MEŞHUR HANEFİ FAKİHİ “İMAM SERAHSΔ
Ebû Hanîfe’nin açtığı fıkıh çığırından ve kurduğu fıkıh okulundan pek çok âlim ve hukukçu yetişmiştir. Bunlardan biri de, İmam Serahsî’dir. Esas adı, Ebû Bekr Muhammed b. Ebû Sehl Ahmed’dir. “Şemsü’l-Eimme”, yani “imamların güneşi” ve “Fahru’l-İslâm” yani “İslam’ın iftihar kaynağı” olarak da bilinir. Türk olduğuna dair kesin bir delil yoktur. Fakat birçok kez Türklerden bahsetmiş olması sebebiyle Türk olma ihtimali daha güçlü görünmektedir. Serahsî, hem öğrencilik yılları esnâsında hem de hocalık yaptığı yıllarda Buhârâ’da yaşamış olup Karahanlılar devleti âlimlerinden birisidir. Eserlerini Arapça olarak kaleme almıştır. İmam Serahsî, bugün Türkmenistan sınırları içinde yer alan ve İran’ın Meşhed şehriyle Türkmenistan’ın Merv şehirleri arasında kalan Serahs şehrinde tahmînen hicrî 400 yılında doğmuştur. Bu şehir Hz. Osman zamanında Abdullah b. Hâzim es-Sülemî tarafından fethedilerek İslâm ülkesi topraklarına katılmıştır. Serahsî, Karahanlılar döneminde yaşamıştır. Bu dönem, bir yandan hükûmet ile ulemâ arasında anlaşmazlıkların ve gerginliklerin yaşandığı, diğer yandan halkın haksız vergiler sebebiyle muzdarip olduğu bir dönemdir. Serahsî de bu haksız vergilere bizzat karşı çıkmış ve bu sebeple de zindana atılmıştır. O, bu konuda şöyle demiştir: “Zamanımızda devlet görevlileri haksız yere vergiler îcâd etmektedirler. Kimin bu haksızlığa karşı durabilecek gücü varsa bu tutum onun için doğru bir davranış olacaktır. Zulme engel olmaya gücü yetmeyen kimseler ise isterlerse bu vergiyi verebilirler…”1 Aynı zamanda bu dönem İslâm coğrafyasının çeşitli bölgelerinin haçlı saldırılarına maruz kaldığı dönemdir. İmam Serahsî’nin tahsil hayatı Buhârâ’da geçmiştir. Dolayısıyla ders aldığı hocalarının hepsi Buhârâ’dadır. Serahsî’nin hocaları içerisinde genellikle üç isim öne çıkmaktadır. Bunlar, Halvânî, Suğdî ve Bezzâz’dır. Ancak bunlar içerisinde Serahsî’nin kendisinden uzunca yıllar ders gördüğü, fıkıh eğitimini kendisinden tamamlayıp icâzet aldığı hocası Şemsü’l-Eimme (el-Ekber) el-Halvânî el-Buharî’dir. Serahsî’nin üstâdına olan yakınlığını Şihâb b. Fadlullah, “Âdetâ güneşe dolunay olmuştur.” diyerek anlatmıştır. Serahsî’nin ilim silsilesi, Ebû Muhammed Abdülazîz el-Halvânî, Ebû Ali el-Hasen b. Hıdır en-Nesefî, Ebû Bekr Muhammed b. el-Fadl el-Buhârî, Ebû Abdullah b. Ebû Hafs (Sebzmûnî), Babası Ebû Hafs el-Kebîr, Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî kanalıyla İmam A’zam Ebû Hanîfe’ye ulaşmaktadır.2 Rivâyete göre Serahsî’nin hocası olan Halvânî’nin babası Ahmed b. Nasr helva satarak geçimini temin eden fakir bir kimseydi. Zamanının fakihlerine helva dağıtır ve onlara, “Oğluma duâ edin.” derdi. Onun bu cömertliği, imanı, saflığı, alçak gönüllülüğü ve samimiyeti sebebiyle olsa gerektir ki, oğlu “Şemsü’l-Eimme” (İmamların güneşi) gibi çok önemli bir paye elde etmiştir.3 Halvânî’nin yetiştirdiği öğrenciler arasında Hanefîlerin önde gelen isimlerinden Fahru’l-İslâm Ebu’l-Usr el-Pezdevî ve Sadru’l-İslâm Ebu’l-Yusr el-Pezdevî kardeşler de vardır. Serahsî’nin İlmî Şahsiyeti Serahsî hakkında bilgi veren kaynaklar onunla ilgili olarak şu ifadeleri kullanırlar: İmam, kadı, müctehid, Maverâünnehir’in en büyük ve en meşhur Hanefî fıkıhçısı ve usûlcüsü, Hadis ilminde huccet, Kelâm ve Münâzara ilminde otoritedir.4 İmam Serahsî, hocası Halvânî’nin vefatı üzerine hem Şemsü’l-Eimme unvanını almış, hem de ders kürsüsünün başına geçmiştir. O ilim bakımından akranları arasında birinci sıradadır. İlim seviyesi bakımından Serahsî, “meselde müctehid” sayılmaktadır. Yani çözüm bekleyen bir hukûkî meselede Hanefî mezhebinin kurucu imamlarından herhangi bir rivâyet yoksa o ictihâd edebilirdi. Meselede müctehid seviyesi, Ebû Hanîfe’den doğrudan ders almış olan İmam Ebû Yûsuf, İmam Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî, İmam Züfer b. Hüzeyl, İmam Hasan b. Ziyâd el-Lü’lüî’nin oluşturduğu tabakadan hemen sonra gelen üçüncü tabakadır. Zamanının yöneticilerine haksız vergiler sebebiyle eleştiri yönelten Serahsî’nin 30 ciltlik fıkıh kitabı olan el-Mebsûd’u zindanda veya hapiste ezberinden yazdığı rivâyet edilir. Ancak tamamını olmasa da bir kısmını hapiste yazdığı kesindir. Serahsî, Doğu Karahanlıların şu üç hükümdarı zamanında hapiste kalmıştır: Şemsülmülk Nasr (460–473 h.), Hıdır Han (Nasr’ın kardeşi) (473–474 h.) ve Ahmed Han (Hıdır’ın oğlu) (474–487 h.). Bu kadar uzun süre hapiste kaldığına göre bu cezâyı gerektirecek oldukça ciddî bir suçunun olması gerekir.5 Ancak Serahsî’nin bu cezâyı hak edecek bir suç işlemediği, tok sözlü oluşu ve düşmanlarının husûmeti sebebiyle mahkûm edilmiş olduğu da söylenmektedir. Buradaki husûmetin sebebi, fıkhî bir anlaşmazlıktan ziyâde, devrinin yöneticileri ile yaşadığı itikâdî düşünce farklılığı da olabilir. O, meşhur eseri el-Mebsûd’un bir yerinde, haksız yere sürülerek hapsedildiğini, eşinden çocuğundan ve kitaplarından ayrı kaldığını, gecelerin karanlıklarında ağlayarak, göz yaşı dökerek, duâ ile huşû ile kurtuluşunu istediğini ifade etmektedir.6 Serahsî’in, mahkûmiyetinin ilk yıllarında çok sabırlı, mütevekkil ve başlamış olduğu telif işini bitirmekten başka bir şey düşünmediği anlaşılmaktadır. Ancak hapis hayatı ilerledikçe ve bilhassa el-Mebsûd adlı eserinin sekizinci cildini tamamlamış olduğu iki yıllık süreden sonra “kurtuluş için duâ”, “iftiracıları itham” gibi konuları ele aldığı görülmektedir. Serahsî, hürriyetini elde etmek için artık sabırsızlanmaya ve sık sık bunu dile getirmeye başlamıştır.7 Zaman zaman da içinde bulunduğu durumdan kurtulma ümidini kaybettiği ifadelerine yansımıştır. Nitekim bir eserinde şöyle dediği nakledilmektedir: “Kıyamet günü bana sermaye olsun ve ben de kazançlı kimselerden olayım diye, ilimde derine gidenlerin yolunu tutarak, diğer nasîhat edenlerin arasında benim de sarf ettiğim “söz” sebebiyle hapse düşmüş ve dünyada kurtuluşa ermekten ümîdimi kesmiş durumdayım. Yüce Allah ancak takvâ sahiplerinden hoşnut olur ve O, sâlih kullarını kendine velî edinir. Hâin olanların hîle ve düzenini hedefe vardırmaz ve iyi insanların da mükâfatını zâyî etmez. Evvel ve âhir hamd Allah’adır.”8 Serahsî’nin geride bıraktığı değerli eserlere bakıldığında, hapishane hayatı da dâhil, ilmî faaliyetini oldukça yoğun ve titiz bir şekilde sürdürdüğü görülür. Eserlerinde verilen başlangıç ve bitiş tarihleri dikkate alınarak zaman zaman günde 260 sayfanın yazdırıldığı, 15 sayfanın altına ise düşülmediği söylenmektedir.9 Serahsî, hukûkun genel esaslarını ortaya koymaya çalışan ve uygulayan bir hukuk âlimidir. Onun geniş görüşlülüğünü, prensiplere riâyetini ve hukukçuluğunu anlatmak üzere şöyle bir örnek verilir: Serahsî’ye göre uzak fayda ve menfaatler uğruna yakın menfaatler feda edilmelidir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) devrinde meydana gelen meşhur Hudeybiye barışında da bu prensip uygulanmıştır. Ona göre Hz. Peygamber (s.a.v.), ortada devam etmekte olan bir savaş olmadığı halde, Hudeybiye’de mecbur değilken bile bir sulh anlaşmasını kabul etmişti. Mekkeliler söz konusu dönemde ona zarar veremezlerdi. Bununla birlikte Hz. Peygamber (s.a.v.), Mekkelilere istediklerini vermeye râzı olmuştu. Zira o dönemde Medine, aynı kuvvette iki düşmanın, yani güneyden Mekkelilerin ve kuzeyden Hayber Yahudilerinin tehdidi altındaydı. Bir önceki sene her ikisi birden Hendek savaşında Medine’yi kuşatmışlardı. Her ikisiyle birlikte çarpışacak kadar kuvvetleri yoktu. Biri karşısında tamamen serbest kalabilmek için diğeriyle ne pahasına olursa olsun bir sulh yapılmalıydı. Mekke ile sulh yapılmış, Müslümanların düşmanlarıyla yapacakları bir savaşta tarafsız kalmak şartıyla her istedikleri verilmişti. Mekkelileri müttefikleri Hayberlilerden ayırmak Hz. Peygamber (s.a.v.)’in en parlak diplomatik zaferi idi. Kur’an’ın ifadesiyle bu zafer, “feth-i mübîn” ve “nasr-ı azîz” olmuştu.10 Serahsî, büyük bir âlim olmasının yanında, müttakî, dinî hassâsiyeti yüksek, samîmî ve ihlâslı bir âlimdir. Onun dinî hassasiyetini göstermek üzere şöyle bir olay nakledilmektedir: Serahsî, öğrencilerinden birinin kuyunun başında hazır olmadığını görünce nerede olduğunu sormuş. Orada bulunanlardan birisi arkadaşının abdest almaya gittiğini, kendisinin ise soğuk olması sebebiyle abdest almadığını söylemiş. Bu duruma kızan ve abdestsiz derse gelmenin doğru olmadığını düşünen Serahsî, “Sen bu durumdan utanmıyor musun?” diyerek ona çıkışmış, kendisinin Buhârâ’da öğrenci olduğu sıralarda bir gün ishal olduğunu, bu yüzden kırk kez abdest almak zorunda kaldığını, odasına her geri dönüşünde yazı yazdığı mürekkebinin donduğunu ve ısıtmak için koynuna soktuğunu anlatmıştır.11 İmam Serahsî, yaşadığı zor şartlara rağmen Hanefî fıkhında meşhur olmuş birçok öğrenci yetiştirmiştir. el-Mebsûd adlı Hanefî fıkıh ansiklopedisi başta olmak üzere pek çok kıymetli eser de bırakmıştır. O, Mergînân’da (Mergîlân), 483/1090 yılında vefat etmiştir. Dipnot Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN 1. Serahsî, el-Mebsût, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 1986, X, 21. 2. Leknevî, s. 95. 3. Leknevî, el-Fevâidü’l-behiyye, s. 96–97. 4. Taşköprîzâde, Tabakât, s. 75; Leknevî, s. 158. 5. Hamidullah, Serahsî, X, 504. 6. Mebsût, XII, 108. 7. Tuğ, s. 48. 8. Tuğ, s. 44. 9. Salih Tuğ’un yapmış olduğu hesaplama ve değerlendirmelerden bu sonuç çıkmaktadır. Bkz. Salih Tuğ, “Eserlerinde Raslanan İfadelerine Göre İmam Serahsî’nin Hapis Hayatı”, 900. Ölüm Yıldönümü Münasebetiyle Büyük İslâm Hukukçusu Şemsu’l-E’imme es-Serahsî Armağanı, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1965, s. 50. 10. Muhammed Hamidullah, “Fıkıh Usûlü Tarihi” (ter. Suat Sezgin), İslâm Hukuku Etüdleri, Zafer Matbaası, İstanbul 1984, s. 69–70. 11. Hamidullah, Serakhsî, I, XLVIII.
Abdullah KAHRAMAN
YazarLahûtî Bir Mabetler Şehri: Medeniyet Beşiği Kadim İstanbul Osmanlı’ya asırlarca payitahtlık yapan İstanbul bir mabetler şehridir. Süleymaniye, Sultan Ahmet, Fatih, Beyazıt, Ayasofya, Eyüp Sultan, Yen...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ
Muharrem Efendi, X/XVI. yüzyılda yaşamış saygın Osmanlı âlimlerinden birisidir. Asıl adı, Muharrem b. Ebi’l-Berakât Muhammed b. ‘Ârif b. Hasan’dır. 910/1504 tarihinde Zile’de doğmuştur. Bu sebeple dah...
Yazar: Abdullah KAHRAMAN
Sabır konusunda günümüzde çok ciddi sıkıntıların var olduğu hepimizin bildiği bir gerçek… Sabırsızlıktan çok fazla şikâyetçi olmamıza rağmen, reflekslere yenik düşüp bizim de sabırsız olduğumuz bir ge...
Yazar: Erol AFŞİN
Yüce kitabımız Kur’ân camileri müşriklerin değil, ancak mü’minlerin imar edeceğini ifade etmektedir. Camilerin fizikî imarı üzerinde durmayan Kur’ân’ın bahsettiği manevî imardır. İlgili âyetlerden bir...
Yazar: Abdullah KAHRAMAN