ÖLÇÜLÜ UZAKLIKTA YAKIN BERABERLİKLER
Türk edebiyatının mümtaz fikir ve sanat dehası Necip Fazıl Kısakürek¸ ahir ömrünün sonunda yazdığı ‘Evim’ adlı şiirde¸ kaybolan değerlerin arkasından temel dinamiklerimizle ilgili enfes düşüncelerini ölümsüzleştirir.
Türk edebiyatının mümtaz fikir ve sanat dehası Necip Fazıl Kısakürek¸ ahir ömrünün sonunda yazdığı ‘Evim’ adlı şiirde¸ kaybolan değerlerin arkasından temel dinamiklerimizle ilgili enfes düşüncelerini ölümsüzleştirir. Lirizmin altın kafesinden¸ yukarıdaki özlü sözleri devleştirirken¸ ‘Ölçülü uzaklıkta yakın beraberlik’ diye tarif ettiği komşuluğun gelenek atmosferindeki kayan yıldız sırrının¸ lahuti güzelliğini bizlere sonsuz senfoniden besteler…
Cemiyet hayatımızın mükemmel ve verimli işlemesi için¸ komşuluk ilişkilerinin sağlıklı temeller üzerine oturtulması gerekmektedir. Kişi¸ kendinden başlayarak dış dünyaya doğru ruhen ve bedenen güçlü olması ancak iyi bir aile sevgisi ve terbiyesi ile mümkündür. Bunun başarılması ise¸ kurulan sağlıklı aile ve komşuluk düzeylerine göre şekil alacağını bilmemiz gerekmektedir. Dört duvar arasına sıkışıp kalmış¸ ruhunu bir mengene gibi sosyal ve kişisel sorunların altında bunaltan bir karakterden¸ hiçbir zaman huzur ve rahatlık meyvesi devşirilmez.
İslâm tarihinin değerler skalası oluşurken¸ Allah’ın kutsal elçileri başta olmak üzere tüm kanaat önderleri¸ komşuluk vadisini¸ hayatının sihirli söz ve yaşam şekli ile tezyin etmişlerdir. Yakın tarihimizin tozlu sayfalarında unutulmaya yüz tutmuş ‘İstanbul Beyefendiliğinin’ en mümeyyiz vasfı komşuluk ilişkilerinde öne çıkmıştır. O karakter¸ hayatın içinde’ ‘Çocuklar biraz büyük adam¸ büyük adamlar da biraz çocuk’ olduğu için nesiller arası iletişim ağı komşuluk ve arkadaşlık bağlarının oluşmasında temel oluşturuyordu.
Müslüman komşusunun yaşadıklarını¸ empati yaparak yaşamaya kalkan gayr-i müslim kişi¸ çevresi ile ramazan ayında sahura kalkmış¸ iftar topunun atılışında yaşanan tatlı koşuşturmayı çocukları ile birlikte teneffüs ederek¸ ilişki ağının çapını¸ havsalamızın sınırlarını zorlayan bir zirveye taşımıştır. Mutfağında pişirdiği yemeğin kokusunu¸ ulaştığı yere kadar tattırma zarafetinde bulunarak¸ ahlak nişanesinin en kalıcı sosyal bilim kuralını oluşturma yolunda inciler devşirmişlerdir.
Öyle ise¸ İslâm ahlakının geleneksel değerlerinin baş mimarı olan komşuluk ilişkilerimizi¸ yeniden gözden geçirip¸ tarihin tozlu sayfalarında kalan ‘Klasik İstanbul Beyefendiliği’ kavramını canlandırmanın zamanının geçtiğini bilelim. Nedir ‘İstanbul Beyefendiliği’(Çelik GÜLERSOY anlatıyor): - İstanbul kültürü bir oranda ülkenin genel kültür düzeyinden kopmuş olmakla birlikte bir oranda da onu peşinden sürüklemiş ve zenginleştirmiş bir üst platform kültürü¸ rafine¸ arınmış¸ soylu bir kültürdür. Bu kültürün oluşmasında İstanbul’un payitaht olması ve şehirde çok sayıda sarayın bulunması tesirli olmuştur. Nerede ise saray halkı ile şehir halkının sayısı birbirine eşittir. (…) İstanbul kültürü lisanıyla¸ edebiyatıyla¸ şiiriyle¸ musikisi ile kendine özel bir yer bulmuştur. Mesela mimariden örnek verecek olursak¸ boğazdaki yalısında¸ Süleymaniye’deki konağında Koca Mustafa Paşa’nın Fatih’in orta sınıf Müslüman halkın oturduğu binalarda hep ayrı ayrı hususiyetler vardır. Kendi içlerinde dahi farklılıklar taşıyan bu özellik Anadolu’dan tamamen farklı mimari ürünler ürettiği gibi yine tamamıyla ayrı tipte insanlar da üretmiştir. (…) İstanbul’a mahsus özellikler arasında bir de erkek tipi vardır. Ona da İstanbul efendisi diyoruz.(…) Evvela ne değil oradan başlayalım. Bir kere zannedildiği gibi zengin olmak şart değil. Orta halli olabilir. Sonra saldırgan değil hislerine ve diline sahip olması şarttır. Sonra aşırı ve dengesiz değil¸ nefretinde ve muhabbetinde çok ölçülüdür. Sükûnetli¸ dengeli¸ merhametli ve medenidir. Kılık kıyafet çok lüks frapan olmaz¸ olursa ona efendi değil¸ “ Monşer” denilirdi. Gösterişli değildir ama son derece temizdir. Kıyafetiyle zerafeti birbirini tamamlar. (…) her şeyinde sadelik hâkimdi ama kültür ve irfanında şimdikilere göre çok gösterişli sayılabilir. O zamanki İstanbul kültüründe edebiyat; günlük hayatın içinde yaşardı. Efendi de edebiyat ve sanatla haşır neşirdi. Şifahi kültürü çok iyi bilir ve sohbette aktarırdı. Karşılaştığı bir olay karşısında mutlaka bir şiir¸ bir benzetme¸ edebi bir bağlantı kurabilir. Bir İstanbul efendisini kitapsız düşünemiyorum. Kitaplardan edindiği bilgileri de sohbetlerden çevresine aktarır. Konuşmasında edebiyat¸ tarih ve özellikle nükte akardı¸ hem de zarif nükte. Belki de efendilik vasfının ayrılmaz bir parçası nükte idi. (…) Eski kültürümüzde misafiri evde ağırlamak makbuldür. Lokantalar batılılaşma ile birlikte girmiş¸ daha ziyade Beyoğlu gibi semtlerde açılmıştır. Bilir misiniz o koskocaman kapalı çarşıda bile bir tek lokanta yoktu. Ama aşçı dükkânı vardı. Ama efendi orada yemek yemez¸ evde hanımının yaptığını yerdi. Nasıl bir çiçek belli şartlarda yetişir yaşayabilirse İstanbul efendisi de belli şartların sonucuydu. İstanbul efendisi için esas olan bu dünya değil öbür dünya idi. İnsan kendini bu dünyaya göre değil öbürüne göre hazırlıyordu. Sadece insanları değil Allah’ı memnun etmek amaç olmuştu. İstanbul efendisinin değer yargıları içerisinde en önemlisi maneviyattı.”. Bizden sonraki nesillere bırakacağımız en iyi kültür mirası¸ yaşantımızdan birer zerafet libası taşıyan değerler değil mi?
Balkonumuzu ve bahçemizi kullanırken göstereceğimiz hassasiyet¸ kapımızın önünden geçen insana bakışımızın munis ya da ürkek bir ifade oluşu¸ hep aldığımız kültür ve terbiyenin bir dışa yansımasıdır. Balkonda ızgara yada kızartma yaptığımızda¸ hangi saf ve masum yürekleri kızarttığımızı bilsek fena mı olur? Evin içinde¸ kırdığımız bir cevizin yada kaysı çekirdeğinin çıkaracağı sesle¸ hangi ruhların temellerini dinamitleyerek¸ ilişkileri sıradanlaştırdığımızı¸ asla unutmayalım?
Ortak kullandığımız mekânlar¸ kullanılan kişiler kadar sorun ve itiraz hakkı doğurur. Bunu aza indirmenin tek yolu¸ uzlaşma kültürünü artırmaktır. ‘Benim evim değil mi¸ istediğimi yaparım’ inatçılığı¸ bizi maddeten ve manen yaralar. Bu davranışı sürdürmek; İslam kültürünün kadim gelenek yapısının içinde¸ tüm zamanlar yolculuğunda adaba aykırı¸ taravmatik bir ruh halidir.
Yaptığımız farklı bir yemeği komşuya tattırma fırsatını kollamak¸ kandil ve sair özel günlerin bereket ve huzur saatlerini beraberce yaşamak¸ huzur ve umudun diğer adresidir.
Çocuklar büyür¸ okulları biter¸ kızlar gelin olur¸ anneler yaşlanır¸ çocuklar delikanlı olur¸ mahallede efelik satar. Hepsi geçer¸ ama ‘Nisyan ile malul hafızada’ kala kala hoş bir komşuluk ağının ördüğü tatlı bir kozanın¸ altın huzmeleri kalacaktır.
Komşunun acısını¸ yüreğimizin en derininde hissetmek¸ sevinçlerini beraberce yaşayacağımız bir mutluluk şölenine çevirmek¸ hayat düsturlarımızın altın çağına¸ huzur pınarlarından pırıltılar sunmak…Ayıbını¸ ayıbımız bilmek¸ büyüğünü büyük saymak..Küçüğünü¸ sevgimize muhtaç bilmek..
1990’lı yılların hemen başında aldığı yeni arabası ile¸ ilk defa yaşlı annesini 250 km uzaklıktaki eskimeyen ve ilk komşularına götüren bir öğretmenin yaşadığı duygusallık¸ anne ve komşuya olan sadakatin hangi renginde açan solmaz gül olduğunu bir düşünün?
Fazla söze ne gerek¸ sözlerin sultanı Resul-u Zişanın ‘ Cebrail bana o kadar komşuluğun öneminden bahsetti ki¸ neredeyse komşunun komşuya varis olacağını zannettim.’ ulvi hatırlatması¸ bizim kararmış ruh dünyamıza ışık tutmaya yetmez mi?
Ulvi hatırlatmanın pratik görev silsilesini de listeleyelim: Hastalandığında ziyaretine gitmek¸ borç istediğinde temin etmek¸ acısını paylaşarak azaltmak¸ mutlu hallerini de yaşayarak çoğaltmak. Damını komşunun damından yüksek yapma ki¸ onun rüzgarına mani olmayasın. (Modern çevre mühendislerine ve imar yetkililerine önemle duyurulur. Hadisi şerifi bir ilahiyatçı olarak okuduğumda¸ ders anlattığım sınıfta uzun süre sessiz dolaşmışım¸ öğrencilerim uyarmasaydı¸ herhalde sözün manevi ve estetik şokunun karşısında ila nihayet susmayı tercih edecektim. Bazen anlaşılmaz lakırdıların karşısında¸ iç dünyanızı 7.5 şiddetinde sarsan yüce hakikatler önünde¸ sukût anaforunda boğulmak¸ manevi yıkanmışlığınıza ve arınmışlığınıza ölümsüz bir pencere açmaz mı? )
Komşuluğumuzun ebedi¸ dostlukların hasbi¸ insanlığımızın daimi¸ kazançlarımızın bereketli¸ sofralarımızın Halil İbrahim letafetinde ve lezzetinde olması dileği ile…
Ramazan DURANOĞLU
YazarKanûnî’nin küçük oğlu Selim, 28 Mayıs 1524’te İstanbul’da dünyaya geldi. Annesi Hürrem Sultan, saray içinde sözü geçen, etkili bir kadındı. Saray kadınlarına ve hizmetkârlara, Şehzade Selim’in terbiye...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Şeyh Abdurrahman Erzincanî’nin soyu, Orta Asya’dan gelerek Erzincan’a yerleşmiştir. Evlâd-ı Rasûl’den ve Yıldırım Bâyezîd devri meşayihlerindendir. Zamanının gerekli ilimlerini memleketi olan Erzincan...
Yazar: Resul KESENCELİ
“Hazret-i Peygamber (s.a.v) Efendimiz, muhtaç, zayıf ve fakirlere yardımı sever, nerede yardıma muhtaç kimse olursa onun yardımına koşar, ashabına bu hususta emirler verirdi. İyiliksever ve cömertti. ...
Yazar: Es-Seyyid Osman Hulusi Ateş Efendi
Dinî-tasavvufî eserlerde Hz. Peygamber (s.a.v.)’in beden özelliklerini ve manevî şahsiyetini ifade için çok sayıda eser kaleme alınmıştır. Bunlardan Nûr-ı Muhammedî veya Hakîkat-i Muhammediye konulu e...
Yazar: Musa TEKTAŞ