MÜRŞİDİN İHSÂNLARI İLE DİKENİ GÜL EYLEMEK
Tasavvuf ehli tarafından çokça kullanılan mürşid ifadesi, mürîdin gönül eğitiminde seyr ü sülûkunu tamamlamasına rehberlik eden, irşâd edici vasfa sahip öğreticisidir. Mürşid, sözlükte “doğru yolu gösteren, yönlendiren, yöneltten, bilgi veren ve öğütleyen” anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise, “tasavvuf yoluna giren müridlere rehberlik eden” zâta denir. Mürşid ile eş anlamlı olarak şeyh, velî ve pîr terimleri de kullanılmaktadır. Mürşid, seyr ü sülûkunu tamamlamış, şeyhi tarafından müridlerin irşâdı ve terbiyesi ile görevlendirilmiş, gerek mânevî mertebeleri aşmak gerekse müritlerin eğitimi için gerekli metotları uygulayarak öğrenmiş özel meziyetleri olan seçkin bir şahıstır. Mürşid-i kâmil, bütün hayatını müritlerin eğitimine adayan ve imkân nisbetinde onların dünya ve âhirette Allah’ın rızâsını kazanmaları için gayret sarf eden kimsedir. Aslında kula Allah’ı, Allah’a da kulu sevdirmek, diğer bir deyişle kulu rızâ-ı ilâhiyyeye ulaştırmak için gayret gösterin örnek insandır. İrşâda muktedir olan bu zât-ı muhteremler edebiyatımızda şeh/şâh olarak da ifade edilir. Şeyh/mürşid, velîlik suyu ile mürîdin vücûdundaki kirleri ve ona sonradan bulaşacak pislikleri temizler. Yine başka bir tanımla şeyh, hak bir yola sülûk eden, bu yoldaki zararlı, korkulu ve tehlikeli hususları tanıdıktan sonra vakt, menzil, hâl, makamlar konusunda mürîdi bilgi sahibi yapmak suretiyle onu irşâd eden, faydalı ve zararlı şeyleri ona gösteren kimsedir. Şeyh aynı zamanda üç ilimde -ki bunlar şerîat, tarîkat ve hakîkat ilimleridir- yüksek dereceye ulaşmış kimse, ruh doktoru, mürîdin kalbine gelen hastalıkları tedavi edici anlamlarına gelir. Gerçek bir mürşid-i kâmili sahip olduğu şu üç vasıfla tanımak mümkündür. İlk vasıf, kitap ve sünnete tam bir ittibâdır. Yani kâmil bir mürşidin hayatı ve amelleri Kur’an-ı Kerim ve sünnet-i seniyye ahlâkının yaşanmasından ibârettir. İkinci vasıf, mürşidin söz ve halleriyle Allah’ı hatırlatmasıdır. Üçüncü vasıf, mürşidin mânevî tayinidir. Bu vazife silsilesi Hz. Muhammed (s.a.v.)’e ulaşan bir mürşidin tensibi ve mânevî tayiniyle olur.[1] Es-Seyid Osman Hulûsi Efendi bir beytinde şöyle buyuruyor: Der ki Hulûsî ol şehin ihsânının pâyânı yok Gülşen olup bâğ-ı gönül zerrece hârım kalmadı[2] (Hulûsi der ki: O şâhın ihsânının sınırı yok, bu yüzden gönül bağı gül bahçesine döndü, zerre kadar dikenim (derdim) kalmadı.) “İhsân” kelimesi sözlükte, “bir şeyi iyi ve güzel yapmak, iyi, güzel ve yararlı fiil işlemek” anlamlarına gelir. İhsân, Allah’a kulluk olan her görevi en iyi bir şekilde, önemseyerek, hakkıyla ve lâyıkı veçhile yapmaktır. İhsân kavramı; iman, iş, İbâdet, muâmelât, yönetim, yargı vb. insanın yaptığı her işi ve görevi şartlarına, kurallarına ve tekniğine uygun olarak estetik, sağlam, güzel, kaliteli, en iyi ve en mükemmel bir şekilde yapmayı ifade eder. “İhsân” Allah’ın kullarına kesin bir emridir. Allah’ın nimetleri ve her şeyi en güzel bir şekilde var etmesi de ihsân kavramı ile ifade edilmiştir. İnsanlar açısından ihsân, üç kısımda zikredilebilir: 1) Allah’a karşı ihsân. Bu, şartlarına uygun iman etmek, emir ve yasaklara uymaktır. 2) İnsanlara karşı ihsân. Bu, insanın ana-babasına, eş ve çocuklarına, komşu ve akrabalarına, insanlara iyilik yapmak, iyi davranmak, haklarına riâyet etmek ve kusurlarını bağışlamaktır. 3) Kişinin kendisine karşı ihsânı. Bu, iman edip sâlih ameller işleyerek Allah’ın rızâsını, rahmet, mağfiret, nimet ve cennetini kazanmasıdır. Mürşid-i kâmil, gönül eğitimine tabi tuttuğu sâliklere bütün işlerinde ihlaslı, samîmî ve güzel bir biçimde yukarıdaki ikinci ve üçüncü maddeleri gereğince yapmalarını öğretir. Nesâî, ihsânla ilgili şunları söyler: “İhsân ibâdette huşû ve ihlastır. İbâdeti sadece Allah’a has kılmaktır. Sanki görüyormuş gibi kulun Cenâb-ı Hakk’ı müşâhedesidir.” İhsân tasavvufta mânevî bir makam, mertebe olarak kabul edilir, tarîkata sülûk eden sâlikin ilk makamıdır. İhsân makamına ulaşabilmek için bazı hallerden geçmek gerekir. Buna göre kul, ibâdet ve tâatını bu duygu ve düşünce içinde edâ eder ve Allah’ın sıfatı ile her şeyi müşâhede ettiğine yakînen inanırsa bu makama erişir. Kul Allah’ın basîret tecellîsi önünde erir, küçülür, hiçliğini arar ve O’nun nimetleri karşısında nasıl davranması gerektiği şuuruna varır. O’na layık olmak için cehd eder, gözlendiğini bilir, hareketlerini ona göre ayarlar. Bu hâl devam ettiği müddetçe yücelir, yükselir ve nûrânîleşir. Böylece sâlih ihsân mertebesine erdikten sonra bütün şekiller, temsiller ve mukâyeselerden arınmış bir vaziyette her şeye kâdir olan Cenâb-ı Hakk’ın saltanatının güzellik ve ihtişâmını temaşaya başlar.[3] Bir başka açıdan ise ihsân; yapılan iyiliğe ziyâdesiyle karşılık vermek, yapılan kötülüğü de affetme erdemliliğini gösterebilmektir. İhsânın en yüksek mertebesi de nefse ağır gelmesine rağmen, kendine kötülük yapan kişiye iyilikle mukâbelede bulunabilmektir. İşte bu eğitimi tasavvuf ocakları mürşidler vâsıtasıyla gönüllere nakşeder. Bir bakıma ihsân, insanın Allah’a kulluğun yanı sıra insanlara ve bütün mahlûkâta karşılıksız olarak iyilik etmesinden ibâret bir erdemdir. İslâm toplumunda ihsân, sadece insanın ihtiyaç anında başka birine takdim ettiği bir sadaka değil, bilakis başka birinin sıkıntısının giderilmesi veya ihsânı gerektiren bir ihtiyacın olması halinde bir farîzadır. İslâm geleneği, zorlukları aşmak ve sıkıntıları gidermek için fert ve cemiyeti âzamî ölçüde bu farîzaya (ihsâna) yönlendirir.[4] İşte bu yönlendirmeyi yapan mürşid-i kâmilin sayesinde birçok nimete kavuşulur. Hulûsî sâil iken buldu ihsân-ı nihâyetler Hakîkat rehberi şâh-ı hakîkatden atâ geldi[5] (Hakîkat rehberi olan hakîkat şahından ihsân geldiği için Hulûsi, yoksul iken lütuf ve yardım gördü, sonunda nimetlere kavuştu.) İhsân kavramı meşhur Cibrîl hadisinin içeriğinde âdetâ resmedilmiştir: Kulun Allah’ı, cenneti ve cehennemi (eğer) görseydi nasıl bir kulluk sergileyeceğini tek tek izah etmiştir. Bir başka hadiste ise Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur; “…Sanki O’nu görüyormuşçasına, vedâ edenin namazı gibi namaz kıl; Sen O’nu görmesen de O seni görmektedir. İnsanların ellerindekinden umut kes ki zengin olarak yaşayasın. Özür dileyecek şeyden de sakın!”[6] Cibrîl hadisinde zikredilen ihsân kavramına ihlas da dâhildir. İhlas ise dini Allah’a hasretmektir. Kulun bütün ibâdet, itâat ve fiillerinden riyâ ve şirki bertaraf ederek her an Allah’ı görüyormuşçasına ona kulluk ve itâatte bulunmasıdır. Nevevî, Rasûlüllah’ın, “İhsân nedir?” sorusuna verdiği cevabı yorumlarken şunları söyler: “… Bu da Nebî (s.a.v.)’e verilmiş bulunan ‘cevâmiu’l-kelîm’ denilen kapsamlı, özlü sözlerdendir. Çünkü bizden bir kimsenin şânı yüce Rabb’ini görerek ibâdet yapmaya kalkıştığını varsayacak olursak, o huşû, hudû, güzel bir şekilde duruş, zâhir ve bâtın ile o ibâdeti en güzel şekilde tamamlayabilmek için neyi yapabiliyorsa mutlaka yapar ve yerine getirir. Bu bakımdan Allah Rasûlü (s.a.v),“O’nu görmek halinde nasıl ibâdet edeceksen bütün hallerinde Allah’a öyle ibâdet et.”[7] buyurmaktadır. Çünkü Yüce Allah’ı görmek hâlinde sözü geçen tam ve eksiksiz ibâdet, kulun Allah’ın kendisini görmekte olduğunu bilmesinden dolayıdır. Kul böyle bir durumda herhangi bir kusur işlememeye gayret eder. İşte bu mânâ Rabb’ini görmemesi hâlinde de söz konusudur. O hâlde bunun gereğince amel etmesi gerekir.[8] Müşâhede makamına varan dervişin gönlündeki dikenler güle çevrilir: Gördüm yüzünü hâr-ı dilim hep güle döndü Akdı gözümün yaşı revân bir sele döndü[9] (Ey sevgili! Yüzünü görünce, dikenlerle kaplı gönlüm hep güle döndü, dertli gönlüm neşelendi. Gözyaşlarım aktı, sele döndü.) Tasavvuf yoluna girip bu istikâmette yürüyen derviş gönüllüler, yaşamış olduğu toplumun ihtiyaçlarıyla da ilgilenir. Yapılan hiçbir iyiliğin karşılıksız kalmayacağı, hatta kat kat fazla verileceği şuuruyla hareket eder. Hadislerde Hz. Peygamber (s.a.v.), insanları birbirlerine karşı iyilik yapmaya teşvik etmiş ve bu iyiliklerinin karşılıklarının da kat kat olacağını haber vermiştir. Meselâ bir hadiste, “Âdemoğlunun her ameli katlanır. Bir iyilik on mislinden yedi yüz misline kadar katlanır.”[10] buyurmuştur. İbn Abbas’ın naklettiği kudsî bir hadiste bu durum şöyle tasvir edilmiştir; “Muhakkak Allah iyilikleri ve kötülükleri yazmış ve sonra bunları açıklamıştır. Kim iyi bir iş yapmaya niyet eder de yapmazsa Allah kendi katında ona bir tam iyilik (sevabı) yazar. Eğer kişi iyi bir iş yapmaya niyet eder ve onu yaparsa on kattan yedi yüz kata kadar hatta bundan daha fazla iyilik (sevabı) yazar. Eğer kul bir kötülük yapmaya niyet eder de yapmazsa Allah kendi katında ona bir tam iyilik (sevabı) yazar. Ancak kul bir kötülük yapmaya niyet eder ve onu yaparsa Allah ona bir kötülük (günahı) yazar.”[11] Mürşid-i kâmilin telkinleri ve mânevî eğitimi, müritleri zikreden bir kul olarak yetiştirme gayreti kurtuluş vesilesi olmaktadır. Aslında böylece dikenler gül bahçesine dönüşmektedir. Kişinin müntesip olduğu cemiyetin iyilerinin hürmetine günahkârların da bağışlanmasına vesile olduğuna dair bir ihsân müjdesi ile yazımızı tamamlayalım: Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın yollarda dolaşıp Allah’ı zikredenleri arayan melekleri vardır. Onlar Aziz ve Celil olan Allah’ı zikreden bir topluluk bulunca birbirlerine, ‘Aradıklarınız buradadır gelin!’ diye seslenirler ve melekler Allah’ı zikredenleri, dünya semâsına kadar kanatlarıyla çevrelerler. Allah, onların hallerini meleklerden daha iyi bildiği halde, meleklere; - Kullarım ne diyorlar, diye sorar. Melekler; - Seni tesbîh ve tenzîh ediyorlar. ‘Allâhu ekber’ diyerek seni yüceltiyorlar, sana hamd ü senâ ediyorlar. - Bu kullarım beni gördüler mi (ki böyle tesbîh edip tekbir getiriyorlar?) - Hayır, vallâhi seni görmediler. - Peki, beni görseler ne yaparlar? - Onlar seni görseler, sana kullukları, takdîsleri, tahmîdler ve tesbîhleri daha da artar. - Benden ne diliyorlar? - Cenneti istiyorlar. - Onlar cenneti gördüler mi? - Hayır, Ya Rab! Vallahi cenneti görmediler. - Ya cenneti görseler ne yaparlar? - Cenneti görmüş olsalar, cennete karşı arzu ve hevesleri daha çok olur, cenneti daha fazla isterler. - Onlar nelerden Allah’a sığınıyorlar? - Cehennemden Allah’a sığınıyorlar. - Cehennemi gördüler mi? - Vallâhi görmediler. - Ya görselerdi? - Eğer cehennemi görseler, ondan daha çok kaçarlar, daha fazla korkarlar. Yüce Allah; ‘Ey melekler, siz de şahit olun ki ben onları bağışladım.’ buyurur. Meleklerden biri der ki; ‘Ya Rab! Filanca onlardan değil, sadece bir ihtiyacı için gelmişti.’ Yüce Allah; - Onlar bir arada bulunuyorlar ve onlarla düşüp kalkan da kötü olmaz, buyurur.”[12] [1] Recep Ayık, Divan-I Hulûsî-i Darendevî’de Dinî Tasavvufî Muhtevâ, Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Konya-2019, s.128. [2] Nihat Öztoprak, 20. Yüzyıl Mutasavvıf Divan Şairi Seyyid Osman Hulûsî Efendi Divanı (İnceleme-Metin-Nesre Çeviri), Nasihat Yayınları, İstanbul 2020, c. 3, s.427. [3] İhsan Kara, Din Hizmetlerinde Kalite Bağlamında “İhsan” Şuurunun Yeri ve Önemi, Diyanet İlmi Dergi, Sayı: 50/2, Yıl; 2014, s. 135-137. [4] Necmeddin Şeker-Ferize Yeksek, “Hadislerde İhsan Kavramı”, Akademik-Us, Cilt; 3, Sayı: 1, 2019, s. 19. [5] Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz. Prof. Dr. Mehmet Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz), Nasihat Yay., İstanbul, 2013, s. 292. [6] Taberânî, Ebu’l Kasım Süleyman b. Ahmed b. Eyyub el-Lahmi, Mu’cemü’l-Evsat, Kahire, 1415, 4: 358. [7] Nevevî, el-Minhac, 1: 203-205 [8] Şeker-Yeksek, a.g.m, s.36. [9] Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, s. 291 [10] Müslim, Sıyâm, 30. [11] Buhârî, Rikâk, 31, 7, 187. [12] Buhârî, Da’avât, 66.
Musa TEKTAŞ
YazarKutlu Nebî’nin teşrifini bekleyen Yesriblilerin[1] gözleri, yüksek ağaçlara çıkan gözlemcilerin “İşte Rasûlüllah’ın devesi!” nidalarıyla aydınlanmış, Medine nurlanmış, Evs ve Hazreç onurlanmıştı. Küfr...
Yazar: Hamit DEMİR
İslâm tasavvufunda asıl amaç, Allah’a ulaşmaktır. Bu hedefe varabilmek için dünyevî bağlardan, aşırı mal sevgisinden ve en nihâyetinde kendi varlığından geçmek gerekmektedir. Bu süreci gerçekleştirebi...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Bir küçük fırça, bin bir renk, Geziyor minyatürlerde, Herkes başka başka ahenk, Seziyor minyatürlerde… Nerde hilalin yıldızı, Nerede geçmiş izi? Eller bazen imkânsızı, D...
Şair: Halil GÖKKAYA
Ziyâretçilerin Kaleminden Hulûsi Efendi (k.s.)’nin Gönülleri Eğiten Tasavvufî AhlâkıTasavvuf; Kur’an’ı Kerim’i Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gibi yaşamaya çalışma gayretinin adıdır. Kettânî tasavvufun,...
Yazar: Musa TEKTAŞ