Müzekkin Nüfûs’tan İbretlik Tarihî Hikâyeler
Eşrefoğlu’nun Türkçe ve mensûr olarak kaleme aldığı Müzekki’n-nüfûs adlı eseri tasavvuf alanında önemli bir çalışmadır. Dinî, ahlâkî ve tasavvufî mâhiyette; İslâm ahlâkını, tarîkat âdâbını, nefisle mücâdelenin lüzûmunu, seyr ü sülûk şartlarını ve çeşitli tasavvufî konuları anlatan mensûr bir eserdir. 852/1448’de telîf edilmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm, hadîs-i şerîfler, büyük sûfîlerin sözlerinden verilen örneklerle, halkın rahatlıkla anlayabileceği seviyede yazılan eser, tasavvuf esaslarını anlatır. Kâdirîliğin Eşrefiyye şubesinin temel kitabı kabul edilir. Bir mukaddime ve iki bâbdan meydana gelen Müzekki’n- Nüfûs, sade bir Türkçe ile yazılmış olması yönüyle Türk dil tarihi açısından büyük önem taşımaktadır.
Rabia Hatun
Hasan-ı Basrî rahmetullahi aleyh buyurur:
Bir gün yolda giderken, Rabia Hatun ile karşılaştım, iki avucunu yummuş gidiyordu. Kendisine sordum;
- Yâ hatun, avuçlarında ne var?
Bana dedi ki;
- İpliğimi iki akçeye sattım, o iki akçeyi iki avucuma aldım, gidiyorum.
Lâtife ettim;
- Ey âhiret hatunu. İkisini bir avucuna alsan da bir elinle tesbih çekip ‘Allah Allah’ desen olmaz mı?
Bana şu cevabı verdi:
- Yâ şeyh! Bunların ikisi bir araya gelince fitne çıkarırlar, kişiye Allahu Teâlâ’yı unuttururlar. Onun için, ikisini bir araya getirmekten korkarım ki, gönlüme yol bulmasınlar ve gönlümden Allah muhabbetini çıkarmasınlar. Bana fitne ve hile edeceklerini bildiğim için, ben bunların ikisini asla bir araya getirmem.
Enes Bin Malik
Enes bin Malik (r.a.) buyurur ki;
Hazret-i Fahr-i kâ'inat aleyhi efdal-üt tahiyyat efendimiz bir gün hâne-i saâdetlerinden çıktılar ve Ebû Zer'in elinden tutarak şöyle buyurdular:
Yâ Ebâ Zer! Önümüzde gayet sarp bir yokuş vardır. Oradan, yükü hafif olanlardan gayrı hiç kimse geçemez.
Ebû Zer (r.a.) sordu;
- Yâ Rasûlallah! Acaba, ben o yükü hafif olanlardan mıyım?
- Evinde bugünkü yiyeceğin var mıdır?
- Vardır.
- Yarınki yiyeceğin de var mıdır?
- Yoktur yâ Rasûlallah!
- Yâ Ebâ Zer! Eğer, yarınki yiyeceğin de olsaydı, sen yükü ağır olanlardan sayılırdın.
Selmân-ı Fârisî
Selmân-ı Fârisî (r.a.) hastalanmıştı. Saad bin Ebi Vakkas (r.a.), kendisini görmeye gitti ve Selmân-ı Fârisî Hazretleri’nin ağladığını gördü ve sordu;
– Yâ Selmân! Niçin ağlıyorsun, Rasûl-ü zişân senden razı olduğu hâlde âlem-i cemâle intikâl buyurdu. Yoksa ölümün aklına geldi de onun için mi ağlıyorsun?
Yâ Saad! Ben ne öleceğim ne de dünyaya haris olduğum için ağlamıyorum. Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz buyurdular ki; “Sizden birinizin azığı bir binici azığı kadar olsun.” Hâlbuki benim çevre yanımda bu kadar eşya var, hâlim nice olur, onun için ağlıyorum, dedi.
Saad bin Ebi Vakkas, buyuruyorlar ki; dört yanıma bakındım ve Selmân-ı Fârisî'nin odasında bir ağaç çanakla bir su tulumundan başka bir şey göremedim. Meraklanarak sordum;
- Yâ Selmân Burada ne var ki ağlıyorsun?
İçini çekerek bana şu cevabı verdi:
- Yâ Saad! Allahu Teâlâ’dan utanıyorum.
Demek oluyor ki, Rasûl-ü zişân’ın ashabı dünyadan bu derece korkarlardı. Oysa sen dünya malı ile keseler doldurursun ve onun muhabbetiyle gönlünü öldürürsün üstelik hiçde kaygılanmazsın…
Hazret-i Ömer
Hz. Ömerü’l-Faruk (r.a.), bir gün huzur-u Rasûlullah’a girdi. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in bir hasır üzerinde yatmakta bulunduklarını gördü. Mübârek tenine hasırın değdiği yerler çukur çukur iz bırakmıştı. Hz. Ömer (r.a.) bu hâli görünce ağlamaya başladı. Aleyhissalâtü vesselam Efendimiz sordu;
- Yâ Ömer! Niçin ağlıyorsun?
- Yâ Rasûlallah! Nasıl ağlamayım ki, Kisrâ ile Kayser'in bunca nimetleri vardır, kâim ve yumuşak döşekleri vardır, üzerinde yatarlar. Onlar Allah’ın düşmanları iken bu rahat ve saâdete nâil oluyorlar da sen ki Allah’ın dostu ve sevgilisisin, mübârek yanını hasır yol yol etmiş. Ne var yâ Rasûlallah! Bıraksan da altına bir abacık olsun döşesek.
Hâtemü’l-enbiyâ Efendimiz saâdetle buyurdu:
- Ey Ömer! Onlar öyle bir kavimdir ki, bu yerin rahatlığı için âhiret rahatlarını terk eylediler. Biz, öyle bir kavimiz ki, dünya rahatlarını terk edip, âhiret rahatlarını kabul eyledik. Yâ Ömer! Bu dünya, âhirete nispetle şuna benzer: Bir kişi, bir denize serçe parmağını soksa, ne kadar yaş kalırsa, dünya da âhirete nispetle odur. Bu dünyanın sebatı şuna benzer ki, var iken yok olur. Yazık yazık o kişiye ki, böylesine bir hayale aldanır. Yâ Ömer! Kişi, dünyada ne kadar hoşluk sürerse, âhiretteki nasipsizliğindendir. Bu dünyayı zahmet ile geçirelim ki, âhiret günü rahatlıklarını bulalım.
İbrahim Bin Ethem
Sultan İbrahim bin Ethem, Belh şehrinin padişahı idi. Kırk veziri vardı. Günde 4000 koyun boğazlanır ve sarayı halkına yemek hazırlanırdı. Bir söz ile aklı başına geldi, tevbe etti ve bu fânî padişahlığı terk ederek bâkî mülkte sultan oldu.
Onun tevbesinin sebebi şudur: Bir gün, evinden dışarı çıkmış, dîvânda oturuyordu. Bir Arap, bir deve katarını çekerek saray kapısından içeri girdi. Hiç kimse, onu önleyemediler. Kapıcılar ve çavuşlar ve sâir halk, ne kadar uğraştılarsa da onu dışarı çıkaramadılar. Sultan, bu hâli görünce kendisi kalktı ve devecinin karşısına dikilerek;
- Ey kişi, nereden gelip nereye gidiyorsun?
- Bir deveciyim, bu kervansaraya konmaya geldim.
- Ne acep söylersin? Burası kervansaray değil, padişah sarayıdır.
- Pekâlâ, şimdi bu saray senin midir?
- Benim mülkümdür.
- Senden evvel kimindi?
- Babamındı.
- Ondan evvel kimindi?
- Dedemindi.
- Peki, şimdi onlar nerede?
- Onlar öldüler, gittiler. Şimdi, bu saray benimdir.
- Yâ İbrahim! Ben, sana demedim mi? Bu saray değil, kervansaray imiş. Onlar konmuş ve göçmüş, sen de göç ben konayım.
İbrahim Ethem Hazretleri, hikmeti hemen anlayıp bir gün, kendisinin de ölüp toprak olacağını bildi; kendisinin de padişahlığının da fânî olduğunu anladı. Bir kere ah eyledi ve padişahlığı hemen terk etti. O tacı, tahtı, sultanlığı, rahatı, refâhı ve saâdeti döktü gitti ve yokluğu kabul etti. Bir eski aba giydi, vardı Mekke-i Mükerreme'de mücâvir oldu.
İbrahim Ethem (k.s.), sırtında odun taşıyıp pazarda satardı. Taşıdığı yükünü yarım paraya satar, yarısını kendi nefsine harcar, diğer yarısını da Mekke-i Mükerreme’deki mücâvirlere sadaka eylerdi. Yedi yıl bu yolda nefsiyle mücâhede etti.
Kabir Azabından Kaçan Padişah
Eski zamanlarda bir padişah vardı. Gayet ulu bir padişah idi. Bir gün hastalandı ve bütün saray halkını çağırarak vasiyet eyledi, dedi ki;
- Ey benim vezirlerim, dostlarım, oğullarım ve kullarım! Beni görün ve benim hâlime bakarak ibret alın. Bu fânî ve yalancı sultanlığa aldanmayın, bu fânî lezzetlere gönül vermeyin, varın ibâdet ve âhiret amelleri ile meşgul olun, fırsat elde iken Hakk’a kulluk edin, yoksa benim gibi sizler de pişman olursunuz, ölüm, kişiye ansızın geliyor.
İnsan, ölüm gelince bütün bildiklerini şaşırıyor. Sağ ve sıhhatte olduğum günlerde kendi kendime; “Yarın zulümden vazgeçeyim, artık âdil ve salih olayım. Mevlâ’ma miskinlikle varayım, yüzümü gözümü sürerek günahlarımın bağışlanmasını dileyeyim.” derdim. Bugün, yarın derken ömrüm geçmiş haberim olmadı, işte şimdi ölüm aslanı geldi ve karşıma dikildi, beni pençesine aldı, mecal bırakmadı, zebûn oldum.
Çaresiz dört yanıma bakar dururum. Sakın siz benim gibi olup sonra pişmanlığa düşmeyin, son pişmanlık fayda vermiyor. Tevbeyi dilden eksik etmeyin, her nefeste tevbe ve istiğfâr edin.
Padişah bu öğütlerden sonra şunları söyledi:
- Öldüğüm zaman sakın beni kabre koymayınız, kabir azabından çok korkuyorum. Çok zulümler ettim, çok incittim. O sebeple beni mezara koymayınız.
Etrafındakiler sordular;
- Peki, ne yapalım?
Padişah, üzgün bir sesle devam etti:
- Sarayımın odalarından birisini boşaltın. Beni, çok sağlam bir tabutun içine koyun ve tabutun kapağını da sıkı sıkı kapatın, içine su dahi girmesin ve tabutumu o odanın içinde zincirle tavana asın, dedi ve can verdi.
Dediklerini aynen yaptılar. Sağlam bir ceviz tahtasından tabut yaptırdılar, padişahın cansız bedenini içine koydular, kapağını sıkı sıkı kapattılar, namazını kıldılar, sarayın odalarından birine koydular.
Akşam oldu, herkes uyudu. Evin içinde gayet korkunç bir ses duyuldu, herkes odalarından dışarı fırladı, baktılar ki, bu ses tabutun bulunduğu odadan geliyor. Hemen o tarafa koştular. Padişahın tabutunu indirip açtılar ki ne görsünler? Padişahın başını, büyük kara bir yılan yutmuş. Bu öyle bir yılan imiş ki, o güne kadar bir benzerini gören olmamış. Ölünün başını yılanın ağzından çıkarıp aldılar, yılanı öldürdüler ve tabutu yine yerine astılar.
Ertesi gece yine korkunç bir ses işitildi, yine koşuştular ve bu defa gördüler ki, yılan padişahın ölüsünü yarı beline kadar yutmuş. O ifrit yılanı öldürdüler, padişahın cansız bedenini ağzından çıkardılar ve yine tabutu yerine astılar.
Daha sonraki gece, aynı korkunç ses duyuldu, tabutun bulunduğu odaya vardılar, tabutu açtılar ve gördüler ki, padişahın ölüsü kömür gibi kapkara olmuş.
Sabah olur, durumu âlimlere danışırlar. Âlimler dediler ki;
- O gördüğünüz kara yılan, padişahın amelidir. Her nerede olursa olsun onu bulur.
O zaman, saray halkı, olacak şeyin nerede olursa olsun olacağını anladılar, gidip bir kabir kazdılar ve padişahı oraya gömdüler. Hakk’ın emrine razı oldular.
Resul KESENCELİ
Yazar17.Yüzyıl Osmanlı Devletinde Bursevî’nin Mürşidi Osman Fazlı Efendiİsmail Hakkı Bursevî, Celvetiye mürşidi Osman Fazlı Efendi’ye intisap etmiştir. Onun terbiyesinde yetişmiş tasavvufî eğitimini tamaml...
Yazar: Resul KESENCELİ
Ah efendim rayihan âlemi mest eyledi,Uzattığın gonca gül cihanı dost eyledi.Ah efendim sevgiyi senden öğrendi gönül,Taşlaşan kalbimizde açtı demet demet gül.Ah efendim badeyi içirdin kana kana;Pervane...
Şair: Yusuf DURSUN
Evliya Çelebi XVII. yüzyılda İstanbul’u Seyahatname isimli eserinde anlatırken Ayasofya’nın Sırları ve gizemlerini yazmıştır. Biz de bu eserde anlatılanları bu yazımızda ifade etmeye çalışacağız.Seyah...
Yazar: Resul KESENCELİ
İslâm kültür ve medeniyetinde ortaya çıkan tarih yazıcılığı içerisinde şehir ve bölge tarihlerinin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Bu alandaki eserler genellikle ele aldıkları şehir veya bölgenin coğra...
Yazar: Resul KESENCELİ