyzullah Efendi’nin oğludur. Babası gibi şeyhülislâm olan Mustafa Efendi, seyr ü sülûkunu Mekke’de bulunan Yekdest Ahmed Efendi’den tamamlamıştır. Eyüb Baba Haydar Mahallesi Toprak sokakta Nakşbendîliğe mahsus Tamışvar Tekkesi’ni yaptırmıştır. Müderrislik, kadılık ve şeyhülislâmlık vazifelerinde bulunan Çelebizâde Âsım Efendi (ö.1173/1760), Mevlevîliğe mensup vak’anüvis ve şair bir şeyhülislâmdır. 18. asrın önemli şeyhlerinden Receb Dede’den istifâde edip feyz almıştır. Çağdaşları tarafından dürüst, iyiliksever, hoşsohbet biri olarak nitelendirilen Çelebizâde Âsım Efendi, aynı zamanda hattat ve şair idi. Mûsıkîde üstad ve bestekâr olan Şeyhülislâm Dâmadzâde Feyzullah Efendi (ö.1175/1761), Sütlüce’de bir zâviye yaptırırken12, Şeyhülislâm Hacı Veliyyüddîn Efendi (ö.1182/1768), Murad Buhârî Tekkesi’ne mescid-tevhidhâne inşâ ettirmiştir.13 “Osman Molla” olarak da bilinen âlim, fâzıl, cömert ve hattat bir şeyhülislâm olan Pîrîzâde Osman Sâhib Efendi (ö.1184/1770) meşreben Bektaşî bir şahsiyettir.14 Cömert, fukarâya müşfik ve ihlas sahibi bir şeyhülislâm olan Sâlihzâde Mehmed Emin Efendi (ö.1190/1776), Murad Buhârî Tekkesi’ne, hatm-i hâcegân yapılması için vakıf geliri tahsis ederken15, Şeyhülislâm İshak Efendi (ö.1147/1734), Nakşibendî Şeyhi Murad Buhârî’nin müntesiplerindendir.16 Şeyhülislâm Muhammed Sâlih Efendi’nin Mehmed Emin Tokâdî ile gönül bağının olduğu ve karşılıklı iyi münâsebetler içerisinde bulundukları bilinmektedir.17 Kütüphane sahibi Şeyhülislâm Aşir Efendi (1219/1804), Bursa Enârî Dergâhı şeyhi Bedreddin Efendi’nin (ö.1216/1801) müritlerindendir. Bursa’ya geldiğinde şeyhinden dergâhı tamir için müsâade istemiş, o da “Şimdi olmaz, zamanı gelince yaparsınız.” diye mukâbele etmiş, bazı ihvan “Efendim! İşte Şeyhülislâm Efendi tekkeyi yeniden inşâ edecekti, niçin müsâade buyurmadınız?” diye üzülerek sorunca, “Yanacak bir şeyin şimdi yapılmasında ne mânâ var? Sonra yaptırsın.” diyerek sözlerine açıklık getirmiştir. Gerçekten de 1216/1801 senesinde çıkan büyük yangında tekke yanmıştır.18 19. asırda görev yapan yaklaşık yirmi dokuz şeyhülislâmdan on üç tanesinin bir tarîkata müntesip olması, birisinin bizâtihî şeyh olarak resmî makamda bulunması, birçoğunun tekke yaptırması veya tekke hazîresine defnolunması, ilmiye sınıfı ile tasavvufî coğrafyanın birbiriyle ne denli kaynaşık olduğunu göstermektedir. Bu şeyhülislâmlardan çoğunun Nakşbendiyye müntesibi olmasına rağmen bir kısmının da Şâbâniyye, Rifâiyye, Celvetiyye ve Kâdiriyye tarîkatlarına bağlı olduğu görülmektedir.19 Şeyhülislâm Muhammed Tahir Efendi (ö.1254/1838), Bektaşiliğin kaldırılması için ciddî gayretler gösterdiği kadar, tarîkatlarla ilgili bir risale yazdığı ve Altımermer civârındaki Kâdiriyye tekkesini de yaptırdığı bir gerçektir. Şeyhülislâm Refik Efendi (ö. 1288/1872), bir yandan Meclis-i Meşâyıh’ın kurulmasıyla ilgili samîmî faaliyetler gösterirken, bir taraftan da Nakşbendiyye tarîkatına intisâb etmiş ve Muhyiddîn İbnü’l-Arabî hayrânı bir âlim olarak tanınmıştır. 1293/1876 tarihindeki talebe-i ulûm ayaklanması sebebiyle Medine’ye sürgün edilen Şeyhülislâm Hasan Fehmi Efendi (ö.1298/1880) ise, Muhyiddîn İbnü’l-Arabi’nin eserleri üzerinde çalışanlardan biridir. Yine Şeyhülislâm Abdurrahrnan Nesîb Efendi (ö.1332/1913) de Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’nin eserlerine “candan müştâk” olan bir isimdir. O aynı zamanda Rifâiyye şeyhi Muhammed Resmî Efendi ve Gülşeniyye şeyhi Şerefüddîn Şuayb Efendi’nin de yakınlarındandır.20 Dipnot * Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE 1. Cağfer Karadaş, (2011), “Sivâsîler-Kadızâdeliler Olayı ve İnanç Boyutu”, 110 2. Taşköprizade, eş-Şekaik, 9. 3. Ziya Kazıcı, (1981), “Osmanlılarda Şeyhulislâmlık Müessesesi”, V/II, 45. 4. Mustafa Kara, (1990), Tekkeler ve Zaviyeler, 89. 5. İrfan Gündüz, (1983), Devlet-Tekke Münasebetleri, 79. 6. Mustafa Kara, (1990), a.g.e., 89. 7. Ramazan Muslu, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, 2003:602. 8. Reşat Öngören, Osmanlılarda Tasavvuf 2000: 344-348. 9. Ramazan Muslu, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, 2003:598. 10. Ramazan Muslu, a.g.e., 2003:599. 11. Ramazan Muslu, A.g.e., 2003:599. 12. Ramazan Muslu, A.g.e., 2003:601. 13. Ramazan Muslu, A.g.e., 2003:601. 14. Ramazan Muslu, A.g.e., 2003:601. 15. Ramazan Muslu, A.g.e., 2003:601. 16. Ramazan Muslu, A.g.e., 2003:601. 17. Ramazan Muslu, A.g.e., 2003:601. 18. Hür Mahmut Yücer, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, 2003:748. 19. Hür Mahmut Yücer, A.g.e., 2003:747. 20. Mustafa Kara, Osmanlılarda Tasavvuf, 2004:300-301.
Kadir ÖZKÖSE
Yazar1204-1222/1789-1807 tarihleri arasındaki on sekiz yıllık III. Selim Dönemi, Osmanlı’da Nizâm-ı Cedîd Dönemi olarak adlandırılır. Bu dönem, III. Selim’in Yeniçerileri ortadan kaldırmak, ulemânın etkisi...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Önceki Osmanlı padişahları gibi II. Selim de tasavvufî atmosfere âşinâ, sûfî şahsiyetlere yakın ve mânevî neşveyi özel olarak tatmak isteyen bir padişah olmuştur. Manisa Sancağı’ndaki valiliği dönemin...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Kızgınlık ve öfkelenmeye sevk eden durumlarda kişinin kendine hâkim olup ağırbaşlı ve sâkin davranması onun hilm sahibi olmasıdır. Hilmi şiâr edinenler öfkelendiği kimseden intikamını alma gücüne sahi...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Darendeli Osman Hulûsi Efendi, pak bir nazara bende olan gönlün Allah yolunun toprağı haline dönüşeceğini belirtirken, bunu tasavvuf yolunda her müşkilin çözümünü bir mürşid-i kâmile intisâbda görür.1...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE