OSMANLI DEVLETİ’NİN KURULUŞUNA ZEMİN HAZIRLAYAN KAN VE KOL KUVVETLERİ “DERVİŞLER”
Hazırlamakta olduğum bu çalışmayı Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan’ın 1942 yılında Vakıflar Dergisi’nin ikinci sayısı ve 279-304 sayfaları arasında yayınlanan “İstîlâ Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zâviyeler” başlıklı makalesini özetleyerek dikkatlerinize sunmak istiyorum. Ömer Lütfi Barkan, konuya bir uç beyliği olan Osmanlı Beyliği’nin Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye şekline dönüşmesinin tarihî arka planını inceleyerek girmektedir. Gibbons gibi ecnebî tarihçilerin göçebe olduğu iddia edilen Anadolu Türklerinin yalnız başına büyük bir devlet kurmadıkları ve kuramayacaklarına dair yersiz iddialarına reddiyede bulunmaktadır. Batılı tarihçilerin eserlerinde Osmanlı tarihini bir göç hikâyesiyle başlattıklarını, dört çadırdan cihan devleti kuran aşîretin Bizans sınırlarına uç beyliği olarak yerleştirildiklerini, uçsuz bucaksız bir deryanın ortasında yalnız bir ada gibi konuşlandıklarını, sürülerine otlak aramak üzere buralara kadar gelen bu göçebelerin bir müddet sonra muazzam bir ordu teşkîl ettiklerini, bir cihan devleti kuracak kadar çoğaldıklarını hayretle dile getirdiklerinden bahsetmektedir. Barkan, bizleri Osmanlı Devleti’nin teşekkül ettiği dönemde Anadolu’nun içinde bulunduğu siyâsî ve içtimâî durumu ilmî tarih usulleri muvâcehesinde yeniden tetkik etmek gerektiğini dile getirmektedir. Konuyla ilgili örnek çalışma usulü olarak bizlere Prof. Dr. Fuad Köprülü’nin ilmî metodunu önermektedir. Barkan’a göre Osmanlı tarihi birbirinden kopuk ve birbirinden bağımsız birtakım olaylardan ibaret değildir. Her olay onu hazırlayan birçok sosyal, ekonomik ve dinî şartlarla işlenmiş ve birtakım dış faktörlerle değişen dünya gündemine dâhil edilmiştir. Barkan’ın ifadesiyle Osmanlı’nın siyasal konjonktürünü onları hazırlayan toplumsal sebeplerden yoksun olarak ele alamayız. Fuad Köprülü’nün tesbitlerinden yola çıkarak Ömer Lütfi Barkan, Osmanlı’nın kuruluşunu idrâk etmek için bilhassa XIII. yüzyılda Anadolu’da cereyan eden olayları, sosyal ve siyasal değişimleri bir bütün olarak ele almak gerektiğini, XII. ve XIII. asırlarda Anadolu Selçuklu Devleti’nin izlediği ve uyguladığı iskân politikalarını göz önünde tutmak gerektiğini, Selçuklular döneminde Anadolu fetih hareketlerini ve gerçekleşen Türk göçlerini dikkate almanın lüzumunu, köylülerle şehirliler arasındaki ticârî hareketliliği, Anadolu’dan Orta Asya, Mısır, Suriye, Bizans ve Rusya topraklarına uzanan ticaret güzergâhlarını, Moğol istîlâsını ve Anadolu’da yol açtığı yıkımları düşünmek gerektiğini vurgular. Köprülü’nün en yerinde tespitinin ise Anadolu’da ortaya çıkan dinî cereyanlar ve sûfî tarîkatlar olduğunu belirtir. Gibbons’a ait iddiaların aksine Köprülü, bu asırda Osmanlı uç beyliğinin diğer Türk ve Müslüman dünyası ile sıkı bir münâsebet içerisinde bulunduğunu, beyliğin Anadolu’daki İslâmlaşma ve fütûhât hareketlerine katkı sağlayan unsurlardan biri olduğunu, Moğolların Anadolu’yu istîlâ hareketlerine rağmen Suriye ve Mısır Memlukleri’nin Anadolu ile sıkı bir münâsebet içerisinde bulunduğunu, dolayısıyla Osmanlı Beyliği’nin İslâm dünyasından izole edilmiş bir yapıda bulunmadığını, Osmanlı Beyliği’nde yalnız göçebe Türklerin değil şehirli unsurların, ulemâ, meşâyıh ve zanâat erbâbının da bu muhâcir kâfilelerin içerisinde yer aldığını belirtmektedir. Dolayısıyla Osmanlı Beyliği teşekkül ederken İslâm dünyasının dört bucağında tekevvün eden dinî ve ictimâî cereyanları, bilgi ve tecrübe sahiplerini ve mânevî kuvvetleri kendi arkasında destek kuvvetleri olarak bulmuştur. Gibbons’un Osmanlılaşmış Bizanslılar, devşirmeler, İslâmiyet’i kabul etmiş esirler faraziyesine mürâcaat etmenin yersizliğine dikkat çeken Köprülü, Osmanlı Beyliği’nin hızla kuruluş mûcizesini gerçekleştirmesini Osmanlı’nın kendi gerçekliğinde aramaktadır. Ona göre Osmanlı Devleti’nin kurulması için gerekli olan kan ve kol kuvveti, akıl ve siyâset erkânı bizzat Osmanlı’nın kendi imkânlarında bulunmaktadır. Köprülü Osmanlı tarihinde bilhassa İstanbul’un fethine kadar, kitleler halinde İslâmlaşma ve devletin kozmopolit bir yapıya bürünmesinin söz konusu olmadığını belirtmektedir. Osmanlı idare teşkîlâtının Selçuklu ve İlhanlıların devlet ve idare an’anelerine göre tesis edildiğini, devlet işlerinde başlangıçta Türk bürokrasinin ve memurlarının kullanıldığını dile getirmektedir. Türklerin Osmanlı Cihan Devleti’ni kurmak için kendilerine lâzım gelen kuvvetleri nereden bulduklarını göstermek amacıyla Fuad Köprülü’nün tetkiklerini gündeme taşıyan Barkan, dinî ve ictimâî hareketlere dair verdiği bilgilerin yerindeliğine dikkat çeker. Anadolu’daki uç beyliklerinde İslâm dünyasının her tarafından gelen her sınıftan ve meslekten insanlar bulunmuşlardır. İran, Mısır ve Kırım medreselerine mensup âlimler, değişik tarîkatlara mensup dervişler, Selçuklu ve İlhanlı saraylarına mensup bürokratlar uç beyliklerinde etkin ve yetkin konuma gelmişlerdir. Âşıkpaşazâde bu derviş zümreleri arasında özellikle dördüne dikkat çekmektedir. Bunlardan birincisi Gâziyân-i Rûm’dur. Bunlara “Alperenler” adı da verilmektedir. Bunların isimleri daha sonra Gazi’ye dönüştürülmüştür. İkinci zümre Ahiyân-i Rûm’dur. Anadolu Ahîleri beyliklerin hemen hemen her şehrinde olduğu kadar ücrâ köylere kadar teşkîlâtlanmalarını sağlamışlardır. Osmanlı Devleti’nin kurulmasında başat rol oynayan Şeyh Edebali ve arkadaşlarının Ahî zümresinden olması, Orhan Gazi’nin kardeşi Alaaddin’in Ahîliğe mensup olması, Osmanlı Beyliği’ndeki ilk piyade askerî üniformasının Ahî üniforması olması, Yeniçeriler için Ahî başlığının kabul edilmiş olması oldukça manidardır. Üçüncü zümre Abdalân-ı Rûm’dur. Dördüncüsü ise Bâciyân-ı Rûm’dur. Bu derviş zümreleri bir yandan fetih hareketlerinin başarıyla sonuçlanması için Osmanlı Ordusu’na teşkîlâtlı ve imanlı mücâhitler temin etmeye çalışırlarken, diğer yandan İslâmî ve içtimâî fikirlerini telkin etmek suretiyle halk kitleleri arasında mânevî bir atmosferin vücûda gelmesini sağlamışlardır. Derviş zümreler toplumsal yapının oluşmasında ve siyasal başarıların gerçekleşmesinde toplumsal kaynaşmayı sağlamışlar, yönetim sistemini teşekkül ettirmiş ve fetih hareketlerini hızlandırmışlardır. Anadolu’nun İslâmlaşmasında bu derviş zümrelerinin doğrudan katkısı söz konusudur. Ordularla beraber fetih hareketlerine katılan derviş zümrelerinin İslâm’ın tebliğine ordudan daha önce seferber olmuş, henüz Müslüman olmamış beldelerin mânen fethini sağlamışlardır. Fuad Köprülü’nün bu tespitlerini naklettikten sonra Ömer Lütfi Barkan makâlesinde asıl temaya girer ve kolonizatör Türk dervişlerinden bahseder. Anadolu’ya gerçekleşen Türk göçleri Anadolu’da kesif bir yoğunluk oluşturup iskân edilecek toprak arayışına koyulunca, Osmanlı Beylerinin kontrollü ve koordineli sevkiyatıyla bu kitleler uçlara yerleştirilmiş, Rumeli içlerine sevk edilmiş, ortak dava uğruna baş koymaları sağlanmıştır. Bu göç dalgasının iskânını gündeme taşıyan Barkan, iskân politikasında zâviyelerin pozitif katkısına dikkat çeker. Anadolu’yu mesken tutan dervişlerin Anadolu’ya gelirken obaları, kabîleleri ve aşîretleriyle birlikte geldiklerine, eski örf ve âdetlerini de beraberinde Anadolu’ya taşıdıklarına, farklı diyarlardan gelen bu derviş kitlelerin Anadolu’da birlikte yaşama tecrübesini başardıklarına dikkat çeken Barkan, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ve batıya doğru gerçekleşen akın hareketlerinde bu göçmen derviş kitlelerinin öncü güçler konumuna geldiklerini söyler. Bu derviş kitleler öyle ki Anadolu’daki birçok köye isimlerini vermiş, ellerinin emeği ve alınlarının teriyle dağ başlarında yer açıp yurt edinmişler, bağ ve bahçe yetiştirmişler, batıya gerçekleşen akınlara eşlik ederek zâviyelerini de seferler istikâmetinde kurmuşlar, zâviyelerini fetih ordularına mesken tutmuşlar, Osmanlı Beylerinin siyâsî nüfuzlarını candan benimsemişler, Osmanlı merkezî otoritesini tereddütsüz kabul etmişler, beylere ve sultanlara nasîhat etmişlerdir. Köylerin ihyâsına, boş arazilerin işlenmesine, yeni yurtların açılmasına, yol güvenliklerinin sağlanmasına, sosyal kitlelerin kaynaşmasına, toplumsal beklentilerin karşılanmasına, sosyal ihtiyaçların giderilmesine önayak olan bu derviş zümreleri Anadolu’nun imar ve iskânına doğrudan katkı sağlamışlardır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna katkı sağlayan önde gelen dervişlerden bahsederken Şeyh Edebâlî’ye öncülük veren Barkan, Osman Gazi’nin gördüğü rüyaya geniş yer verir. Şeyh Edebâlî’yi varlıklı bir isim, sürüsü ve arazisi olan bir şahsiyet, ekonomik gücü ve siyâsî nüfûzu bulunan karizmatik adam, misâfirhânesi hiçbir zaman boş kalmayan saygın bir şeyh, nüfuzlu bir ahî şeyhi olarak tanıtmaktadır. Şeyh Edebali’nin kardeşinin de bir ahî olduğunu hatırlatan Barkan, Bursa fethinde Orhan Gazi’ye yoldaşlık eden Ahî Hüseyin’i de Şeyh Edebali’nin kardeşi Ahî Şemseddin’in oğlu olarak tanıtmaktadır. Osman Gazi’nin Şeyh Edebali ve müritlerine köyler ve araziler tahsis ettiği bilgisine yer vermektedir. Osmanlı Beyliği ile beraber birçok şeyh de Anadolu’ya gelip batı istikametine yönelmiştir. Bu yeni gelen derviş muhâcirlerin bir kısmı gâzîlerle birlikte memleket açmak ve fütûhât yapmakla meşgul bulundukları gibi, bir kısmı da o bölgedeki köylere, tamamen boş ve tenha yerlere yerleşmişler ve oralarda müritleriyle beraber ziraat ve hayvan yetiştirmekle meşgul olmuşlardır. Bu derviş zümreler boş araziler üzerinde zâviyelerini kurmuşlar, bu zâviyelerde kültür, imar ve tebliğ faaliyetlerine hız vermişlerdir. Bu zâviyeler ordulardan önce sınır boylarına gelip yerleşmişler, orduların harekâtını ve seferlerini kolaylaştırmışlardır. Âşıkpaşazâde’nin Tarihi’nden nakilde bulunarak konuya açıklık kazandıran Barkan, bu alıntıda Bursa fethine katılan sûfîlerden örnekler vermektedir. Bursa’nın fethini müteâkip Belh, Buhârâ ve Horasan taraflarından çok sayıda Alperenin gelip Bursa’ya yerleştiğinden bahseder. Bursa’da türbesi bulunan Şeyh Abdal Murad, bu Horasan erenlerinden olup Bursa fethine katılmıştır. Yesevî dervişlerinden Şeyh Abdal Mûsâ, Hacı Bektaş-ı Veli ile birlikte Anadolu’ya gelmiştir. Buhârâ’da doğup büyüyen Emir Sultan, Bursa erenlerindendir. Yeseviyye dervişlerinden bir diğeri de Geyikli Baba Sultan’dır. Konya’da bazı aşîretler arasında Geyikli Baba dervişlerinin bulunduğu dikkate alındığında Geyikli Baba’nın Konya üzerinden Bursa’ya geldiği görülmektedir. Türkmen kabîlelerine mensup bulunan Geyikli Baba’nın Bursa’nın fethini müteâkip Orhan Gazi ile münâsebetleri oldukça câlib-i dikkattir. İnegöl civarında ve Keşiş Dağı yanına gelip yerleşen Geyikli Baba dervişleri, Baba İlyas müritlerindendi. Kendi âlemlerinde kendi imkânlarıyla yaşar, Orhan Gazi’nin seyr ü seferine katılırlardı. Geyikli Baba’yla görüşmek isteyen Orhan Gazi’nin bu talebine Geyikli Baba müstağnî davranırdı. Bursa’ya gittiği zaman da bir ağaç getirip Orhan Gazi’ye hediye edip diktirmesi manidardır. Kendisini dergâhında ziyaret eden Orhan Gazi’nin bütün tekliflerini ve hediyelerini reddeden Geyikli Baba, “Şol karşuda duran tepecikden beri yerceğiz dervişlerin avlusu olsun.” şeklinde arazi temlik edilmesini teklif etmiştir. Orhan Gazi’nin de hem Geyikli Baba’nın hem de dervişlerinin hayır dualarını almaya ehemmiyet vermesi, aralarındaki hukuku göstermesi açısından oldukça önemlidir. Osmanlı Devleti’nin teşekkül ettiği devirlerde Anadolu’ya derviş akınları gerçekleşmiş, Anadolu’ya gelen dervişler köylere yerleşmiş, yerleştikleri köylerde toprak işleriyle meşgul olmuşlardır. Dinî hizmetleri ve toprağı işlemeleri sebebiyle bu dervişlere birtakım muâfiyetler, haklar ve topraklar bahşedilmiştir. Osmanlı Beyliği eskiden beri varlıklarını devam ettiren, mânevî nüfuzlarını tescillendirmiş olan derviş kitlelerini desteklemeye ve ek destekler sunmaya çalışmıştır. Zaten Anadolu’daki zâviyelerin birçoğunun Osmanlı Beyliği’nden önceki beyliklerin himâye ve nişanlarıyla kuruldukları bilinmektedir. Âyende ve revendeye hizmet etmek mukâbilinde bu zâviyeler Osmanlı Beyliği’nden de destek görmeye devam etmişlerdir. Kimi zâviye mensupları ise küffâr ile mücâdele etmiş, küffârın elinden aldıkları beldelere yerleşip yeni zâviyeler kurmuşlardır. Meselâ Ahî Mahmud, Aydın taraflarında İsa Bey nişanıyla bir kısım araziye mülkiyet hakkı kazanmıştır. Saruhan’da Ahî Aslan, Ahî Farkun, Ahî Şaban, Ahî Çarpık, Ahî Yahşi ve oğullarına Ahî Yûnus, Kandırmış Şeyh, Âdil Şeyh, Duruca Daha, Nusrat Şeyh, Saru İsa, Saru Şeyh, Kutlu Bey. Kızıl Emeli zâviyeleri ile Menteşe’de Ahî Yûsuf, Ahî Feke, Ahî Debbâğ, Ahî Ümmet, Ahî İsmail zâviyelerinin mevcut bulunması da bu hususu teyit etmektedir. Osmanlı Beyleri de aynı an’aneyi devam ettirerek mevcut zâviye şeyhlerini muhâfaza ettikleri gibi; birçoklarının yeniden yerleşip zâviye açmasına da yardım etmişlerdir. İlk Osmanlı Beylerinin ve silâh arkadaşlarının vakıf ve mülklerini ihtivâ eden 544 numaralı Bolu evkâf defterinde pek çok şeyh, fakih ve ahî ismine ait vakıf ve mülkler de yer almaktadır. Bu ve benzeri kayıtlarda gerek Osman Gazi’nin gerekse Orhan Gazi’nin bu gibi şahsiyetlere verdiği mülklerden bahsedilmektedir. Bir başka kayıt ise, Ezine kasabasını Süleyman Paşa’nın Ahî Yûnus’a vakıf ve kendisini her türlü tekâliften muaf kılmış olduğunu; şehrin sahibinin ise artık kendisine ait olan bu şehrin vâridâtını gelene geçene hizmet edilmek üzere zâviyesine vakfetmiş bulunduğunu göstermektedir. Aynı Süleyman Paşa zamanında Gelibolu’da Hacı İzzeddin isminde bir zat, Murâd-ı Hudâvendigâr’ın başı sadakası olarak Ümid Viranı’nı ve Kavak’daki bağı yanında çiftliği ile Kavak Ahîsi’ne, Emir İlyas çiftliğini ise İshak Fakih’e vakfetmiştir. Bu kayıtlarda söz konusu edilen Kavak Ahîsi, Kavak kasabasındaki Ahî mânâsına alınacak olursa, her köy ve kasabada bir ahî reisinin mevcut bulunduğu anlaşılmaktadır. Kayda göre Kavak Ahîsi vefat edince bu yerler diğer bir Ahîye verilmiştir. Bu suretle, Osmanlı Beylerinin, Rumeli’deki fütûhâtları ve icrâatları esnasında da birtakım Ahîler ve Şeyhler ile münâsebet kurduklarını görmekteyiz. Aynı teşkîlât aynı şekilde Rumeli’ye de geçmiş ve kendisine mahsus usullerle oraları da Türkleştirmeğe, İslâmlaştırmaya ve imar etmeğe koyulmuştur. Yazımızı konuyla ilgili Barkan’ın makalesinde sunduğu şu örneklerle sonlandırmak istiyorum: Murâd-ı Hüdâvendigâr’ın Rumeli’de ilk fetih sahası üzerinde bulunan Malkara köylerinde, Yegân Reis’e bir köy bağışladığı ve bu köye oraya yerleşen Yegân Reis evladları namına izafeten Yegân Reis köyü denildiği gibi, Yegân Reis’in bu köyde bulunan zâviyesi vakfı oğlu Ahî İsa ve evlâdı elinde bulunmaktadır. Aynı mıntıkada yine I. Murad zamanından beri Aydın Şeyh’e vakfedilmiş bir yer bulunmaktadır. Yenice Zağra’da Kılıç Baba Zâviyesi de bir diğer örnektir. Çirmen’de Mûsâ Baba Zâviyesi hep bu devirlerde tesis edilmiş zâviyelerdir. Sadece Paşa livasında çoğunluğu bu şekilde ilk zamanlarda tesis edilmiş bulunan 67 zâviye mevcuttur. * Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE
Kadir ÖZKÖSE
Yazarİbâdet; kulluk yapmak, itâat etmek ve boyun eğmek demek olup Rabb’imizin bildirdiği ölçüler dâhilinde yaşarken bütün hareketlerimizde, sözlerimizde, duygu ve düşüncelerimizde ilâhî ölçülere riâyet etm...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Yûnus Emre’nin üzerinde durduğu en temel konu birlik ve beraberlik rûhudur. Birlikten güç doğacağını, acıların giderilmesi ve tatlılıkların paylaşılması husûsunda ortak hareket edilmesi, yüreklerin or...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Kızgınlık ve öfkelenmeye sevk eden durumlarda kişinin kendine hâkim olup ağırbaşlı ve sâkin davranması onun hilm sahibi olmasıdır. Hilmi şiâr edinenler öfkelendiği kimseden intikamını alma gücüne sahi...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Seyyid Osman Hulûsi Efendi Dîvân’ında bizleri kâinat kitabını okumaya davet etmektedir. Âlemde zuhûr eden ilâhî tecellîleri idrak edip bizlerden varlığın sırrını çözmemizi istemektedir. Şiirlerinde he...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE