MÂNEVÎ OLGUNLUĞA ERİŞMENİN YOLU: “TEZKİYE OLMAKTIR.”
Yahudiler, kendilerinin “Allah’ın oğulları, sevgilileri”[i] ve “dostları”[ii] olduklarını, öldükten sonra da “birkaç gün dışında âhirette cezâ çekmeyeceklerini”[iii] söyleyerek kendilerini aklamaya çalışmışlardır. Bunların bu sözleri üzerine Yüce Allah (c.c) şu âyeti indirmiştir:[iv] “Kendilerini temize çıkaranlara ne dersin? Hayır, Allah dilediğini temize çıkarır ve kimseye kıl payı kadar haksızlık etmez.”[v] Sözlükte tezkiye; “temizlemek, geliştirmek, feyizlendirip büyütmek, arıtmak, temize çıkarmak” anlamlarına gelir.[vi] Dinî bir terim olarak ise, insanın ilâhî bakışa mahal olan kalbini, Allah’ı anmaktan alıkoyacak şeylerden arındırmaktır. İnsanın kendini temize çıkarması söz ve davranışla olur. Sözlü tezkiye, herhangi bir kişinin bir başkasını; “dürüst, iyi, hak bilir, âdil” gibi erdemli sıfatlarla aklamasına denir. Davranışla tezkiye ise, insanın ahlakını iyileştirmesi, kendini kötü huy ve davranışlardan kurtarmak için nefis eğitimine tâbî tutması demektir. İslâm’da övülen terbiye usulü de budur. Yahudilerde olduğu gibi kötü görülen tezkiye ise, kişinin kendisini sözle övmesidir. Esas olan insanın kendisini övmesi değil, varsa övülecek davranışları bir başkasının onu methetmesidir. Yahudiler seçkin bir ırk olduklarını şu âyette anlatılanlara dayandırıyorlardı: “Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi cümle âleme üstün kıldığımı hatırlayın.”[vii] Hâlbuki bu âyette İsrâiloğulları’nın “cümle âleme üstün kılınması”ndan maksat, onların kendi dönemlerinde küfür ve dalâlet içinde yaşayan milletlere karşı ilâhî dini benimsemeleri sebebiyle kazandıkları üstünlükleridir; buna karşılık, yine Kur’an’ın açıklamasına göre Müslümanlar “en hayırlı ümmet”tir.[viii] Başka bir görüşe göre Benî İsrâil’in bu üstünlüğü, içlerinden birçok peygamber çıkmasından ileri geliyordu.[ix] Âyette dolaylı olarak onların sapmaları sebebiyle bu üstünlüklerini kaybettiklerini, Hz. Mûsâ’nın onları “fâsık” olarak nitelediğini, sonuçta türlü şekillerde cezâlandırıldıklarını bildiren âyetler[x] vardır.[xi] İslâm inancına göre, insanı, mahşer gününde temize çıkarıp çıkarmayacak olan sadece Yüce Allah’tır. O, dilediği kullarını temize çıkarır, üstün kılar ve dilediği kullarını günahlardan arındırır. Nitekim Kur’an’da Yahudilere hitaben, “Kendinizi temize çıkarmayan.”[xii] buyrulması, insanın kendisini yeterli görüp temize çıkardığı iddiasının büyüklük taslamak olduğunu hatırlatmaktır. İslâm’da kişinin kendi nefsini temize çıkarması kınanır. Bu konuyla ilgili yine bir başka âyette şöyle buyrulur: “Ey iman edenler! Şeytanın adımlarına uymayın! Kim şeytana ayak uydurursa bilsin ki, o, hayâsızlığı ve kötülüğü emreder. Allah’ın lütfu ve rahmeti sizinle olmasaydı içinizden hiçbir kimse günahtan asla arınamazdı, fakat Allah dilediğini arındırır, Allah her şeyi işitmekte ve bilmektedir.[xiii] Bu âyette şeytanın insana hayâsızlık yaptıracağı ve münker işleteceğine dikkatlerimiz çekiliyor. Kur’an’da geçen “fahşâ” sözcüğü; had cezâsını gerektiren zinâ ve içki gibi büyük günah türlerini ihtivâ eder. “Münker” ise, sağlam aklın ve dinin çirkin ve zararlı bulduğu her şeydir. Müslüman her ikisiyle de savaşmalıdır. Bu yolda, kendisine Rabb’imizin lütuflarda bulunmasını ve yardım etmesini istemelidir. Çünkü İlahî lütuf, insanın itâatini kolaylaştıran, güzel muâmele ve işlere kolaylıkla müdâhale eden bir fiildir. Şunu unutmayalım ki, kötülüğün simgesi olan nefis ve şeytan, insan irâdesi üzerinde mutlak bir yaptırım gücüne sahip değillerdir. Bunlar sadece insanın ihtiyarını harekete geçirmede telkinde bulunurlar. Burada nihâî karar, yeryüzünün halîfesi olan insana aittir. İnsan bu dünyaya imtihan olmak için gelmiştir. Kur’an’a göre dünya hayatı, hangimizin daha güzel bir davranışta bulunacağımızın sınandığı bir yerdir.[xiv] Bu imtihan dünyasında başarının önünde nefis ve şeytan gibi iki engel vardır. Dinde bilgiye dayalı irşâd faaliyetinin amacı; nefsi eğitmek ve şeytanın telkinlerine geçit vermemektir. Bu mânâda bütün peygamberler, arınmış kimselerdir, onların görevlerinden birisi de insanları şirkten, küfürden ve günahtan arındırmaktır.[xv] Bu sebeple Yüce Allah’ın yardımı, arınma konusunda rahmet peygamberine ittibâ edenleredir: “Ey Peygamber! Allah’ın yardımı sana ve sana uyan mü’minlere yeter!.”[xvi] Bu yardımdan mahrum olanlar, akıllarını gerektiği gibi kullanmayan ve imanla İlâhî çağrıya karşılık vermeyenlerdir. Böyle kimselerin temiz bir defterle (iyi bir imtihan kâğıdı) dünya hayatını noktalamaları imkânsızdır. Bunun istisnâsı, tevbe etmektir. Çünkü tevbe bir arınma vesîlesidir. Tevbe kapısı ise, son nefese kadar açıktır. İşte tevbe edenler için tevbe kapısının açık tutulması, temiz ve beyaz bir sayfanın açılması mânâsına gelir. İnsan, kendi özgür irâdesiyle tevbe ve tezkiye eyleminde bulunursa, Yüce Allah’ın böyle bir kulu bağışlayacağı ümit edilir. İslâm geleneğinde nefisle mücâdele cihâd-ı ekber olarak kabul edilmiştir. Zira nefis insana kötülüğü emreder.[xvii] Bu sebeple; “Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyân etmiştir."[xviii] Nefsi ıslah ise, evvelâ günahlardan uzaklaşmayı, sonra da iman ve amel bütünlüğüne dayalı bir dindarlık anlayışını sürdürmeyi gerektirir. Kur’an’a göre böyle bir dindarlık yaşayanların âhirette ödülü, cennettir: “İçinde ebedî kalacakları, altından nehirler akan adn cennetleri vardır. Ve işte bu, tezkiye olanların (nefis tezkiyesi ve tasfiyesi yapanların) mükâfatıdır.”[xix] Nefis, kötü huylardan arındırılarak; utanma, ilim, irfan, iyilikseverlik, samimiyet ve takvâ gibi güzel fiillerle bezenirse, insan bedenle yaptığı davranışlarını da güzelleştirir. İnsanda mânevî arınma faaliyeti olan tezkiye, kişinin benliğini yıkıcı eğilimlerden koruyan bir set/bir duvar gibidir. İnsanın fiilleri, ef’âlü’l-ebdân/beden, kalbin fiilleri/ef’âlü’l-kulûb şeklinde ikiye ayrılır. Bedenin fiillerine zâhirî, kalbin fiillerine de bâtınî ameller denilir. Kur’anî bir kavram olan ve doğrudan kalbin arındırılmasıyla ilgili tezkiye kavramı da kalbin fiilleriyle doğrudan irtibatlıdır. Kur’an-ı Kerim’de temiz kalbin vurgulanması bunu anlatır.[xx] Âyette geçen “selim kalb”; şirkten, kalbin âfet ve günahlarından uzak olan kalbtir. Dolayısıyla tezkiye fiilinin Allah’a ve insana dönük veçheleri vardır. Ehl-i sünnete göre, Allah’tan başka yaratıcı yoktur ve insanın bütün fiilleri O’nun tarafından yaratılır ve takdir edilir. Nitekim Kur’an’da, “Sizi ve yaptıklarınızı O yaratmıştır.”[xxi] buyrulur. Bu yönüyle fiil, yaratmak açısından Yüce Allah’a, seçmek yönüyle de insana aittir. İnsana irâde özgürlüğü verilmiştir. Sorumluluk, irâde özgürlüğüyle bir anlam ifade eder. Yüce Allah, kötülüğü hür irâdesiyle tercih edeni cezâlandıracağını ve iyiliği hür irâdesiyle seçeni de ödüllendireceğini va’detmiştir.[xxii] Netice, “temizlemek, çoğalmak, artmak, bereketlenmek ve büyümek” gibi anlamlara gelen tezkiye ile zekât kelimesi aynı kökten gelmiştir. Geniş mânâda tezkiye, birey ve toplumu yanlış itikattan arındırmak, zekât da malın kırkta birini vererek temizlemek ve bereketlendirmektir. İtikâdî ve ahlâkî anlamda birey ve toplumu arındırma çabası, sorumluluk sahibi her Müslümanı ilgilendiren bir konudur. İnsanın bir arınma biçimi olan tezkiye eyleminin hedefine ulaşması için bazı süreçlerden geçmesi gerekir. Bu süreçlerin başında; zikir, ibadet, muhâsebe, tevbe, sabır ve duâ gelir. Her birisi bir tezkiye aracı olan bu süreçler, kişiliği güven altına alan unsurlar olup kişilikte yıkıcı eğilimlere karşı kuvvetli bir direnç oluşturmaya yardım eder. Bundan dolayı İslâm’da tezkiye faaliyeti hem birey ve hem de toplumla ilişkilendirmiştir. [i] 5/Mâide, 8. [ii] 62/Cuma, 6. [iii] 2/Bakara, 80 [iv] Mâtürîdî, Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed, Te’vîlâtü’l-Kur’an, tahk. M. Boynukalın, İstanbul, 2005, III, 260. [v] 4/Nisâ, 49. [vi] İsfehânî, Râgıb, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’an, İstanbul, 1986, s. 312-313. [vii] 2/Bakara, 47. [viii] Bkz. 3/Âl-i İmrân, 110. [ix] Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’an, III, 260. [x] Kur’an Yolu, I, 119. [xi] Bkz. 5/Mâide, 20-26, 77-82; 17/İsrâ, 4-7). [xii] 4/Nisâ, 49: 35/Necm, 32. [xiii] 24/Nûr, 21. [xiv] Bkz. 67/Mülk, 2. [xv] Bkz. 2/Bakara, 151. [xvi] 8/Enfâl, 64. [xvii] 91/Şems, 9-10. [xviii] 91/Şems, 9-10. [xix] 20/Tâhâ, 76. [xx] Bkz. 29/Şuarâ, 86; 50/Kaf, 33. [xxi] Bkz. 37/Saffât, 96. [xxii] 99/Zilzâl, 7-8.
Ramazan ALTINTAŞ
YazarEğitimin ve hayatın olmazsa olmazı, her şeyin başı sevgi değil mi? Sevgiye dair şimdiye dek o kadar çok şey yazılmıştır ki, belki de sebebi; sözlerin onu anlamlandırmaya yetmemesi, manası en zengin ke...
Yazar: Ali ÖZKANLI
Dinde, akıl sahibi olan ve ergenlik çağına adım atan kadın ve erkek her Müslüman, Allah’ın kendilerine yüklediği fiillerden sorumlu tutulmuştur. Bu âlemde hiçbir varlık başıboş değildir. Hayvanl...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Arapça bir kelime olan “kalb”, sözlükte, insanın yolunu ve elbisesini değiştirmesi gibi, bir şeyi bulunduğu hâlden bir başka hâle çevirmesi mânâsına gelir.[1] İnsan aklının değiştiriciliği gibi ...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Her bidâyetin bir nihâyeti vardır. Bizler fânî varlıklarız. Bâkî olan sadece Yüce Allah (c.c.)’tır.Esas olan O’nun istediği gibi bir hayatı yaşayabilmektir. İnsan hayatı, doğum ve ölüm arasında ...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ