Osmanlı Medreselerinin Beslendiği Damar
İslâm dininin ortaya çıkışından itibaren Müslümanlar, bu dinin esaslarını öğrenme ve öğretme konusunda büyük bir arzu duymuşlardır. İslâm’ın ilim öğrenme ve öğretmeye verdiği büyük önem, bu konuda Müslümanları teşvik edici mühim bir âmil olmuştur. Zaman içinde İslâm dininin daha geniş kitleler tarafından kabul edilmesi ve yeni mühtedîlerin dinlerini öğrenme gereği ve isteği, İslâm dünyasında ilmî hareketlerin daha fazla canlılık kazanmasına sebep olmuştur. Bu bakımdan, ilk dönemlerin vazgeçilmez ilim mekânları olan mescidlerde çok sayıda ilim halkaları kurulmuştur. Ancak bu kurumlara gelen insanlar, öncelikle sâkin bir ortamda huzur içinde ibadetlerini yerine getirme ihtiyacı da hissetmişlerdir. Oysa mescidlerde kurulan ve aynı mescidde birden fazla bulunabilen bu ilim halkalarının her birinden, ders veren müderrisin sesi ve soru soran ve konuları tartışan öğrencilerin sesleri yankılanır olmuştur. Bu durum, hem oraya ibadet için gelen kişilerin ibadetlerine gereği gibi yoğunlaşmasını engellemiş, hem de sesler birbirine karıştığı için diğer halkalarla verilen derslerin yeterince anlaşılamamasına sebep olmuştur. Bütün bu ve benzeri mahzurlar ilim tedrisi için başka mekânların inşâ edilmesi zarûretini beraberinde getirmiş ve böylece İslâm dünyasında medrese denilen kurumlar ortaya çıkmıştır. Başlangıçta medreseler özel isimlerin gayretleri ile kendi uhdelerinde kurulan eğitim kurumlarıyken, özellikle Selçuklu Dönemi’nde devlet tarafından kurulan, desteklenen, devletin tahsis ettiği vakıflarla teşekküllü konuma gelen eğitim merkezleri olarak faaliyet yürütmüşlerdir. Bu anlamda kurulan ilk medrese ise Nişabur’da 1045 yılında açılmış olan el-Kuşeyriyye Medresesi’dir. Aynı yerde kurulan el-Beyhakiyye Medresesi de ilk medreselerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Selçuklular Dönemi’nde ise medreseler, artık aralıksız devam eden, memleketin her köşesinde planlı bir şekilde kurulmuş olan, nihâyet bütün şehir, kasaba ve köylere kadar yayılan bir resmî kurumu ifade etmektedir. Bu bakımdan bir kurum olarak devlet tarafından açılıp desteklenen ve kendilerine vakıflar bağlanarak belli bir plan ve programı olan medreseler ise, Selçuklular döneminin ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır.2 Medrese binâsı genellikle bir dershâne ve öğrenciler için hücrelerden oluşurdu ve bunlar genellikle her mezhep için yaklaşık yirmi kişilik hücrelerdi; Anadolu’daki medreselerde bu sayı daha azdı. Öğrencilere harçlık, müderrislere maaş verilirdi; dört mezhebi dört farklı müderrisin öğrettiği Bağdat ve Şam gibi ana kültür merkezlerinde bulunan büyük medreseler hâriç, genelde her okulda bir müderris bulunurdu. Müderris başına düşen en uygun öğrenci mikdârı 20 civarında düşünülürdü ve öğrenciler genelde dört yıllık bir müfredat programını takip ederlerdi; buna karşın müderrislik yapmak isteyenlerin bir ya da birkaç müderristen on yıl veya daha fazla bir süre daha ders alarak tahsillerine devam etmeleri gerekirdi. Başlangıç düzeyindeki parlak talebeler muîd, yani muallim yardımcısı yapılabilirlerdi, fakat bu ücretli bir mevki gibi görünmemektedir. Vakıf genellikle dersleri ders saatleri dışında talebeye tekrarlamakla görevli muîdin, yani müderris yardımcısının geçimini temin etmeyi de kapsardı. Bir metni veya müderrisin derslerini ileri düzeyde takrîr eden öğrenciler, muîdliğe getirilir, yeni öğrencilere dersleri öğrenmede yardımcı olurlardı.3 13. asır Anadolu Selçuklu medreselerinde öğrencilere ders veren müderrislerin çoğu, birer tarîkat şeyhi durumunda idiler. İçlerinden bazıları velî derecesinde olup ilim ve faziîlet ile temâyüz etmiş, kimisi de diğerlerinin ilmiye sınıfının sorumlusu mesâbesinde olup şeyhu’l-İslâm unvânını taşımakta idi.4 Evhâdüddîn-i Kirmânî (ö.635/1237), Sadreddîn-i Konevî (ö. 673/1274), Muhyiddîn İbnü’l-Arabî (ö.638/1240), Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ö.672/1273) ve Fahreddîn-i Irâkî (ö.688/1289) Anadolu Selçuklu Dönemi’nde sûfî ilim muhîtinin güçlü temsilcileri idi.5 Anadolu Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan’dan sonra gelen Anadolu Selçuklu hükümdarlarının hemen hepsi tahsilliydiler. Memleketin şartları gereği, II. Kılıçarslan, tahsil görmemiş olmasına rağmen, ilim adamlarına son derece itibar göstermekte ve onlara huzurunda münazaralar yaptırmaktaydı. Oğlu Keyhüsrev’in en yakın dostu, devrin ünlü bilginlerinden Necmuddîn İshâk idi. II. Kılıçarslan’dan itibaren bütün Selçuklu hükümdar ve ileri gelenlerinin medrese yaptırmaları, bu devirde ilme verilen önemi göstermekteydi. Anadolu Selçuklu Devleti’nde ilk medreseler, daha çok siyâsî istikrârın sağlanıp kültürel etkinliklerin başladığı II. Kılıçarslan devrinde kuruldu. Kılıçarslan, biri Konya, diğeri Aksaray’da olmak üzere iki, emirlerinden Altun Aba da Konya’da bir medrese yaptırdı. Bundan sonra, her tarafta medreseler yapıldığı görülmektedir. Altun Aba Medresesi (1202-?), Sırçalı Medrese (1242-1243), İnce Minareli Medrese (1252-1253), Karatay Medresesi (1251), Atabekiyye Medresesi (1251’den sonra), Kayseri’de Hunat (Hond) Hatun Medresesi (1237-1235), Sâhibiye Medresesi (1267-1268), Sivas’ta Gök Medrese (1271), Kırşehir’de Cacaoğlu Medresesi (1272), Tokat’ta Gök Medrese (1275), Ankara’da I. İzzettin Keykâvus Medresesi (1211-1220), Antalya’da Ertokuş Medresesi kurulan bu medreselerden sadece birkaçıdır. Anadolu Selçuklu hükümdarları özellikle tıbba çok önem vermekte ve hemen her şehirde Dâru’ş-Şifa, Dâru’l-Afiye ve Dâru’s-Sıhha gibi adlar verilen hastaneler inşâ etmekteydiler. Kayseri’deki Gevher Nesibe (1205), Sivas’taki I. İzzettin Keykâvus (1217), Konya’daki Alaaddin Keykubad, Çankırı’daki Atabey Ferruh (1235), Divriği’deki Mengücüklerden Fahrettin Behram Şah’ın kızı Turan Melek (1228), Amasya’daki Torumtay (1266), Tokat’taki Muînuddîn Pervâne (1275) ve Kastamonu’daki Pervâneoğlu Ali (1272) hastaneleri kurulan tıp eğitim kurumlarının örnekleri konumunda idi. Ayrıca şehirlerde eczâneler bulunmakta, buralarda Hindistan’dan getirilen pek çok tıbbî bitki çeşitleri bulunmaktaydı.6 13. yüzyılda Konya, Kayseri, Sivas, Aksaray, Kırşehir, Amasya, Niğde, Tokat, Niksar, Ankara ve Erzurum önemli birer kültür merkezi konumundaydı. Anadolu Selçuklu hükümdarları, yalnız birer kahraman asker olmalarıyla değil, kültür sahasındaki hizmetleri ve öncülükleriyle de temâyüz etmekteydiler. Meselâ Sultan I. Mes’ûd, çok âdil ve muttakî hükümdar olmakla tanınmaktaydı. Kendisi birçok medrese, cami ve tekke inşâ etmişti. Amasya yakınlarındaki Simre kasabasını tesis etti.7 Sultan İzzeddin Keykâvus ise Muhyiddîn İbnü’l-Arabî ile özel ilişki kurmuş, kendilerine saygı ve hürmette kusur etmemiştir.8 Anadolu Selçukluları Devleti de Büyük Selçuklular gibi, Arapçayı ilim dili, Farsçayı edebiyat ve devlet dili olarak kullanmışlardır. Türkçe ise halk arasında, orduda ve sarayda geçerli dil konumuna gelmiştir. Fikir ve edebiyat adamları, Farsça yanında Türkçe şiirler de yazmış, Sultan Veled (ö. 712/1312) örneğinde Türkçe divana sahip ilim ve fikir önderleri bulunmaktadır. Konya ve Orta Anadolu şehirlerinde Ahmed Fakih, Hoca Dehhânî, Hoca Mes’ûd ve Şeyyâd Hamza gibi şairler, Türk edebiyatının güçlü temsilcileri konumuna gelmişlerdir. Özellikle Yûnus Emre’nin (ö. 720/1320) açtığı çığır Türkçenin edebiyat geleneğimizin ifade dili haline gelmesini sağlamıştır. Anadolu Selçuklu hükümdarları Türk, Arap ve Fars menşeli ilim, sanat ve tasavvuf erbâbını etraflarına toplamak ve onlara eserler yazdırmak için gerekli maddî ve mânevî imkânları ellerinden geldiği ölçüde hazırlamışlardır. Anadolu Selçukluları zamanında İran ve Arap coğrafyasından gelip Anadolu’ya yerleşen ulemâ arasında Abdulmecîd b. İsmâîl el-Herevî (ö. 537/1142), Muhammed Telekânî (ö. 639/1217), Yûsuf b. Saîd es-Sicistânî (ö. 639/1241), Ömer el-Ebherî (ö. 663/1265) ve Abdussamed b. Abdurrahmân (ö. 540/1145) gibi güçlü isimler bulunurken, Anadolu medreselerinde yetişip çeşitli İslâm beldelerine giderek oralarda yerleşen âlimler de olmuştur. Selçuklu ve Beylikler Dönemi medreselerinde, birçok tarîkat ileri geleni müderrislik yapmıştır (Akdağ, (1974), Türkiye’nin İktisadî ve İctimaî Tarihi, II/60). İbn Batûta (ö.770/1369), Anadolu’daki seyahatleri sırasında, tekke şeyhliği postunda oturarak, kalabalık müritleri ve Arapçaya hâkimiyetleri ile dikkat çeken, kadı ve müderrislere rastladığını beyân etmektedir. Danişmendliler, Artuklular, Saltuklular, Mengücekliler ve Anadolu Selçuklu Devleti medreselerinde ilim ve fikir hayatının iki önemli besleyici kaynağı bulunmaktadır. Bunlardan birisi Mâverâünnehir, Harezm ve Horasan olurken, diğeri Irak, Suriye, Mısır ve Hicaz Bölgeleri olmaktadır. Bahsi geçen devletlerin zamanında Anadolu’da ilim ve fikir hayatını canlandıran sîmâlar, tahsillerini buralarda tamamladıktan sonra Anadolu’ya dönerek tedrîs ve te’lîf faaliyetlerine başlamışlardır. Bu sebeple Anadolu’daki ilim ve fikir hayatı, söz konusu bölgelerdeki mekteplerce oluşturulmuştur. Riyâzî ilimler, felsefe, mantık, kelâm, tıp gibi alanlarda daha çok Mâverâünnehir ve Horasan mektebi; hadis ve fıkıh gibi dini ilimlerde ise Hicaz, Suriye, Mısır ve Irak mektepleri, tedrîs ve te’lîf faaliyetlerinde hâkimiyet sağlamıştır.9 Meselâ 15. asırda Osmanlı ilim anlayışını belirleyen ve şekillendiren unsur, Fahreddîn-i Râzî (ö.606/1210) ilim geleneği ve mektebi olmuştur. İslâm coğrafyasının pek çok diyarında etkili olan Fahreddîn-i Râzî mektebinin 15. asır Osmanlı medresesindeki en kuvvetli temsilcisi Molla Fenârî diye tanınan Şemsüddîn Mehmed’dir (ö. 834/1431). Aklî ve felsefi düşünüş tarzının hâkim olduğu Fahreddîn-i Râzî mektebi, Molla Fenârî’den sonra ve bir silsile hâlinde Molla Yegân, Hızır Beğ, Sinan Paşa ve Molla Lûtfî ile 15. yüzyılda; İbn Kemâl ve Ebussuûd Efendi ile 16. asırda etkisini sürdürmüştür. Buna göre 15. ve 16. asırlarda Osmanlı Devleti’nin ilmiye sınıfı daha ziyade Fahreddîn-i Râzî mektebine mensup ulemâdan müteşekkil olmuştur. Resmen devlet hizmetinde bulunan ulemâ, devlet politikasında bu mektebin anlayışına uygun bir tarzda hareket etmişlerdir.10 16. yüzyılın ikinci yarısında Fahreddin Râzî mektebinden tamamıyla farklı bir mektep daha ortaya çıkmıştır. Bu oluşum bütün Osmanlı ilim ve fikir tarihi boyunca etkili olmuştur. Tesirini günümüze kadar sürdüren bu mektep, Birgivî Mehmed Efendi (ö. 981/1573) tarafından tesis edilmiş olup Osmanlı tarihinde devletin temsil ettiği İslâm anlayışına ilk karşı çıkış hareketidir. Bu mektep aynı zamanda İbn Teymiyye mektebinin Osmanlı Devleti’ndeki temsilcisi ve devamı olarak belirmiştir. İmam Birgivî, siyâsette ve yönetimde gördüğü, kendince sapma olarak değerlendirilen durumlardan ve toplum hayatında müşâhede ettiği çözülmeden oldukça fazla etkilenmiştir. Birgivî, şehzâdeler arasındaki sert iktidar mücâdelesinin halkı endişelendirecek boyutlara ulaştığını; merkez ve taşra yönetimindeki devşirme menşeli devlet görevlilerinin suistimallerde bulunduklarını; Anadolu’da seri isyanların patlak vermesini ciddî problemler olarak görmüştür. Bütün bunlar karşısında İmam Birgivî, İbn Teymiyye ve takipçilerinin fikirlerine sığınmış, mücerred tefekkür planından çok, inançlar, ibadetler, ahlâkî davranışlar ve bazı müesseseler gibi pratik konularda faaliyetini yoğunlaştırmıştır. Bu mihverde eserler vermiştir. O, fikirlerini rahatça yayabilmek için her türlü ikbal yolunu reddedip Birgi kasabasındaki küçük bir medresenin müderrisliği ile yetinmiş ve mümkün olduğunca idarî çevrelere borçlu ve minnettar kalmaktan uzak olmaya çalışmıştır. Bu sayede Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi’yle uğraşmayı göze alabilmiştir. Ebussuûd Efendi onun fikirlerinin mevcut nizâmı sarsabileceğini fark etmiş ve Birgivî’ye açtığı mücâdeleyi ağır basarak kazanmıştır. Birgivî’nin faaliyetlerine sadece ilmî yolla karşılık verilerek kendisine herhangi bir baskı yapılmaması, o devirde Osmanlı Devleti’ndeki fikir serbestliğini göstermesi bakımından da takdire şayandır. Bu sayede İmam Birgivî’nin fikirlerini paylaşan güçlü bir zümre teşekkül edebilmiş ve önemli ölçüde halk üzerinde etkili olmuştur. İmam Birgivî, İslâmî geleneğe sirâyet etmiş bazı inançlarla örf ve âdetlere, bid’at oldukları ve halkı İslâm’ın özünden uzaklaştırdıkları gerekçesiyle karşı çıkmış, idârî görevlerdeki ulemâyı bunlara mâni olmamakla suçlamıştır. Aynı zamanda bazı tasavvuf çevrelerini de bu durumdan sorumlu tutmuştur. Kâtip Çelebi, “şer’î ilimlerde titiz bir müdekkik olan” Birgivî’nin “hikemiyyâtı sevmediği ve tarih okumadığı için” örf ve âdetlere boşu boşuna karşı koyduğunu haklı olarak belirtir ve tenkit eder. İmam Birgivî ve onun fikirlerini paylaşanlar sayesinde İbn Teymiyye mektebi Osmanlı toplumunda yerleşmeye başlamıştır. Nitekim 17. yüzyılda Sultan IV. Murat zamanında İmam Birgivî’nin fikirlerinin, Kadızâdeliler Hareketi adıyla, yozlaştırılmış bir tasfiyecilik hareketine dönüştüğünü bilmekteyiz.11 Birgivî hareketi kadar geniş çaplı olmasa da 16. asırda dikkati çeken bir başka fikir hareketi ise meşhur Molla Kâbız hadisesidir. Aslen İranlı olduğu söylenen bir ilim adamı olan Molla Kâbız’ın Hz. İsa’nın Hz. Muhammed (s.a.v.) ve bütün diğer peygamberlerden üstün olduğunu iddia etmiş ve bunu yaymaya çalışmıştır. Molla Kâbız, Anadolu ve Rumeli Kazaskerlerinin hazır bulunduğu bir mecliste iddiasını isbata çağrılır. Kazaskerlerin onu ilzâm edememeleri üzerine Kâbız serbest bırakılır. Ancak Kânûnî Sultan Süleyman’ın buna canı sıkılır; olayın peşini bırakmaz. Sonunda İbn Kemâl haberdar edilerek Molla Kâbız yeniden divana çağrılır; bu defa İbn Kemâl kendisini ağır bir yenilgiye uğratır. Sonunda zındıklığına ve ilhâdına hükmedilerek, halkı sapıklığa yönelttiği gerekçesiyle 1527 tarihinde idam edilir. Bu olayı İbn Kemâl Risâle fî-Efdaliyyeti’n-Nebî alâ Sâiri’l-Enbiyâ adındaki eserinde nakletmiş, ayrıca bu vesîle ile kaleme aldığı iki ayrı risâlede yine söz konusu olaydan hareket ederek zındıklık meselesini itikâdî ve hukûkî açıdan incelemiştir.12 Dipnot * Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE 1. Sivas Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi, SİVAS 2. Kara, (2006), Selçuklular’ın Dini Serüveni, 614-615. 3. Lewis, (2010), Mevlânâ, 48-49. 4. Akdağ, (1974), Türkiye’nin İktisadî ve İctimaî Tarihi, I/19-22; Gündüz, (1983), Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri, 71. 5. Köprülü, (1993), İlk Mutasavvıflar, 201-202. 6. Yurdaydın, (1988), İslâm Tarihi Dersleri, 81-82. 7. Togan, (1970), Umumî Türk Tarihine Giriş, I/205. 8. Uludağ, (1995), İbn Arabî, 47. 9. Ocak, (2010), Osmanlı Sûfîliğine Bakışlar, 46. 10. Ocak, (2010), a.g.e., 47. 11. Ocak, (2010), a.g.e., 47-48. 12. Ocak, (2010), a.g.e., 49-50.
Kadir ÖZKÖSE
Yazar1 Receb 1110/3 Ocak 1699’da Edirne Sarayı’nda doğan III. Mustafa’nın babası II. Mustafa, annesi Şehsuvar Valide Sultan’dır. Babasının Edirne Vakıası ile (1703) tahttan indirilmesinin ardından Topkapı ...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Tasavvuf büyükleri müntesiplerini samîmî olmaya çağırır. Toplumsal ve ailevî ilişkilerimizde bizleri samîmiyetten alıkoyan faktörlere dikkat çekerler. Kişiyi samîmiyetten uzaklaştıran temel faktörleri...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Darendeli Osman Hulûsi Efendi, pak bir nazara bende olan gönlün Allah yolunun toprağı haline dönüşeceğini belirtirken, bunu tasavvuf yolunda her müşkilin çözümünü bir mürşid-i kâmile intisâbda görür.1...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Herkes benimsediği sosyal çevresiyle bir anlam ifade etmektedir. Kaynaşabileceği, dertleşebileceği, halleşebileceği ve muhabbetle yaşayacağı bir sosyal çevresinin bulunması insan için büyük bir nimett...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE