OKÇULUĞUN TARİHÇESİ VE OKÇULAR TEKKESİ
Osmanlı Türkçesinde keman, yay; keş de çeken anlamındadır. Kemankeş ise yay çeken, yâni okçulara verilen isimdir. Okçuluk bizim tarihimizde çok önemli bir yer tutar. Ashâb-ı kiram arasında Aşere-i Mübeşşere’den olan Sa’d bin Ebî Vakkas, İslâm’ın gelişme sürecinin önemli savaşlarından biri olan Uhud Gazası’nın ölüm kalım mücadelesi verildiği en tehlikeli anlarında, Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Sa’d’a elindeki okları verip: “At, ya Sa’d at! Anam, babam sana feda olsun.” buyurarak, ona büyük iltifatta bulunmuştur. Peygamberimiz’in hiç kimseyi şereflendirmediği böyle bir iltifatla Hz. Sa’d hayatı boyunca iftihar etmiştir.
Okçuluğun tarihini yazan Abdurrahman et-Taberî’ye göre oku ilk kullanan Hz Âdem (a.s.)’dir. Türklerde okçuluk, kahramanlığın şânından sayılmıştır. Oklar mânâsına gelen Oğuz’un “Bozok” ve “Üçok” olmak üzere iki büyük kola ayrıldığı bilinir. Sultan Gazneli Mevdud’un savaşlarda hep altun ok kullandığı, yaraladığı kişinin tedâvi masrafları, öldürdüğü kişinin de cenâze masrafları için böyle yaptığını yazar tarih kitapları. Ordunun öncü birlikleridir okçular. İlk önce onların attıkları okların uğultuları duyulur savaş meydanlarında. Büyük kalabalıklara karşı savaşı kazanan ok ve yaydır. Spartalılarla savaşan Pers İmparatoru’nun, Sparta komutanına ordusundaki okçuların gücünü ifâde eden şu cümlesi tarih içerisinde yankı bulur: “Yarın, ordumdaki okçuların üzerinize yağdıracağı oklar güneşinize gölge olacaktır.” Selçuklularda da ok ve yay, hem adaleti, hem de hâkimiyeti/hükümdarlığı temsil eden bir sembol olarak kullanılmıştır. Ayrıca Tuğrul Bey’den itibaren bütün Selçuklu hükümdarları iç ve dış yazışmalarda bu işareti kullanmaları oka verilen önemi vurgulamaktadır. Selçuk Bey’in babası Dukak’ın, Temür-yalığ/Demir Yaylı unvanı taşıması da eski Türklerde ok ve yayın değerini göstermesi açısından önemlidir. Çam, gürgen ve kayın ağaçlarından yapılan okların en iyisi genç çam ağaçlarından yapılırdı. Devlet-i Âliye’nin, çam ormanlarında, yalnız körpe çam dalı kesmeye memur ettiği “Çamcı” denilen hususî müfrezeleri vardı. Bunlar üçer parmak kalınlığında ve bir metre uzunluğundaki çamları keserek rutubetsiz bir yerde en az üç sene bekletirlerdi. Okların en iyisini yapmak için bu çamların yirmi sene, bunların daha mukavemetlisi olan “Tımarlı” okları elde etmek için ise elli sene bekletmek lazımdı. Bursa, Edirne ve İstanbul başta olmak üzere Osmanlı’nın büyük şehirlerinde ok yapımcılarına mahsus çarşılar meydana getirilmişti. Buralarda imal edilen oklar daha sonra hususî sandıklarda fırınlara verilirdi. Belli zaman aralıklarıyla da soğuğa ve güneşe tutulan bu oklar mukavemet kazandırılarak kullanıma hazır hale getirilirdi.
Okmeydanı ve Okçular Tekkesi
Osmanlı, okçuluk sanatını geliştirmek için değişik yerlere spor sahaları kurmuştur. Sultan Orhan’ın Bursa’da yaptırdığı “Atıcılar Meydanı”ndan başlayarak Osmanlı şehirlerinde 30 kadar ok meydanı bulunmaktadır. Bunların en meşhuru bugün “Okmeydanı” diye bilinen Haliç sırtlarındaki meydandır. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’un fethini müteakip otağını kurduğu bu yere hususî ehemmiyet vererek okçuluğun gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Genç Hakan, vakfiyesinde bu yer için: “Burası o kadar mühimdir ki, buradan sert tırnaklı hayvan geçmeyecek, mümkünse kuş uçurtulmayacaktır.” diye söz eder. Fatih’ten sonra okçuluğu geliştirmeye devam eden oğlu Sultan II. Bayezid, buraya tam teşekküllü vakıfları, spor salonu, aşevi, namazgâhı, arşiv ve kütüphanesi bulunan bir tekke inşa ettirir ve buraya “Okçular Tekkesi” denilir. Kuraklık ve veba salgını zamanlarında dua mahalli olarak da kullanılan Okmeydanı şehrin en ilgi çekici, en hareketli yerlerinden biri haline gelir.
Okçuluğun geliştirilebilmesi ve ok talimlerinin muntazaman yapılabilmesi için kurulan okçular tekkesinde; Okçular şeyhi denilen bir vazifeli bulunmaktadır. Ayrıca bölgelerdeki okçuluk çalışmasının topluca yapılması amacıyla okçuluk tekkeleri kurulmuştur. Bu kuruluşlara ‘Kemankeş Tekkesi, Tirendazlar Zaviyesi ve Atıcılar Dergâhı’ gibi adlar verilmiştir.
Kemankeşler usta atıcılar tarafından hazırlanan program doğrultusunda çalışmalarını sürdürürlerdi. Usta atıcılar arasında ‘İdmanı bir gün bırakanı kemankeşlik on gün bırakır.’ denilirdi. Okçular tekkelerinin her birinde bir sicil defteri tutulur kemankeşler ve sağladıkları dereceler günü gününe bu deftere yazılırdı. Bu defterde yer alabilmek için en az 900 kez (594 m.) uzaklığa ok atabilmek şarttı. Okçular tekkesinin bünyesinde disiplin dışı hareketlerde bulunan kemankeşleri yargılayan ve cezalandıran bir divan ile bu meydanın güvenliğini sağlayan bir güvenlik örgütü bulunurdu.Kemankeşlikle ilgili tüm çalışmalar da bir programa bağlanmıştı. Hatta büyük yarışlardan önce kemankeşlerin hazırlanması için birkaç hafta önce kampa alındıkları ve bu kamplarda gıda çalışma ve dinlenmenin yansıra uykularına da özen gösterildiği, uyku sırasında sol kolları ve kalp üzerine yatmalarını önlemek için nöbette bekleyen kişilerin görevlendirildiği kaydedilmektedir.
Çile Çekerek Kepaze Olmak
Çile, yaya bağlanan ipe denir. Kepaze ise, kemankeş olmak isteyenlerin, bin gün kadar kaslarını güçlendirmek amacıyla oksuz bir şekilde boş boş çekmek zorunda oldukları yayın ismidir. Ok atmaya yaramadığı, boşu boşuna çekildiği için, kepaze olmak deyimine ilham olmuştur. Çekilen kirişin ismine de çile denilmiştir. Kemankeş olmak isteyenler evvela ok kullanmadan boş yayı ellerine alırlar ve bin gün boyunca çile çeke çeke kepaze olurlardı. Daha sonra bir üstattan ders alır, ucu olmayan oklarla başlayan talimlerde yay germeyi, ok atmayı, kiriş kırmayı, toz koparmayı öğrenince de uzman bir heyetin ve okçular şeyhinin huzurunda bu maharetlerini ispat ederlerdi. Kemankeşliğe liyakatini ispatlayabilen okçuya üstadı tarafından “Kemankeş Sırrı” Enfal Suresi’nin on yedinci ayeti fısıldanır, bundan sonra kemankeş unvanıyla sır halkasına dâhil olurdu. Yapılan bu kemankeşlik sırrı ve unvanının teslimi merasimine “Kabza Almak” denirdi. İmparator Charles Quint’in Muhteşem Süleyman’a gönderdiği meşhur büyükelçi OgierGhiselin de Busbecq, Osmanlı kemankeşleri hakkında şu enteresan bilgileri verir: “Türkler yedi sekiz yaşında iken ok atmaya başlıyorlar. On, on iki sene devamlı surette talim yapıyorlar. Bunun neticesinde kolları gayet kuvvetli oluyor. Sonunda o kadar maharet kesbediyorlar ki, hedef ne kadar küçük olsa yine isabet temin ediyorlar. Kullandıkları yay genellikle bizimkinden çok sağlamdır. Hem de kısa olduğu için kullanılması kolaydır. Yaylar tek bir ağaç parçasından yapılmıştır. Birbirlerine güzelce yapıştırılmış ve tutturulmuş sırımla öküz boynuzundan yapılmıştır. Bir Türk uzun antrenmanlardan sonra en sağlam okla kirişi kulağının arkasına kadar gerebilir. Bu türlü bir yaya alışmamış bir adam ne kadar kuvvetli olursa olsun, onu yayla kiriş arasındaki işaretli noktaya kadar geremez. Talimhanelerde Türklerin o kadar maharetle ok attıklarını görürsünüz ki kalkan üzerindeki bir beyaz dairenin etrafını okla çevirebilirler. Beş altı ok beyaz noktanın içine girmediği gibi birbirleriyle çarpışmadan beyaz noktanın kenarlarına dizilirler. Umumiyetle kalkandan otuz ayak uzakta durup nişan alırlar.
Yayın Yapılışı
“Kavs” ve “Kabza” isimleriyle de anılan yay, sanıldığı gibi basit bir ağacı biraz büküp bir ip bağlamakla olmuyordu. Oldukça teferruatlı olan yay dört ayrı kısımdan oluşurdu;ağaç, boynuz, sinir ve tutkal. Yay için en ideal ağaç, akçaağaçtır. Akçaağaç hilâl şeklinde bükülüp 3 gün boyunca soğuk suyun içinde tutulur. Daha sonra suyun bulunduğu kazan ateşte ısıtılır, ağaç yumuşayınca yay tezgâhı denilen kertikli tahtaya takılıp gerilerek rutubetsiz bir yerde bir sene kadar bekletilir. Sonra da manda boynuzundan yayın üst kısmına kabuk ilâve edilir. Öküzlerin ayaklarından dizlerine kadar olan yerden alınan sinirler, yay tımarı sandığında dimdik hâle gelinceye kadar kurutulup, som mermer taşta tel tel oluncaya kadar ezilir, demir taraklarla taranarak, Mersin balığının damağından elde edilen tutkalla yaylara yapıştırılır. Yıllarca dayanabilmesi için, yayın sırt kısmına atın sağrı derisi ve kayın ağacı kabuğu yapıştırılıp sandaloz yağı sürülürdü. Bu kadar külfetle elde edilen yay, öyle sağlam olurdu ki, bu yayı kurmak için pehlivan gücüne ve pazularına sahip olmak gerekirdi. Yay, başta hilâl şeklinde iken, ipi tam ters istikâmette çekilerek kurulurdu. Böyle güçlü bir yay için tek olumsuz şey de yağmurdu. Yağmur, balık damağından yapılmış tutkalı erittiğinden, Türkler daima savaş için yıldızlı geceleri ve dolunayı gözlerlerdi. Yayın kirişi ise hayvan bağırsağından mamuldü. Kirişin yaya bağlandığı kısımlara da “toz” denirdi. Kemankeşlerden yayı öyle güçlü çekenler vardı ki bazen yayın toz kısımları kopar, bu sebeple kemankeşe de tozkoparan lakabı takılırdı. Tozkoparan lakabını alan tarihteki en meşhur kemankeş, İskender’dir.
Tozkoparan İskender
Okmeydanı, birçok ünlü atıcılar görmüştür. Bunların en namlılarından biri de Tozkoparan İskender’dir. Tozkoparan’ın yetişmesi hakkında eski kaynaklar şu malûmatı verirler: O asırda İran’dan Bahtiyar adını taşıyan bir pehlivan gelip, hükümdarın huzurunda sert yaylar çekmiş, birçok metal levhaları/ ayna vurmuş ve büyük hünerler göstermiştir. Hükümdar: “Bizde buna galip olan kimse yok mudur?” deyince etrafındakiler, “Padişahım bir nice gün aman verin tedarik olunur.” demişler. Atıcıların ileri gelenleri bir yere toplanıp görüşmüşler ve şu tedariki görmüşler: Birkaç kantar ağırlığındaki bir top taşına demirden bir halka yapıp Bâb-ı Hümayun’dan içerideki meydana koymuşlar ve: “Her kim bu taşı kaldırırsa çok büyük ihsan vardır!” diye etraf-ı âleme haber yaymışlar. Bileğine güvenen herkes o demir halkaya yapışmış ancak yerden iki parmak kadar kaldırabilmiş. Ziyade kaldırabilen ise ancak bir karışı bulabilmiş. Tozkoparan İskender ise taşın halkasına yapışmış ve üç defa göğsü üzerine kadar çıkarıp yere vurmuş.Hadise padişaha müjdelenince, padişah Tozkoparan’a bin altın ihsan ederek: “Göreyim seni.” diyerek sırtını sıvazlamış. Ve derhal Okmeydanı Tekkesi’ne götürülen Tozkoparan’ı yetiştirmek için üstatlar tayin edilmiş. Sıkı bir hazırlanmadan ve çalışmadan sonra Tozkoparan’ı ve diğer pehlivan Bahtiyar’ı padişahın huzuruna çıkarmışlar. Müsabaka başlayınca Tozkoparan, İran’dan gelen pehlivanın çektiği yayların üstüne kuvvetli bir yay daha koyduktan sonra bunları da kolayca çekmiş ve Bahtiyar’ın deldiği aynaların üzerine bir ayna daha koydurarak onu da kolayca bir hamlede delmiş. Böylece Sultan’ı ziyadesiyle memnun eden Tozkoparan, ihsanını ve duasını almış. Ayrıca hükümdar, Bahtiyar’a da büyük ihsanlar edip: “Var imdi gördüğünü iyi söyle.” diyerek memleketine yollamıştır.
Kaynakça
Cavit Avcı, “Okmeydanı”, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Belleteni, sayı 51, Ocak-Şubat 1976.
Hilmi Aydın, “Yay ve Oklarımız”, Tarih ve Medeniyet dergisi, sayı 39, Haziran 1997.
Ogier Ghiselin Busbecq, Türkiye’yi Böyle Gördüm, (Haz. Aysel Kurtoğlu), Tercüman Binbir Temel Eser, İstanbul, tarihsiz.
Eşref Edip, Asr-ı Saadet, cilt 1, İstanbul, 1985.
Tülay İşbil, “Ok ve Okçuluk”, Tarih ve Edebiyat Mecmuası, sayı 3, Mart 1981.
Atıf Kahraman, Osmanlı Devleti’nde Spor, Ankara, 1995.
Halim Baki Kunter, “Millî Spor Tarihimizde Okçuluk”, Tarih ve Edebiyat mecmuası, sayı 12, Aralık 1978.
Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, cilt 2, İstanbul, 1993.
Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti, İstanbul, 1997.