Mânevî Yolculuğun Aşamaları
Tasavvuf târihinde, mânevî yolculuğun aşamalarını bütün detaylarıyla anlatan ilk sûfîlerden biri muhtemelen İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî(k.s.)’dir. Seyr-u sülûk (mânevî yolculuk), varlık mertebelerinde bir yolculuk olduğu için Ahmed Sirhindî’nin ortaya koyduğu “sülûk mertebeleri”, onun “varlık mertebeleri” anlayışına da ışık tutmaktadır. Ahmed Sirhindî(k.s.) kendi rûhî tecrübelerinden yararlanarak seyr-u sülûk (mânevî yolculuk) esnâsında ulaşılacak mertebeleri oldukça detaylı bir şekilde anlatmıştır. Ancak mektuplarında seyr-u sülûk mertebelerini baştan sona anlatmak yerine, daha ziyâde muhâtabı ilgilendiren bazı mertebeler hakkında bilgi vermiştir. Bu mektuplardaki parçalar bir düzen içinde sıralanmadığı takdirde okuyucuya bir yap-boz oyununun dağınık parçaları gibi görünmekte, mânevî yolculuğun başlangıcı, ortası ve sonu hakkında bütüncül bir fikir vermemektedir. Bu mektuplardan sâdece birinci cildin 260. mektubunda ve Mükâşefât-ı Gaybiyye’nin 26. Bölümünde verilen bilgiler nisbeten daha derli toplu ise de yeterli değildir. Sonraları İmâm-ı Rabbânî(k.s.)’nin tâkipçileri tarafından mânevî yolculuğun aşamalarını daha sistematik bir şekilde anlatan eserler yazılmıştır. Bu eserler, İmâm-ı Rabbânî tarafından ortaya konan mânevî yolculuğu ve aşamalarını, başlangıcı, sonu ve durakları (mola yerleri) belli olan bir yol haritası ya da seyahat rehberi gibi derli toplu anlatmışlardır. Mânevî yolculuk İmkân Dâiresi’nde başlar. Bu dâirenin alt yarısında (Halk Âlemi) insan, insana âit latîfeler (letâif), kâinât, melekler, Cennet, Kürsî v.s bulunur. İmkân Dâiresi’nin ortasında Arş yer alır. Üst yarısında (yani Emr Âlemi, rûhânî âlem) ise insanın beş letâifinin asılları bulunur. Sâlik önce letâifini zikre alıştırır. Sonra letâifini fenâya ulaştırarak Arş’ın üzerindeki asıllarına ermesini sağlar (letâifi kendi asıllarında fânî ve bâkî eder). Letâifin asıllarındaki seyri de bitince İmkân Dâiresi seyri tamamlanmış olur. Bunun ardından Nakşbendîler’in “vücûd-i adem” dedikleri fenâya benzer bir hâl zuhûr eder. İmkân Dâiresi’ndeki yolculuğunu tamamlayan sâlik, ikinci mertebe olan Velâyet-i Suğrâ Dâiresi’nde (küçük velîlik mertebesinde) seyre başlar. Velâyet-i Suğrâ’ya Velâyet-i Evliyâ, Velâyet-i Zılliyye ve Merâtib-i Zılâl (gölge mertebeleri) de denir. Bu dâiredeki seyr, letâifin asıllarının da asılları sayılan, “ilâhî isim ve sıfatların gölgelerinde” olan yolculuktur. Sâlik bu mertebede, bağlı bulunduğu ve feyz aldığı ilâhî ismin gölgesine (mebde-i taayyününe) ulaşır ve orada yolculuk yapar. İlâhî fiillerin tecellîsi (tecellî-yi ef‘âl), kalbin fenâsı (fenâ-yı kalb, fenâ fillâh), sâlikin kendisini Allah ile bir görüp “Ene’l-Hak” gibi sözler söylemesi ve varlığı bir olarak idrâk etmesi (vahdet-i vücûd) Velâyet-i Suğrâ’da zuhûr eder. Sâlik, bu mertebede Allah’tan başka varlık göremez. İlâhî isim ve sıfatların gölgelerinde olan yolculuk “seyr ilallâh”a dâhil olduğu için, Velâyet-i Suğrâ Dâiresi’ndeki yolculuk da İmkân Dâiresi’ndeki gibi seyr ilallâh içindedir. Velâyet-i Suğrâ’nın sonunda “tecellî-i berkî” (şimşek gibi gelip geçen tecellî) hâsıl olur. Ancak bu Allah’ın zâtının tecellîsi olmayıp, ilâhî isim ve sıfatların asıllarının gölge perdesindeki tecellîsidir. Bir sonraki mertebe olan Velâyet-i Kübrâ’ya ulaşanlar için bu tecellî dâimî olur. Üçüncü mertebe Velâyet-i Kübrâ Dâiresi’dir. Velâyet-i Suğrâ, ilâhî isim ve sıfatların gölgeler hâlinde belirdiği mertebe iken, Velâyet-i Kübrâ bu isim ve sıfatların “asılları” mertebesidir. Velâyet-i Kübrâ’ya Velâyet-i Enbiyâ, Velâyet-i Asliyye ve Merâtib-i Usûl (asıl mertebeleri) de denir. Gerçekte peygamberlere âit olan bu velîlik mertebesinden, onlara tâbî ve vâris olma yönüyle bazı velîlerin de nasîbi vardır. Velâyet-i Kübrâ Dâiresi’nde seyre başlayan sâlik “seyr fillâh”a başlamış olur. Bu mertebede vahdet-i şuhûd hâsıl olur. Mahlûkâtın varlığı ve sıfatları Allah’ın varlığı ve sıfatlarından bir parıltı ve gölge olarak görülür, gerçek varlık olarak değil. Dönen bir noktanın havada hayâlî bir dâire oluşturması gibi âlem de hayâlî (mevhûm) olarak hissedilir. Velâyet-i Kübrâ makâmında nefsin itmi’nânı ve sadrın şerhi hâsıl olur, sâlik rızâ makâmı ve İslâm-ı hakîkî mertebesine kavuşur. Dördüncü mertebe Velâyet-i Ulyâ Dâiresi’dir. Buna Velâyet-i Mele-i A‘lâ (meleklerin velîlik mertebesi) de denir. Bu velîlik makâmının seyri de, Velâyet-i Kübrâ gibi isim ve sıfatların asıllarındadır. Farkı ise, Velâyet-i Suğrâ ve Kübrâ’nın seyirleri Allahu Teâlâ’nın “ez-Zâhir” ismine ilişkin iken, Velâyet-i Ulyâ seyrinin “el-Bâtın” ismiyle alâkalı olmasıdır. Zâhir isminde Allah’ın zâtı düşünülmez, Bâtın isminde ise isimle birlikte zât da düşünülür. Meselâ Allah’ın “İlim” sıfatında zâtı düşünülmez, “Alîm” (Bilen) sıfatında ise zâtı düşünülür. Sâlik, Velâyet-i Ulyâ’da isim ve sıfatların asıllarının asılları olan zâtî şuûnât tecellîsine ve bu tecellî perdesinden zaman zaman Allah’ın zât tecellîsine şimşek çakması gibi mazhar olur. “Tecellî-i zâtî-i berkî” budur. Bu makâmda feyzin geliş yeri toprak dışındaki üç unsurdur, yani hava, su ve ateş. Bu üç unsurun arınıp temizlenmesi bu mertebede gerçekleşir. Yukarıda sayılan üç velîlik mertebesine (Velâyet-i Suğrâ, Kübrâ ve Ulyâ’ya) “Velâyât-ı Selâse” (üç velîlik) veya “Kemâlât-ı Velâyet” adı verilir. Beşinci mertebe Kemâlât-ı Nübüvvet Dâiresi’dir. Velâyet-i Ulyâ’da şuûnât perdesinden gelen Zât’ın şimşek gibi tecellîsi, Kemâlât-ı Nübüvvet Dâiresi’ne ulaşanlara dâimî olur (tecellî-i zâtî-i dâimî). Bu dâimî Zât tecellîsi asıl olarak peygamberlere mahsus ise de, seyri bu mertebeye ulaşan sâlikler, tâbî ve vâris olma yoluyla bu tecellîden nasip alırlar. Kemâlât-ı Nübüvvet Dâiresi’nde feyzin geliş yeri “toprak” latîfesidir (unsurudur). Bu mertebede vahdet-i vücûd ve vahdet-i şuhûddan eser kalmaz. Sâlik, önceleri varlık hakkında yorum yapamaz, bir cehl (anlayamama) ve hayret hâli yaşar. Sonra hâli yükseldikçe Allah ile âlemi ayrı iki varlık olarak görmeye başlar. Zât, gölgeye, asla ve şuûnâta ilişkin perdeler olmaksızın tecellî ettiği için gerçek anlamda “vasl-ı uryân” (tüm varlığından ve benliğinden geçmiş olarak zâtî kavuşma) meydana gelir. Altıncı mertebe Kemâlât-ı Risâlet Dâiresi’dir. Bu mertebede feyzin geliş yeri insanın birleşik hâlde bütün latîfeleridir. İnsanın Emr ve Halk Âlemi’ne âit on latîfesinin arınıp temizlendikten sonra birleşerek tek bir latîfe hükmünü almasına “hey’et-i vahdânî” denir. Bu durum, Kemâlât-ı Risâlet Dâiresi’nde gerçekleşir. Sâlik bundan sonra hey’et-i vahdânîsi ile mânevî yolculuğuna devam eder. Bu mertebede de dâimî zât tecellîsi devâm eder. Yedinci mertebe Kemâlât-ı Ülü’l-Azm Dâiresi’dir. Bu mertebede de dâimî zât tecellîsî kendi mertebesine göre devâm eder. Feyzin geliş yeri, bir önceki mertebede olduğu ve bundan sonraki tüm mertebelerde olacağı gibi hey’et-i vahdânîdir. Bu makâmda Kur’ân’ın mukatta‘ât ve müteşâbihâtına (anlaşılması zor âyetlerine) âit sırlar açılır. Kayyûmiyyet (bütün eşyânın kendisiyle kâim olması) görev ve rütbesine ulaşılır. Kemâlât-ı Nübüvvet, Kemâlât-ı Risâlet ve Kemâlât-ı Ülü’l-Azm’a “Kemâlât-ı Selâse” (üç kemâlât) adı verilir.
Necdet TOSUN
YazarSon zamanlarda “Kuran, bize yeter” ve “Herkes Kuran’ı anlayabilir” gibi insanın nefsine hoş gelen albenili ifadelerin Müslümanlar arasında yaygınlaştığı ve sünnete itirazların dillendirildiği bir gerç...
Yazar: Hamit DEMİR
Binlerce yıldır felek, devredip durmaktadır Kâinat saatini, sürekli kurmaktadır Kendini bu âhengin, dışında tutanlara Çelikten topuzuyla, gürzüyle vurmaktadır Putlara t...
Şair: Bekir OĞUZBAŞARAN
Ahmed-i Yesevî bugün Kazakistan’ın Çimkent şehri yakınlarında yer alan Sayram kasabasında dünyaya gelmiş, dinî tasavvufî eğitimini tamamladıktan sonra yine o bölgedeki Yesi (bugünkü adıyla Türkistan) ...
Yazar: Necdet TOSUN
Hem Yetim Hem de Öksüz Bir Çocuğun Hayata Tutunma Çabası Osmanlı padişahlarının 36. sı (ve de sonuncusu), İslâm halifelerinin ise 115. si olan VI. Mehmed Vahdeddin (Vahîdeddin), 4 Ocak 1861’de İstanbu...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ