MEHMET ÂKİF’İN VEFATI
Âkif’in İstanbul’a Dönüşü ve Vefatı Mehmet Âkif Ersoy, son Mısır seyahatinden İstanbul’a 1936 yılının Haziran ayında döndü. Aslında Mısır’a son gidişi bir seyahat boyutunu çoktan açmıştı. Zira bu son seyahati kışları Mısır’da, yazları İstanbul’da geçirdiği yıllar hariç tutulacak olursa on yılı bulmuştu. Nihayet yola çıkılmış ve vatan karasularına girilmişti. Çanakkale’den geçerken ve İstanbul camilerini görünce ağlayan Âkif’in yanında zevcesi İsmet Hanım da vardı. Onları rıhtımda çok az sayıda insan karşıladı: Yakınları, bir kaç dost sima ve Abbas Halim Paşa’nın kızı Emine Abbas Halim Hanımefendi. Karşılayanlar onu tanımakta güçlük çektiler. Bir deri, bir kemik kalmıştı. On yıllık vatan hasreti, Mısır’da çekilen maddî ve manevî sıkıntı, yalnızlık, onu bir “iskelet”e döndürmüştü. Emine Abbas Halim Hanımefendi’nin evindeki bir kaç günlük misafirlikten sonra Şişli Sağlık Yurdu’na yatırıldı. Daha sonra Mısır Apartmanı’nda bir daire tahsis edildi kendine. Bir süre burada kaldı. Ardından Said Halim Paşa’nın oğlu Halim Bey’in çiftliğine getirildi. Zaman zaman ise tedavisi için İstanbul’a götürülüp getirilmekteydi. Âkif, hastalığının farkındaydı. Ölümcül bir hastalıktı bu. Adı da sirozdu. Ama o bir dostuna yazdığı mektupta onca ıstırabına rağmen “Ne mutlu bana, Peygamberimin yaşında öleceğim.” diye felaketten saadet çıkarmaktaydı. Derken rahatsızlığı iyice arttı. Tekrar Mısır Apartmanına getirildi. Bundan sonrasını Mithat Cemal’den dinleyelim: “Bir pazartesi sabahı telefonla uyandım. Ortalık henüz ağarıyordu. Şehir uyanmadan çalan bu telefon... Mısır Apartmanına koştum. Odasına giremiyorum. Kapının kenarına başımı dayadım. Kızı Cemile, damadı Ömer Rıza bir köşede ağlıyorlar. Buruşuk, boş karyola... Yerde tabut...” Tabutun içindeki ölü, Mehmet Âkif’tir. Bir gün önce yani 27 Aralık l936’da Pazar günü akşamı saatler l9.45’i gösterirken vefat etmiştir. Bir Fukara Cenazesi Âkif’in ölümü basında ancak birkaç satırla ve sıradan bir habermiş gibi yer aldı. Ölümü bile halktan gizlenmek istenmekteydi. Bu yüzden ölümü ilk etapta “bir garibin ölümü” cenazesi de tam bir “fukara cenazesi”dir. Nitekim cenazenin Beyazıt Camii’nden kalkacağı haberi üzerine oraya giden Mithat Cemal, bu olayı şöyle anlatır: “Cenaze Beyazıt’tan kalkacak. Oraya gittim. Kimseler yok, bir cenazenin geleceği belli değil. Çok sonra birkaç kişi göründü. Biraz sonra çıplak bir tabut geldi. ‘Bir fukara cenazesi olmalı!’ dedim. O anda Emin Efendi lokantasının sahibi Mahir Usta, elinde bir bayrakla cenazeye koştu. Sebebini anlamadım. Yine o anda yüzlerce genç peyda oldu. Üniversitenin büyük sancağına çıplak tabutunu çıplak tabuta sardılar. Ellerimi yüzüme kapadım. Cenazeyi tanımıştım.” Mithat Cemal’in “Bir fukara cenazesi olmalı.” ifadesini doğrulayan bir hatıra da o zamanlar bir tıp talebesi olan Dr. Mecit Bumin’e aittir. Yazar, bu olayı şöyle anlatıyor: “...Bir pazar günüydü. Arkadaşım Mithat Müdüroğlu ile birlikte Beyazıt Kütüphanesi’ne gidiyorduk. Vakit erkendi. Kütüphanenin açılma saatini, tam karşısında bulunan “küllük” denilen kahvelerin birinde oturarak bekliyorduk. Sulu kar yağıyordu. Tam bu sırada caddeden tek atlı bir araba geçiyordu. Arabacının yanında fesli bir genç oturuyordu. Yükü örtüsüz bir tabut olan bu araba, cami kapısına yöneldi. Tam bu sırada ikimiz birden kalkıp önlerine koştuk. Fesli gence sorduk: ‘Bu tabut kime ait?’ Delikanlı bize şöyle bir baktı ve ‘Bu tabut Mehmet Âkif Bey’e aittir. Ben de kâtib-i hususuyum.’ dedi.” Mithat Cemal, Âkif’in cenazesiyle ilgili olayı anlatırken, “Yine o anda o kalabalık birdenbire nasıl ortaya çıkmıştır?” demekten kendini alamaz. Bu sorunun cevabını da yine Dr. Mecit Bumin’in hatırasında bulacağız. “Hemen tabutu arabadan aldık ve hürmetle musalla taşının üzerine usul-i vechile yerleştirdik. Arkadaşımla görebildiğimiz birtakım eksiklikleri tamamlamak vazifesini üstlendik. Kâtipten merhumun kartvizit büyüklüğünde iki fotoğrafını istedik. Birini tabutun başına dayadık, birini de yanımıza alarak heyecan ve telaşla kâtibin adını bile sormadan, Fatiha’mızı okuyup Kapalıçarşı’ya daldık. Bir büyük bayrak ve raptiye alarak döndük. Bayrağı büyük naaşın üzerine örttük. Kâtipten tekrar izin alarak Cağaloğlu yolunu tuttuk. Gözümüze takılan ilk matbaaya girdik. Matbaacıya durumu anlattık. Fotoğraftan parası karşılığında vesikalıktan biraz büyük boyda bol miktarda tab ettirdik. Bir miktar toplu iğne ve siyah kurdele de almak istedik. Matbaacı, “Bunlar da benden olsun.” diyerek parasını almadı. Siyah kurdeleyi münasip büyüklükte parçalara böldük. Toplu iğnelerle tab ettiğimiz fotoğraflara kurdeleleri iğneledik. Oradan doğruca talebe yurtlarına koştuk. Kısa bir zaman parçası içerisinde tıp talebe yurdunu dolaştık. Rastladığımız herkese büyük şairimizin cenazesinin Beyazıt Camii’nde olduğunu, öğlen namazından sonra kaldırılacağını haber veriyorduk. Bu arada Kadırga Yurduna da indik. Yollarda rastladığımız kimselere sadece haber vermekle kalmıyor, yakalarına merhumun fotoğrafını da iliştiriyor, naaşının Edirnekapı’da toprağa verileceğini söylüyorduk. Öğle namazına yakındı. Beyazıt Camiine geldik. Cenazenin yanında resmî kıyafetleriyle Darüşşafaka İlkokulu birinci sınıf talebelerini öğretmenle birlikte gördük. Daha sonra cemaat çoğaldı. Namazdan sonra tabut omuzlara alınarak Beyazıt Meydanı’na çıkıldı. Cenaze alayı ilerledikçe kalabalık artıyordu. Edebiyat Fakültesi önünde beş dakika duruldu. Saygı duruşunda bulunuldu. Artık cenaze alayı büyümüştü. Tabut, gençlerimizin ve halkımızın omuzlarında bayrağımıza sarılı vaziyette ilerliyordu.” Mithat Cemal’i şaşırtan kalabalık işte böyle toplanmıştı. Nitekim kendisi de “bu kalabalık”ı şöyle anlatacaktır: “Al sancakla siyah Kâbe örtüsüne sarılan tabut, üniversite gençlerinin bir ürperme manzarası alan elleri üstünde gidiyordu. Cenazenin arkasında yekpare bir karaltı yürüyordu; bunda bir damla ‘teşkilat’ yoktu; bunlar bir işaretin, bir teşekkülün topladığı insanlar değildi. Kendi kendilerine gelenlerin saflarıydı. Sırf cenazeye gelmiştiler ve bu, şahidi olmayan gözle dostluktu.” Sonradan basında genişçe yer almasına rağmen, resmî kişi ve kuruluşların ilgisiz kalmaları neticesinde tam bir “fukara cenazesi” görünümündeyken, birdenbire binlerce insanın katılımıyla halka ve gençliğe mâl olan cenaze, daha sonra Beyazıt Camii avlusundan alınarak Edirnapısı’na kadar ellerde taşındı. Kefenin üzerine bayrak sarılan naaş, Kur’ân ve İstiklâl Marşı ile defnolundu.” Bunu çok manalı bulan Mithat Cemal, bu olay üzerine de şunları söyleyecektir: “Fetihten beri, şehrin toprağına kendi eseriyle gömülen ilk ölü.” Âkif’in ölümüne ilgisiz kalan, resmî bir tören düzenlemeyen hatta gizli tutulmasını isteyen resmi çevrelerin bu tavrını Peyami Safa da yazdığı bir makalede şöyle değerlendirecektir: “Zararı yok, bazen bütün memleketi birkaç adamın vefası temsil eder.” Mehmed Doğan da Âkif’in cenazesine gençliğin sahip çıkma olayını şöyle değerlendirir: “Mehmet Âkif’in cenazesi yakın tarihimizde gençliğin kimlik ortaya koyabildiği ilk hadise olarak ayrıca önem taşımaktadır.” Mezarının Yapılması Âkif’in gerek vefatı gerekse cenazenin defni, devrin gazetelerinde geniş bir yer bulur. Ulus, Akşam Postası, Cumhuriyet, Son Posta, Açıksöz, Tan gazetelerinde “İstiklâl Marşı Şairi Mehmet Âkif Öldü” ve “Mehmet Âkif’in Cenazesi Merasimle Kaldırıldı” başlığıyla çok sayıda haber ve köşe yazısı yayımlanır. Onun ardından yazanlar arasında Hakkı Süha Gezgin, Nizamedddin Nazif Tepedelenlioğlu, Ömer Rıza Doğrul, Peyami Safa, Sadri Ertem, Halid Fahri Ozansoy, Hasan Ali Yücel, Nurullah Ataç gibi isimler vardır. Bu haber ve yazıların ortak teması, Âkif’in vefatından duyulan üzüntüdür. Yine bu vesileyle Âkif’in hayatı, edebî şahsiyeti ve Türk edebiyatına yaptığı hizmetler, özellikle İstiklâl marşı üzerinden dile getirilir. Genelde olumlu değerlendirmelerin yer aldığı bu yazılar arasında eleştirel yazılar da mevcuttur. Âkif’in defni toprak bir mezara yapılır önce. Definden sonra o zamanlar Edebiyat Fakültesi talebesi olan Abdülkadir Karahan, Âkif’in mezarının üniversite gençliği tarafından yaptırılması ve bu işle Edebiyat Fakültesi Talebe Cemiyeti’nin meşgul olmasını teklif eder. Bu teklif ittifakla kabul edilir. O gün bir konuda daha bir karara daha varılır. Her yıl, merhumun öldüğü gün olan 27 Aralık günü Âkif günü olarak kabul edilecek ve o gün ihtifal (anma merasimi) yapılacaktır. Mehmet Âkif, defnedileli bir yılı geçmiştir; ama kabri hâlâ yapılamamıştır. Bir toprak yığını şeklindedir. Üniversite öğrencilerinin bu iş için paraya ihtiyaçları vardır. Bunun temini mümkün olmayınca “Mehmet Âkif’in Kabri İçin” isimli küçük bir risale hazırlarlar. Bu risaleden elde edilecek gelirle kabri yaptırmayı düşünürler. 1938 yılının ilk aylarında yayınlanan, kuşe kâğıda basılmış on altı sayfalık broşüre o devirde “bir lira” gibi pek yüksek bir fiyat konmuş ve gençler bu broşürün geliriyle Âkif’e mütevazı bir kabir yaptırmaya teşebbüs etmişlerdir. Broşürde yer alan şu ifadeler, bugün dahi insanın içini sızlatmaya yeter: “Bu broşürün içinde okuyacağınız yazıların yegâne ve bir ağızdan ifadesi sadece, ‘Mehmet Âkif, taşsız bir avuç toprak altında yatıyor. Ona vaadimiz olan mermer taşı dikelim!’dir. İş başına arkadaşlar! Damla damla göl olur. Mermer makberinin önünde toplanacağımız ve bir minnet ve şükran vazifesini başaracağımız güne hazırlanalım.” Bu durum, haber olarak devrin gazetelerinde yer alır. Onlardan birinin haberinden anlaşıldığına göre gerek broşür satışından gerekse bağışlardan 1500 lira kadar bir para toplanmıştır; ama bu para yetersizdir. Bunun üzerine Türkiye Cumhuriyeti Demiryolları inşaatlarının ilk müteahhitlerinden Nuri Demirağ’a başvurulur. Olumlu cevap alınması üzerine kabrin inşaatı ile ilgili süreç başlar. Böylece Âkif’in vefatının 2. yıldönümünde kabrinde bir merasim düzenlenir. 150 kadar genç hep bir ağızdan İstiklâl Marşı’nı söylerler. Sadettin Kaynak tarafından Kur’ân okunur. “Çanakkale Şehitlerine” şiirinin bestelenmiş kısmı icra edilir. Âkif’i kefenleyen Fethi Tevetoğlu, Ali Nihat Tarlan ve mezarın inşasında katkıları olan Nuri Demirağ ve birkaç talebe tarafından mezarına birer kürek harç atılır. Aynı sıralarda İstanbul hafızları tarafından Beyazıt Camiinde dinî bir anma merasimi tertip edilir. Kur’ân ve mevlit okunur. Akşam ise üniversitede bir anma töreni düzenlenir.
Mustafa ÖZÇELİK
Yazar“Somuncu Baba’nın ili Taze açar gonca gülü Bağında öter bülbülü Kokar dağı taşı güldür gül” Osman Hulûsi Efendi (k.s.) İsmi kaynaklarda; Hamid-i Veli, Şeyh Hamidi Veli,...
Yazar: Mustafa ÖZÇELİK
Sultan şairlerin çok önemli bir halkası da Muradî mahlasıyla şiirler söyleyen III. Murad’tır. Onu edebî açısından önemli kılan elbette ki Divan şairi bir sultan olmasıdır. Fakat onun şairliğine geçmed...
Yazar: Mustafa ÖZÇELİK
Osmanlı Devleti demek, siyasî niteliğinin yanı sıra bir kültür-sanat medeniyeti demekti. Bunun neticesi olarak hemen her sultan, sanatın bir koluyla meşgul olmuştur. Bu manada öne çıkan sanatların baş...
Yazar: Mustafa ÖZÇELİK
“Soyun varından derviş ol derviş Sıyrıl ârından derviş ol derviş” Hulûsi Efendi Derviş, “bir tarikata girip bir şeyhe bağlanan, onun izinden Hak yolunda yürüyüp nefsini ıslah eden, ...
Yazar: Mustafa ÖZÇELİK