MÂHİYET BAKIMINDAN İMAN VE İSLÂM BİRDİR
Kur’an-ı Kerim’de geçen bir âyette Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur:
“Bedevîler ‘iman ettik’ dediler. De ki: ‘İman etmediniz. (Öyle ise, iman ettik, demeyin), ‘Fakat boyun eğdik’ deyin. Henüz iman kalplerinize girmedi. Eğer Allah’a ve Peygamberine itâat ederseniz, yaptıklarınızdan hiçbir şeyi eksiltmez. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”1
Yukarıdaki âyetin iniş sebebiyle ilgili şu olay anlatılır: Bu âyet-i kerîme, Esed b. Huzeyme oğullarından olan Araplar hakkında inmiştir. Bir kıtlık yılında Allah Rasûlü’ne gelmişler; açıktan kelime-i şehâdet getirmişler gizliden/içten iman etmemişlerdi. Ayrıca Medine yollarını pislikle berbat etmişler, (çarşı pazarda) fiyatların yükseltilmesine sebep olmuşlardır. Rasûlullah’a, “Biz sana yüklerimizle ve ailelerimizle geldik. Filan oğulları seninle savaştığı halde biz seninle savaşmadık. Bunun için bize zekâttan bir şeyler ver.” demeye ve ona minnet altında bırakmaya başlamışlardı. İşte Yüce Allah Hucurât Sûresi’nin 14. âyetini bu olay üzerine indirmiştir.2
Arapça’da e-m-n kökünden türemiş olan iman lügatte, bir kişiyi söylediği sözde tasdîk etmek, söylediğini kabullenmek, gönül huzûru ile benimsemek, karşısındakine güven vermek, şüpheye yer vermeyecek şekilde kesin olarak içten ve yürekten inanmak anlamına gelir.3 İslâm ise, teslim olmak, boyun eğip itâat etmek demektir. Buradaki itâat, dinin hükümlerini bir bütün olarak kabul etmek mânâsınadır.
Tasdîk, İçten Teslim Olmaktır
İmanın temel rüknü, kalbî tasdîktir. Tasdîkin hakikati ve mâhiyeti ise, Allah’tan gelen ilâhî hükümleri gönüllü olarak benimsemek ve kabul etmektir. Bir başka açıdan tasdîk, içten teslim olmaktır. Nitekim, “
Sen bize inanıcı değilsin.”
4 âyetinde geçen “inanıcı değilsin” ifadesi “Sen bizi tasdîk edici değilsin.” anlamında kullanılmıştır. İslâm’da tasdîkin yeri kalb olup, dil ise, onun tercümânıdır. Teslim olmak, umûmiyetle, kalbde, dilde ve bütün âzâlarda bulunur. Kalb ile olan her tasdîk aynı zamanda tasdîk edilene karşı çıkanların inkâr ve itirazlarını reddetmeyi de beraberinde getirir.
İman ile İslâm arasındaki münâsebet dindarlığın iki unsurunu gösterir. İman içteki inançtır, İslâm ise dıştaki fiildir. Bir başka açıdan iman, dinin teorik boyutuyla ilgilenirken İslâm ise, pratik boyutuyla ilgilenir. Esasen Ebû Hanîfe ve İmam-ı Mâtürîdî gibi Ehl-i Sünnet âlimleri imanı, inanılması gereken şeyleri kalbin tasdîk etmesi ve dilin de bunu söylemesi olarak tanımlamışlardır. İmanın temel rüknü kalbi tasdîk olup, dille söylenmesi ise, o kimsenin Müslüman olduğunu bilip vefat ettiği zaman ahkâm-ı şer’iyyeyi uygulamak için gereklidir.
İmanın muhafazası ise, teslim olmak suretiyle dinin esaslarını yaşamaya bağlıdır. İman-İslâm/amel bütünlüğüne sahip olan kimselerde mânevî gelişmeler kendisini gösterir. Dile getirdiğimiz bu durum, şu âyette kendisini çok güzel gösterir: “
Mü’minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir. Onlar namazlarını dosdoğru kılan ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden (Allah yolunda) harcayan kimselerdir.”
5 Bu âyette geçen ve korku anlamına gelen “vecel” ile güvenmek anlamına gelen “tevekkül” kalbin amellerinden; namaz ve zekât/sadaka/infak ise, organların amellerindendir. Gerek kalbin ve gerekse organların amellerinin tamâmı, imanın mü’minin hayatındaki yansımaları olarak görülmelidir. Ancak şu bilinmelidir ki, amel, imandan bir parça değildir. İman ayrı, amel ayrıdır. Her ne kadar şu âyette, “
Allah sizin imanınızı aslâ zâyi edecek değildir.”
6 buyrulmuştur.
İman ile İslâm Arasında Fark Lafzîdir
İslâm, Allah’ın emirlerine tam teslîmiyet ve itâattir. Bu yüzden lafzî olarak iman ve İslâm arasında fark vardır. Çünkü dilde iman tasdîkten, İslâm ise teslîmiyetten ibarettir. Tasdîkin özel bir mahalli vardır o da kalbdir. Teslîmiyet belli bir mahal ile sınırlı değildir; kalbi, dili ve vücut âzâlarının tümünü kapsar. İslâm, lafzî anlam bakımından imandan daha geniştir. Şu âyet bu gerçeği en güzel bir şekilde ispatlar: “
Bedevîler ‘İnandık.’ dediler. De ki: ‘Siz iman etmediniz, ama ‘Boyun eğdik/eslemnâ’ deyin. Henüz iman (sizin) kalplerinize yerleşmedi.”
7 Bu âyette, lafzî bakımdan iman ve İslâm birbirinden ayrı görülmüştür. Buradan yola çıkarak bazı kimselere, “Sen mü’min değilsin ama Müslümansın.” diyebilir miyiz? Eğer birisi “evet” derse, “Peki, bunu neye göre söylüyorsun, o kimsenin kalbini okuma gücüne mi sahipsin?” denilir. Bir defa bu âyet bizim açımızdan “olağan dışı” bir konum arz etmektedir.
Bunun anlaşılması için yukarıda geçen sebeb-i nüzûl olayını tekrar okumaya ihtiyaç vardır. Çünkü bu âyetin iniş sebebi özeldir. İman, kalbe ait bir meseledir. O’na nüfuz etmek, ancak Allah’ın özel bir bilgilendirmesine bağlıdır. Bu da Yüce Allah’la Peygamber arasında özel bir bilgilendirilme ile anlaşılabilir. Nitekim “
Sizin bilmediğiniz şeyleri ben biliyorum.”
8 diyen Hz. Peygamber (s.a.v.), bu konuda özel olarak bilgilendirilmiştir. İşin bize bakan cephesiyle söylemek gerekirse, “Müslümanlığını” dile getiren bir insana “Sen mü’min değilsin.” deme hakkımız yoktur. Kaldı ki Ehl-i Sünnet âlimleri bu âyeti, imanın kalbî tasdîk olduğuna bir kanıt olarak getirmişlerdir. İlâhî hukûka göre, Müslüman olmayan bir mü’minin yahut mü’min olmayan bir Müslümanın olması imkânsızdır. İman ve İslâm isimlerinin birbirleriyle olan ilişkisi, tabiri câizse, insanın sırt ve karnı ya da et ve tırnak gibidir. Nasıl ki, sırt ve karın, et ve tırnak birbirlerinden ayrılmazlarsa iman ve İslâm da birbirlerinden ayrılmazlar. Zaten “din” sözcüğü bütün ilâhî yasalarla birlikte hem imanı ve hem de İslâm’ı içine alır.
9 Kur’an’da, İslâm’ın; Hz. Peygamber (s.a.v.)’in “Cibril Hadîsi”nde ise “İslâm, iman ve ihsân”ın din olarak isimlendirilmesi bunun en açık örneğidir. İhtilâf mânâda değil, lafızdadır. İlâhî hukûkun anladığı mânâda “iman etmiş” olan, zımnen ilâhî emirlere teslim olmuştur. Bu tarzda, iman ile İslâm özdeşleştirilir.
Sonuç olarak,
Hucurât Suresi’nin 14. âyetinde geçen “İman etmediniz.”, “
‘Boyun eğdik/eslemnâ.” deyiniz, tabirleri, Hz. Peygamber (s.a.v.)’a Cenâb-ı Hak tarafından özel bir bilgi ile bildirilmiştir. Bu durum onların, yürekten tasdîke bağlı bir şekilde iman etmediklerini, ya kılıç korkusundan ya da bir menfaatten dolayı “
‘Boyun eğdik.’ (eslemnâ)” dediklerini göstermektedir. Buna İslâm inancında “İstislâm” denilir.
10 Böyle bir durumda, kalbî bir inanış yokken İslâm hiçbir şekilde iman ile özdeş değildir. Hucurât Sûresi 14. âyette bazı bedevîlere atfen kullanılan “
eslemnâ/teslim olduk.” kavramı, bu mânâda alınmalıdır. Bunu da biz bilemeyeceğimize göre bize düşen görev, iman ve İslâm kavramlarının lafzî olarak farklı ama mâhiyet olarak aynı olduğunu bilmemizdir. Her mü’min Müslümandır, her Müslümanım diyen de mü’mindir. Zaten birçok âyette de iman ve İslâm arasında ayrım yapılamayacağı beyan edilmiştir.
11
Dipnot
* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ
1. 49/Hucurât, 14.
2. Kurtûbî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed, el-Câmiu’l-Ahkâmi’l-Kur’ân, Kahire, 1967, XVI, 348.
3. Taftazânî, Sadeddîn Mes’ud b. Ömer, Şerhu’l-Akâid, İstanbul, 1326/1908, s.55; Ahmet Saim Kılavuz, İman-Küfür Sınırı, İstanbul, 1990, s. 19.
4. 12/Yûsuf, 17.
5. 8/Enfâl, 2-3.
6. 2/Bakara, 143.
7. 49/Hucurât, 14.
8. Bkz. 2/Bakara, 151.
9. Ebu’l-Munteha, Şerhu Fıkhı’l-Ekber, İstanbul, 1984, ss.22-23.
10. Daha geniş mânâsıyla Arapça’da “istislâm” kavramı, kılıç zoruyla veya bir menfaat karşılığı zâhiren Müslüman görünen kimseleri ifadede kullanılır. Bkz. Cüveynî, Ebu’l-Meâlî, Abdülmelik b. Abdullah, el-Akîdetu’n-Nizâmiyye fi’l-Erkâni’l-İslâmiyye, (thk., M. Zâhid el-Kevserî), Kahire, 1992, s. 90.
11. Bkz. 51/Zâriyat 35-36; 10/Yûnus 84.