Osmanlı Kokan Şehir: Üsküp
Gönül coğrafyamızın önde gelen şehirlerinden biri de Üsküp’dür. Üsküp bir Osmanlı şehridir. Camisiyle, kubbesiyle, minaresiyle, dergâhıyla mâneviyatı yüksek bir şehirdir. Çarşısı ve pazarıyla bereketli bir şehirdir. Böreği, kaşkavallı köftesi, Gostivar’dan gelen tatlısı, Kalkandelen’den gelen fasulyesiyle lezzetli bir şehirdir.
Üsküp asırlardır Osmanlı ruhunu temsil eden ve aslâ unutulmaması gereken özel bir diyardır. Ayrılık çok sürse de aradan seneler geçse de Anadolu insanı Üsküp’ü hiç ihmal edemez.
Yahya Kemâl Beyatlı, Üsküp’ü Şar dağında Bursa’nın devamı olarak nitelemektedir. Yıldırım Bayezid’in diyarı olarak gördüğü Üsküp’ün bin bir türbeyle süslendiğini söylemektedir. Makedonya’ya gidenlerin Vardar’ın ovasını ve Makedonya’nın dağlarını dolaşıp Üsküp’te konaklaması ayrı bir güzeldir.
Bizleri Fatih döneminden kalma taş köprünün üzerine çıkıp Müslüman mahallesindeki İsa Bey, İshak Bey, Yahya Paşa, Mustafa Paşa Camii’ne, çocukluğunun geçtiği mahalleye götüren Yahya Kemâl, Vardar’ın tekbirlerle çağlayışını dizelerinde şu şekilde dile getirmektedir:
Üsküp bir Müslüman şehirdi
Bin bir türbeyle müştehirdi
Vardar’sa önünde bir nehirdi
Her an tekbirlerle çağlar.[i]
Bugün Üsküp’te hayatiyetini devam ettiren Rifâi Dergâhı’nın âlem, teber, kudüm, zil, topuzdan oluşan tasavvufî ve otantik havası, son derece ilginç ve heyecan vericidir. Zarfa değil mazrûfa bakıldığında bu güzel mekânlar mürşid-i kâmillerin irşat halkasını özlemektedir.[ii]
Üsküp’teki Osmanlı camileri tarihîn serencamını bir bir gözlerimizin önüne sermektedir. 1438-1439 tarihlerinde yapılan İshak Bey Camii, 1475-1476 yıllarında inşâ edilen İsa Bey Camii, 1503-1504 tarihlerinde bina edilen Yahya Paşa Camii, 1537-1538 tarihlerinde yapılan Sultan Murat Camii bize Osmanlı’yı hatırlatan Osmanlı’nın nöbetçi bekçileridir adeta.[iii]
Üsküp’ün alâmet-i farikası Vardar olurken, Vardar’ın alâmet-i farikası da üzerindeki Osmanlı köprüsüdür. Vardar Nehrini de Üsküp’ün kubbe ve minarelerini de seyrederken onlara Murad-ı Hüvendigâr’ın, Yıldırım Beyazıt’ın ve Yahya Kemâl’in nazarıyla bakmak gerekmektedir.
Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han diyarıdır
Evlâd-ı Fâtihân’dan onun yadigârıdır
Fîrûze kubbelerle bizim şehrimizde o
Yalnız bizimdi, çehre ve ruhiyle biz’di o.
Balkanlar’ın ihmal edilemeyecek kadar ecdat yadigârı bir diyar oluşu Ekrem Hakkı Ayverdi’nin Avrupa'da Osmanlı Mimarisi Eserleri isimli çalışmaları vücuda getirmesini sağlamış ve Balkanlar’daki Osmanlı izlerini gün yüzüne çıkarmıştır. Kamil Dürüst’ün “Yugoslavya’da Türk-Dinî Mimarlık Eserleri” ile “Yugoslavya’da Türk Mimarlığı” makaleleri dikkat çeken bir diğer önemli çalışmalardır. Semavi Eyice’nin Türk Dergisi ve Vakıflar Dergisi’ndeki yayınları bizlere Balkanlar’ın şah eserlerini hatırlatmaktadır.[v]
Makalemi özellikle Haluk Dursun’un intibaları ile sürdürürken, onun Üsküp dönüşü yanına uğradığı Bandırmalı Ali Öztaylan’a dair anlatılarına yer vermemiz yerinde olacaktır. Üsküp’ün kokusunu Bandırmalı Ali Efendi’nin nasıl içine çektiğini Haluk Dursun şu şekilde anlatmaktadır:
“Daha önce Rumeli’den hicret ettiğini, Üsküplü olduğunu bilmiyordum. Tam kapısının önünde öğrendim, Makedonya dialarını aldım. Evinde kendisine bir sürpriz olarak gösterdim. Gözlerindeki rahatsızlık dolayısıyla belki hiç fark edemedi. Ama hissetti, mütehassis oldu. Bana Üsküp’ü sordu. Anlattıkça heyecanlandı, hatta hiç beklenmedik bir hareketle Üsküp camilerinde secde ettiğim için alnımı ve ellerini öpmeye kalkıştı.
Utandım, mani olmaya çalıştım, bu sefer boynuma sarılarak, ‘Üsküp’ün kokusunu’ ciğerlerine çekti. Çocukluğunda çıktığı ve bir daha göremediği, hiç gidemediği ama unutmadığı, unutamadığı, kendisinden saydığı ‘Üsküp’ün kokusunu’ bende duymaya çalıştı. Hele Vardar Köprüsü’nden bahsederken yerinde oturamaz oldu, ayağa kalktı. Mehmet Âkif merhum, Osman Şemsi Efendi’nin ‘Döne döne’ redifli şiirini dinlerken saygısından ayağa kalkarmış, o da Üsküp için ayağa kalktı.
Evde nezâhat, nezâket ve asâlet o kadar açık bir şekilde sergileniyordu ki, çok bahsedilen kıymetli kütüphane ve arşivine bakamadım bile. Benim muhâtabım doğrudan Ali Efendi’ydi. Kendisini pür-dikkat dinlemeye çalıştım. Üsküp’ten başka Kalkandelen’i, Doğu Makedonya, İşkodra, Melâmîliği, Bektaşîliği konuştuk. Ekrem Hakkı Ayverdi’yi o bölgelerde yapmış olduğu araştırmalar dolayısıyla rahmetle andık.
Birkaç defa kalktı, kütüphaneden konu ile ilgili kitapları gösterdi. Şeyh Kenan Rifâî’yi, Süheyl Ünver Hoca’yı ve Selçuk Eraydın’ı da yine aynı şekilde can u gönülden fâtihalar ile andık. Kütahya’da Ahmet Yakupoğlu’nun, İstanbul’da Ahmet Güner Sayar’ın, Aydın Yüksel’in, Uğur Derman’ın, Ankara’da Agâh Oktay Güner in kulaklarını çınlattık.
Ali Ağabey, Bandırma’ya yakın Edincik beldesinden bahsetti ve Süheyl Ünver’in orayı çok sevdiğini, resimlerini yaptığını anlattı. Yanından ayrılarak hemen sonra Edincik’e yola koyuldum. Süheyl Hoca’nın Edincik’ini epey büyümüş buldum. Ana hedefimiz ise Rumeli’ye geçerken Süleyman Gâzi’nin atını bağladığı çınarı görmekti. Allah’tan çınar gövdesinin önemli kısmı kurusa da yeni dallarla hayatını devam ettiriyordu.
Evet, Edincik Rumeli’ye geçişte yol alan yüzlerce yıllık Osmanlı çınarı ve Rumeli’nin bir asra yaklaşan hayatıyla Bandırma’da oturan âmâ Üsküplü Ali Efendisi, işte imparatorluk kültürü...
‘Öyle bir münevver ki yüksek tahsili yok. Lâkin okumaya âşık ve ciddî eserlerin peşinde… Fatih Sultan Mehmet ve devri hakkında yazılan ne varsa mutlaka onun kütüphanesinde okunduktan sonra yerine alırmış. Muhallebiden kazancını hep bu yola sarf eder… Birkaç dakika ayaküstü görüşmemizle, üç defa karşılaştığımız bu zat bana günlerden birinde bir mektup yolladı. Böyle bir mektubu bana memleketin çok zengin ve ilm ü irfana âşık bir münevveri, bir mevki ve kariyer sahibi yazabilirdi.
Bu muhallebici nerede? Yerini söyleyeyim. Bir defa İstanbul’da değil. İstanbul’a yakın bir şehirde. Cenab-ı Hak’tan böyle muhallebicileri çoğaltmasına dua etmekten başka bir iş ve vakit de kalmamıştır.’
Süheyl Ünver’in bahsettiği muhallebici, Bandırma’da hâlâ açık. Duvardaki hatlar, tablolar... Öyle bir dekora sahip ‘süt evi’ İstanbul’da bile yok işte Osmanlı zevk-i selîmi...
Dünyada her şey diplomaya ve resmi eğitime bağlı değildir. İnsanların kendi kendilerini yetiştirme ve okul dışındaki ekol şahsiyetlerden faydalanma imkânı da vardır. Artık zamanımızda neredeyse örneği kalmayan bu kişilerden muhterem Ali Öztaylan’a Cenab-ı Hakk’tan rahmetler niyaz eder ‘o neslin, o güzel insanların’ kökünün kurumamasını temennî ederiz.” [vi]
Makedonya’dan söz açılmışken Debre Yörüklerinden bahsedilmez mi? Rumeli’deki Türkmenler iki sınıfa ayrılmıştır. Bunlardan biri Yörükler ve diğeri de müsellimlerdir. Rumeli’deki Yörük merkezleri ise Vize, Yanbolu, Tekfurdağı (Tekirdağ), Selânik, Naldöken ve Kocacık’tır. Osmanlı kanunnamelerinde Yörük tâifesi göçer halk sıfatı olarak tanımlanmaktadır.
Yerlerinin bulunmadığı, bir yerde üç günden fazla oturamayacakları belirtilmektedir. Yörükler konar-göçerlikten vazgeçer ve davarlarını dağıtıp ziraat ile uğraşmaya başlarlarsa artık Yörüklükten çıkıp raiyyet olurlar.
İlk zamanlarda önemli kâideler içeren Yörüklük nizamları daha sonra bozuldu. Yörüklere Evlâd-ı Fâtihân da denilirdi. Kendileri “fi-sebilillâh gazâ ve cihad niyetiyle kabâil (kabîleler) ve aşîretleriyle Anadolu’dan Rumili yakasına geçüp dîn-i mübîn uğruna hizmette bulunan Evlâd-ı Fâtihân” diye tasvir edilirdi.
Bir zamanlar Anadolu’dan Rumeli’ye gidip Osmanlı ile beraber orada ömür süren bu Yörükler, Osmanlı Devleti o bölgeleri kaybettikten sonra topraklarını terk etmemişler ve günümüze kadar hem cismi hem de mânevî varlıklarını devam ettirebilmişlerdir.
Bugün Osmanlı’dan bize miras kalan tebeadan en batıda bulunan iki Türk topluluğundan biri Makedonya’daki Devre Yörükleri bir diğeri de Kosova’daki Mamuşa Türkleridir. Debre Yörüklerinin kültürel kimliklerini hiç bir dejenerasyona maruz kalmadan korumalarının en büyük sebebi yaşadıkları bölgenin çok dağlık oluşudur.[vii]
Üsküp, Harârâtî Baba Tekkesi’yle de Bektaşîliği bünyesinde barındıran bir şehirdir. Bugün Balkanlardaki Arnavut milliyetçiliğinin belki en harâretli beldesi olan Kalkandelen, eskiden de erenlerin merkez üssü idi.[viii]
Makedonya’da kuruluşlarını XVII. yüzyılın ikinci yarısından sonra gerçekleştiren Bektaşî tekkeleri, XVIII. yüzyılın ikinci yarısı ve XIX. yüzyılın ilk yarısında son derece aktif konuma gelmişlerdir. XVIII. ve XIX. yüzyılda Arnavutluk ve Makedonya’da görev yapan birçok Osmanlı paşasının Bektaşî tarîkatına mensup olması Bektaşîlerin bu bölgelerde rahatça faaliyet göstermelerine ve paşaların desteğiyle tekkeler, zâviyeler ve türbeler inşâ etmelerine sebep olmuştur.
XVIII. yüzyılın sonlarına doğru zayıflayan Osmanlı devletinin bu bölgeler üzerindeki etkisi azalmaya başlamış, doğan otorite boşluğundan istifade eden bazı idareciler Yeniçeriliğin kaldırılmasını bahane ederek Bektaşî tekkelerini kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya ve onları isyan hareketleri için merkez edinmeye başlamışlardır.
Bu gibi hâdiselerin en belirgin örneğini Kalkandelen Harâbâtî Baba Bektâşî Tekkesi’nde görmekteyiz. Devrin Kalkandelen idarecisi Recep Paşa başlattığı isyan hareketinde Bektâşî tekkesini üs olarak kullanmış, durum Abdurrahman Paşa (ö.1254/1838) zamanında da devam etmiştir.
1750’lerden sonra Bektaşîler Makedonya’da hızla birçok tekke kurmuşlar, ancak babaların ve dervişlerin çeşitli tarihlerde meydana gelen Arnavut milliyetçileri tarafından yönetilen isyanlara katılmaları ve İslâmî hassasiyetten yoksun konuma gelmeye başlamaları halk arasında onlara karşı bir tepki oluşturmuş, tekkelerin terk edilmesine ve mürşitlerinin azalmasına yol açmıştır. Bu sebeple bazı Bektaşî tekkeleri boş kaldıktan sonra ya yıkılmış veya başka bir tarîkat tarafından kullanılmıştır.[ix]
Makedonya’da faaliyet yürütmüş Bektâşî tekkelerinden bir kısmını şu şekilde sıralayabiliriz:
Zikredilmesi gereken diğer Bektâşî tekkeleri arasında; Kırçova’da Muharrem Baba tekkesi, Makedonski Brod’da Hıdır Baba Tekkesi, Debre’de Ali Paşa Tekkesi, Pirlepe’nin Kanatlar köyünde Dikmen Baba Tekkesi yer almaktadır.
Bektaşîler ve Bektaşî tekkeleri Bektaşîliğe en çok kucak açan Arnavutların eğitim, siyâsî şuur, XIX. yüzyıldan sonra millî şuur kazanmalarında çok etkili olmuştur. Osmanlı’nın Arnavutluk’a yerleşmesine en çok yardımcı olan Bektaşîler XIX. yüzyıldan itibaren Osmanlı’nın bu bölgelerden uzaklaştırılması için de çok çaba sarf etmişlerdir.
Ancak Osmanlının Balkanlar’dan çekilmesi diğer Müslümanlar için faydalı olmadığı gibi Bektaşîler için de faydalı olmamıştır. Makedonya’da Bektaşîlerin merkezi olan Harâbâtî Baba Tekkesi, 1912 yılında kapatılmış ve kısa aralar hâriç tutulursa 80 yıl kapalı kalmıştır. [x]
Osmanlı askerî ve siyâsî hayatında Makedonya en önemli merkezdi. Orası bir taraftan için için kaynarken, diğer taraftan da oradan doğan ve orada vazife yapan Osmanlılarda müthiş bir vatanseverlik, komitacılık, ihtilâlcilik ve devlet adamlığı vasfı ön plana çıkardı.
Baba tarafı Debre-i Bâlâ’daki Kovacık Yörüklerinden olan Atatürk’ün, Selânik ve Manastır muhitinde ilk siyâsî oluşumunu ve dünya görüşünü şekillendirdiği bilinmektedir. Aynı dönemin en önemli şahsiyetlerinden olan Enver Paşa da İstanbul doğumlu olmakla birlikte babasının vazife yeri olan Manastır’da büyümüş ve oradaki askerî idâdîde okumuştur.
Enver Paşa’nın Harp Okulu’ndan mezun olur olmaz tayin edildiği Makedonya’da ilk gençlik yılları eşkıyâ takibinde geçmiştir. Amcası Halil Paşa da ihtilâlci olup hayatı Florina Dağları’ndan Vardar Ovası’na kadar eşkıya takibiyle geçmiştir. [xi]
Osmanlılarda Manastır’a vali olmakla Galata’ya kadı olmak çok zordu. Bir vali paşanın eski adı Kırkkilise olan Kırklareli’nde görev yaptıktan sonra Manastır’a vali olarak tayini çıkardı. Etrafındaki dostları “Aman paşam eyvah, Manastır çok tehlikeli bir yerdir.” deyince, “Hiç korkmayın kırk kiliseyi idare eden bir Manastır’ı mı idare edemeyecek” der. [xii]
Sultan II. Abdülhamit döneminin en önemli siyâsî cinâyetlerinden biri olan Şemsi Paşa suikastı Manastır’daki tarihî postanenin önünde meydana gelmiştir. İttihatçı genç bir teğmen olan Atıf Bey, Sultan II. Abdülhamit’in paşasını Manastır’ın ortasında herkesin gözü önünde devirivermiştir.
Anadolu’da birkaç münferit eşkıya “Ferman padişahınsa, dağlar bizimdir.” diye tesellî bulurken, İttihatçılar da “İstanbul padişahınsa, Makedonya bizimdir.” demişlerdir.
Sultan II. Abdülhamit gelişmeler üzerine Manastır Valisi Hıfzı Paşa’ya Manastır’da ne kadar İttihatçı olduğunu sorar. Hıfzı Paşa;
“Manastır’da benden başka herkes İttihatçıdır, padişahım!” der.
Atatürk’ün ifadesiyle; “Bir İttihatçı iyi bir dosttur, iki İttihatçı bir araya gelince dikkat etmek gerekir. Üç İttihatçı olursa mutlaka ihtilâl planları yapmaya başlarlar!” [xiii]
İttihatçılar arasında; Ali Fuat Cebesoy, Ali Fethi Okyar, İttihatçıların genel sekreteri Selânikli Mithat Şükrü Bleda, Köprülü Kâzım Orbay, Ohrili İbrahim Temo, “At bre Martini Debreli Hasan dağlar inlesin”in Debreli Hasan’ı, “ne şehittir ne gâzi …… yoluna gitti Resneli geyikli Niyazi’ye kadar nice Makedonyalı bulunmaktadır. Makedonyalı isimler arasında Kenan Evren de Üsküp doğumlu olup “Benim hakkımda Arnavut olduğuma dair söylentiler var. Hâlbuki öz be öz Makedonyalı Türküm.” demiştir. [xiv]
Makedonya sadece ihtilâlci yetiştirmemiştir. Yahya Kemâl gibi büyük şairlerin, Selânikli Ahmet Efendi gibi bestekârların Muhammed Nûru’l-Arabî gibi mutasavvıfların da vatanıdır. [xv]
Makedonya’nın bir diğer meşhur tarafı, çok sayıda muhallebici, sütçü, tatlıcı, ciğerci ve lokantacı çıkarmasıdır. Bandırma’da Muhallebi Evi’nin sahibi kıymetli büyüğümüz Ali Öztaylan Efendi’den İstanbul Kanaat Lokantası’na, tarihî Beyaz Fırın’ın sahibi Stoyanoflardan şimdi eski Şak Muhallebicisi’ne kadar İstanbul’da pek çok Makedonyalı esnaf vardı.[xvi]
Bugün Makedonya ve Kosova’da gerçekleştirilen mevlit okuma geleneği Müslümanlığa açılan yegâne kapı konumuna gelmiştir. Okunan mevlitler bölge halklarının Müslümanlıkla bağını güçlü kılmaktadır. Bölge halklarının İslâm’la bağlarının korunmasında mevlit merasimlerinin ayrı bir yeri bulunmaktadır.[xvii]
[i] Haluk Dursun, Osmanlı Coğrafyasına Yolculuk, Timaş Yayınları, 4. Baskı, İstanbul 2017, s. 23.
[ii] Haluk Dursun, Nil’den Tuna’ya Osmanlı, Timaş Yayınları, 6. Baskı, İstanbul 2016, s. 97.
[iii] Dursun, Nil’den Tuna’ya Osmanlı, s. 98.
[iv] Dursun, Nil’den Tuna’ya Osmanlı, s. 96.
[v] Dursun, Nil’den Tuna’ya Osmanlı, s. 98.
[vi] Dursun, Nil’den Tuna’ya Osmanlı, s. 101-102.
[vii] Dursun, Nil’den Tuna’ya Osmanlı, s. 92-93.
[viii] Dursun, Nil’den Tuna’ya Osmanlı, s. 106.
[ix] Metin İzzeti, “Abdal Mûsa’nın İzinde: Kalkandelen’de Harâbâtî Baba Tekkesi”, Elmalı İlim ve İrfan Şehri, ed. Bilal Kemikli, Kutlu Avcı Ofset Ltd. Şti., Antalya 2011, s. 105.
[x] İzzeti, “Abdal Mûsa’nın İzinde: Kalkandelen’de Harâbâtî Baba Tekkesi”, s. 111-112.
[xi] Dursun, Nil’den Tuna’ya Osmanlı, s. 109.
[xii] Dursun, Nil’den Tuna’ya Osmanlı, s. 111.
[xiii] Dursun, Nil’den Tuna’ya Osmanlı, s. 110.
[xiv] Dursun, Nil’den Tuna’ya Osmanlı, s. 110.
[xv] Dursun, Nil’den Tuna’ya Osmanlı, s. 111.
[xvi] Dursun, Nil’den Tuna’ya Osmanlı, s. 111.
[xvii] Salahaddin Bekki, “Geleneksel Mevlid İcraları ve Yunus Emre İlahileri (Değişim ve Dönüşüm: Kırşehir İli Örneği)”, Yûnus Emre Kitabı, ed. Orhan Kemâl Tavukçu, Aksaray Valiliği İl Kültür Ve Turizm Müdürlüğü Kültür Yayınları, Ankara 2017, s. 263.
Kadir ÖZKÖSE
YazarDergimiz yazarlarından, şiiri uzmanı, edebiyatçı Vedat Ali Tok’un ”Bir Nefes Şiir” başlığını taşıyan şiir kitabı yayınladı. Eser, yayınlanmış onun üzerinde kitabı bulunan yazarımızın ilk şiir kitabı o...
Yazar: Yusuf HALICI
Yûsuf Hemedânî’nin tam ismi Ebû Yâkûp Yûsuf b. Eyüp b. Yûsuf b. Hüseyin b. Vehre el-Hemedânî el-Bûzencirdî’dir. 440/1049 tarihinde Hemedân’ın Bûzencird kasabasında doğan Hemedânî, tahsil hayatına erke...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Rabb’imiz bizden iyi işlerde birbirimizle yarışmamızı ve hepimizin dönüşünün Allah’a olacağını hatırlatırken[1], Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Bir kavmin efendisi, onlara hizmet edendir.”[2] buyurmak...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Yûnus Emre gerek yaşantısıyla gerekse yapıtlarıyla İslâm’ı bir bütün olarak yaşamanın derdini taşımıştır. Dinin ferdî, âilevî ve ictimâî yükümlülüklerini yerine getirmek Yûnus Emre’deki bu bütüncül ya...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE