Liyâkat Ehliyet ve Adâlet
Yüce Allah Nisâ Sûresi 58. âyette şöyle buyurmaktadır: “Hiç şüphesiz Allah size, emânetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah, her şeyi hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”
Bu âyette Yüce Allah’ın, gerek ferdî gerekse toplumsal hayatta titizlikle uygulanmasını istediği çok önemli iki emri bulunmaktadır. Bunlardan birincisi; emâneti ehil olan liyâkat ve ehliyetli insanlara teslim etmek, ikincisi ise insanlar arasında adâletle hükmetmektir.
Âyetin tefsirine geçmeden önce emânet, liyâkat, ehliyet ve adâlet kavramlarını açıklamak istiyorum.
Emânet, gerek Kur’ân-ı Kerîm’de gerekse hadîs-i şeriflerde geçen çok kapsamlı bir kavramdır. Emânet dar anlamıyla “bir kimseye koruması için bırakılan mal ve eşya”[1] için kullanılırken, geniş anlamıyla kişinin canı, malı, ailesi, çocukları ve yapmakla sorumlu olduğu işi de emânet kapsamına girmektedir. Emânetlerin sorumluluğu da çok büyüktür. Eğer insan, kendisine tevdî edilen emâneti koruyup hakkıyla yerine getirirse büyük mükâfâta mazhar olur. Ancak emâneti korumaz ve zâyi ederse büyük bir azaba çarptırılacaktır.
Liyâkat, insanın üstleneceği işe/göreve lâyık ve ehil olması demektir.
Ehliyet, insanın üstleneceği işi/görevi yapabilecek donanıma ve yeterliliğe sahip olması demektir. Dolayısıyla liyâkat, kişinin yapacağı görevle ilgili kişisel bir özellik iken ehliyet ise daha çok yapacağı göreve yetkinliği ile ilgili bir özelliktir.
Adâlet “düzenli ve dengeli davranma, her şeyin ve herkesin hakkını verme, haksızlıklardan uzaklaşarak orta yolu tutma, bir şeyi yerli yerine koyma, insaf ve eşitlik ilkesine sâdık kalma”[2] gibi anlamlara gelmektedir.
Bu âyet, Mekke’nin fethedildiği gün nâzil olmuştur. Âyetin nüzûlüne sebep olan olayla ilgili tefsirlerde çeşitli rivâyetler mevcuttur.[3] Hz. Peygamber (s.a.v.), Mekke fethedilir edilmez doğrudan Kâbe’ye gitmiş ve Osman b. Talha’dan Kâbe’nin anahtarını alarak Kâbe’nin kapısını açmış ve putları temizleyerek Kâbe’nin içinde iki rek’ât namaz kıldıktan sonra dışarı çıkmıştır.
O sırada amcası Hz. Abbas, sikâye (hacılara su verme) görevi ile birlikte sidâne (Kâbe bekçiliği) görevinin kendisine verilmesini talep eder. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v.), bu âyetin inmesi üzerine Kâbe’nin anahtarını Osman b. Talha’ya teslim ederek, “Ey Osman b. Talha! İşte anahtarın, bugün vefâ ve iyilik günüdür. Ey Ebû Talha oğulları! Emâneti kıyâmete kadar sizde kalmak üzere alın; sidâne görevini sizden ancak zâlimler geri alır.”[4] buyurmuştur.
Allah Rasûlü Kâbe’nin anahtarını kendi öz amcasına değil, babadan atadan beri bu işi yapan ehil kişi olan Osman b. Talha’ya vermiştir. Zira Allahu Teâlâ emânetleri ehline vermeyi emretmektedir. Âyet her ne kadar bu olay üzerine inmiş olsa da ihtivâ ettiği hüküm geneldir.
Âyette titizlikle uygulanması gereken iki prensip zikredilmektedir: Birincisi emânetleri ehline teslim etmek, ikincisi ise insanlar arasında adâletle hükmetmektir.
Birinci Prensip: Emânetleri Ehline Teslim Etmek
“Şüphesiz ki Allah size, emânetleri ehline teslim etmenizi emrediyor.”
Emânetlerin ehline verilmesi, âyetteki birinci emirdir. Liyâkatli ve ehliyetli kişi, üstlendiği görevi emânet olarak bilir ve emânete sahip çıkarak işinde adâletli davranır. O hâlde her işin başına liyâkat ve ehliyetli insanları getirmek ve görevlendirmek gerekir.
Dolayısıyla milleti idare edecek devlet başkanından başlayarak en alt kademedeki bir görevliye varıncaya kadar liyâkat ve ehliyeti esas alarak atama yapmak gerekir. Özellikle de idârî sistemin önemli bir parçası olan yasama, yürütme ve yargı organlarında görev yapacak kişileri seçip atarken liyâkatli ve ehil kişiler olmasına dikkat etmek gerekir.
Emâneti ehli olanlara teslim etmek, ilâhî bir emirdir. Bu ilâhî emre uyulmayan toplumlarda haksızlık, zulüm ve adâletsizlik alabildiğine yaygınlaşır. O toplumlarda huzur ve güven ortamı kalmadığı gibi zamanla bu tür devletler yıkılıp tarih sahnesinden silinmeye mahkûm olur.
Allah Rasûlü, emânetleri liyâkatli ehil olan kişilere teslim etmeye çok önem vermiştir. Hayatı boyunca dâimâ görevlendireceği kişileri özenle seçmiş ve işi ehil olanlara vermiştir. Nitekim bir hadîs-i şerifinde, “Müslümanların bir işine bakan kimse, o işi daha iyi yapacak biri varken bir başkasına verirse Allah’a, Rasûl’üne ve mü’minlere hıyânet etmiş olur.”[5] buyurmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in çeşitli zamanlarda görevlendirdiği kişilere baktığımızda dâimâ liyâkat ve ehliyeti esas aldığını görmekteyiz. Meselâ Mekke’den Medine’ye hicret edeceği zaman yanına en sâdık dostu ve arkadaşı Hz. Ebû Bekir’i almıştır. Kendilerine yol rehberliği yapması için de o dönemde bu işi en iyi yapabilecek bilgi ve tecrübeye sahip olan Abdullah b. Uraykıt’ı seçmiştir.
Hâlbuki bu kişi o günlerde müşrik idi. Ancak güvenilir ve mert bir kişiliğe sahip olmakla birlikte yol rehberliği hususunda liyâkatli ve işin ehli idi.[6] Yine Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hicret edeceği zaman yanındaki emânetleri sahiplerine teslim etmek üzere Hz. Ali’yi seçmesi[7], Mekke’de kalıp da istihbarat yapmak üzere Hz. Abbas’ı seçmesi[8], Habeşistan’a hicret edecek Müslümanların başına Cafer b. Ebi Tâlib’i seçmesi[9], Medine’de İslâm’ı insanlara tebliğ edip öğretmesi için öğretmen olarak Hz. Mus’ab b. Umeyr’i seçmesi[10], Suriye üzerine yapılacak seferde büyük sahâbîler olmasına rağmen genç yaştaki Hz. Usâme’yi komutan olarak seçmesi[11], liyâkat ve ehliyete ne kadar önem verdiğini göstermektedir.
Zira Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sahâbe arasından seçip görevlendirdiği bu kişilerin hepsi de işin ehli idiler. Nihâyet kendilerine tevdî edilen görevleri hakkıyla yerine getirmişlerdir.
Buradan anlaşılıyor ki, işi ehline/liyâkatli kişilere vermek, basîretli ve ferâsetli olmayı gerektirmektedir. Allah Rasûlü, liyâkatsiz ve ehil olmayan kişilere aslâ hiçbir görevi teslim etmemiştir. Bir defasında Hz. Ebû Zer adındaki sahâbî, Hz. Peygamber (s.a.v.)’den kendisini vergi memuru olarak görevlendirmesini istediği zaman, Allah Rasûlü eliyle onun omuzuna vurarak, “Ey Ebû Zer! Sen zayıf bir adamsın. İstediğin görev ise bir emânettir. Bu emâneti ehil olarak alan ve üzerine düşeni yapanlar müstesnâ, aslında bu görev kıyâmet gününde bir rezillik ve pişmanlıktır.”[12] buyurmuş ve onu memur olarak atamamıştır.
Başka bir zaman kendisine bir iş için talepte bulunan kişiye Hz. Peygamber (s.a.v.), “Vallâhi, biz isteyeni veya görev hırsı bulunanı yönetici yapmıyoruz.”[13], “Biz, bu işleri tâlip olanlara değil, lâyık olanlara veririz.”[14] buyurmuştur. Demek ki insan lâyık olmadığı bir makama tâlip olmamalı, yapamayacağı bir işe girişmemelidir.
Hz. Peygamber (s.a.v.), bir hadisinde de, “İş, ehli olmayan kişilere verilince kıyâmeti bekle, kıyâmetin kopması pek yakındır.”[15] buyurmak suretiyle ashâbını bu konuda uyarmıştır.
Yine başka bir hadîs-i şerifinde, “Kim Müslümanlara ait önemli bir görevin başına geçip de bir işe ehil olmayan birine iltimasta bulunarak tayin ederse Allah’ın lânetine uğrar, Allah onun farz ibâdetlerini de, nâfile ibâdetlerini de kabul etmez ve onu cehenneme sokar.”[16] buyurmuştur.
Ecdadımız olan Osmanlı’nın altı yüz yıl gibi uzun bir süre üç kıt’ada hüküm sürmesinin en önemli sebepleri, adâleti hâkim kılmaları ve işleri ehline verme hususunda çok titiz davranmalarıdır.
İkinci Prensip: İnsanlar Arasında Adâletle Hükmetmek
“İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder.”
Allahu Teâlâ, bu âyette insanlar arasındaki hüküm vermede adâleti emrettiği gibi Kur'ân-ı Kerîm’in birçok âyetinde her konuda adâletli davranmayı emretmektedir.[17]
Bir toplumda huzurun, güvenin, barış ve esenliğin olabilmesi için adâletin titizlikle uygulanması gerekir. Çünkü adâlet mülkün temelidir. İnsanlar arasında akrabâ, din, ırk, soy, makam, mevki ayırımı yapmadan eşit bir biçimde adâletin uygulanması gerekir.
Adâletin tam olarak uygulanmadığı toplumlarda insanların can, mal, ırz ve nâmus güvenliği yoktur. O toplumlarda haksızlık, zulüm, kargaşa ve terör alabildiğine yaygınlaşır, huzursuzluk artar. O toplumun ömrü uzun olmaz. Kısa sürede tarih sahnesinden silinme ve yok olmaya mahkûm olur.
“Allah böylece size ne güzel öğüt veriyor.”
Allahu Teâlâ âyetin bu kısmında, “Emânetleri ehline veriniz.” ve “İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmediniz.” emirlerini güzel bir öğüt olarak nitelendirmektedir. Allah’ın verdiği öğütler de bir emir niteliğinde olup mutlaka yerine getirilmesi gerekir.
“Şüphesiz ki Allah, her şeyi hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”
Allahu Teâlâ, âyeti böyle bir cümleyle bitirmek sûretiyle insanları ikaz edip uyarmaktadır. Âyetin sonunda Yüce Allah, her şeyi görüp işittiğini ifade ederek emânetlerin ehline verilip verilmediğini, insanlar arasında adâletle hükmedilip edilmediğini kontrol ettiğine vurgu yapmaktadır.
Nitekim başka âyetlerde de bu hususa vurgu yapılıp tekit ettiğini görmekteyiz. “Allah, gizlediğinizi de açıkladığınızı da bilir.”[18], “Hiç şüphesiz Allah, onların gizleyeceklerini de açıklayacaklarını da bilir.”[19], “Gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı da bilir. Allah kalplerde olanı bilendir.”[20]
Netice olarak diyebiliriz ki Yüce Allah, İslâm toplumunun barış, esenlik, huzur ve güvenlik içinde olabilmesi için liyâkat, ehliyet ve adâlet ilkelerine sahip çıkılmasını emretmektedir. Zira emânetlerin ehline teslim edildiği, hükümlerin adâletle verildiği bir İslâmî toplumda hiç kimse haksızlığa ve zulme uğramaz.
Ancak bu ilkelere bağlı kalınmadığı zaman görev dağılımları büyük ölçüde eş, dost, akrabalık, hatır, gönül ilişkilerine, karşılıklı menfaatlere göre ayarlanırsa böyle bir toplumda işler aksamakta, insanlar arasında güven sarsılmakta ve can, mal, ırz ve namus güvenliği ortadan kalmaktadır.
* NEVÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi. msoysaldi@gmail.com
[1] Bk., Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “emn” Md.; İbn Manzur, Lisânü’l-ʿArab, “emn” Md.
[2] “Adalet”, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Md., (İstanbul: Şâmil Yay., 2000), 1/69.
[3] Bu rivâyetlerle ilgili ayrıntılı bilgi için bk., Mukâtil, b. Süleyman, Ebu’l-Hasen, Tefsîru Mukâtil b. Süleymân, nşr. A. Mahmut Şehhate, (Beyrut: ts.), 1/381-382; Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerir et-Taberî, Câmiu’l-beyân, (Riyad: Dâru âlemi’l-kütüb, 2010), 5/171; Ebû Abdillah, Muhammed b. Ömer Fahreddin er-Razî, Mefâtihu’l-Gayb, (Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, 2000), 10/110-111; Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Ebi Bekir el-Kurtubî, el-Câmiu li ahkâmi’l-Kur’an, (Riyad: 2003), 5/256.
[4] Ebû’l-Fida İsmail b. Kesîr, Tefsirü’l-Kur’âni’l-azîm, (Beyrut: Dâru’l-marife, 1969), 1/515-516.
[5] Muhammed Cemaleddin Kâsımî, Mehâsinü’t-Te’vîl, thk. M.Fuad Abdulbâkî, (Kahire: ts.), 5/1334.
[6] Ahmet Önkal, “Hicret” Md., Diyanet İslâm Ansiklopedisi, (İstanbul: TDV Yay., 1998), 17/460.
[7] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, thk: Mustafa es-Sekka, (Beyrut: Dâru’n-nasr, 1966), 2/95, 98.
[8] Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, çev. Salih Tuğ, (İstanbul: İrfan Yayıncılık, 1997), 176.
[9] İbn Hişâm, es-Sire, 1/359-360.
[10] İbn Hişâm, es-Sire, 2/76; İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-kübrâ, (Beyrut: Daru’s-sadr, 1957), 3/118; İbn Hacer, el-İsâbe fî Temyizi’s-Sahabe, thk. Ali Muhammed el-Becavî, (Lübnan: Dâru’l-kütübü’l-ilmiyye, 2014), 10/184; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-gâbe fî ma’rifeti’s-sahâbe, (Lübnan: Dâru’l-kütübü’l-ilmiyye, 2014), 5/175.
[11] İbn Hişâm, es-Siretü’n-nebeviyye, trc. Hasan Ege, (İstanbul: Ravza Yay., 2012), 4/404; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, (İstanbul: Siyer Yay., 2015), 4/73;.
[12] Müslim, “İmâret”, 17, (1826); Ebû Dâvûd, “Vesaya”, 4, (2868); Nesâî, “Vesaya”, 10, (6,255)
[13] Buhârî, “Ahkâm”, 7, “İcâre”, 1, “İstitâbetü’l-mürteddîn”, 2.
[14] Müslim, “İmâret”, 14.
[15] Buhârî, “İlim”, 2.
[16] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/6.
[17] Bk., 5/Mâide, 8; 6/En'âm, 152; 16/Nahl, 90; 49/Hucurât, 9.
[18] 16/Nahl, 19.
[19] 16/Nahl, 23.
[20] 64/Tegâbün, 4.
Mehmet SOYSALDI
Yazar17.Yüzyıl Osmanlı Devletinde Bursevî’nin Mürşidi Osman Fazlı Efendiİsmail Hakkı Bursevî, Celvetiye mürşidi Osman Fazlı Efendi’ye intisap etmiştir. Onun terbiyesinde yetişmiş tasavvufî eğitimini tamaml...
Yazar: Resul KESENCELİ
Duamızı hemen duyar,Çok seviyor Rabbim bizi.Elbet cennetine koyar,Çok seviyor Rabbim bizi.Önümüze sofra serdi,Nice güzel nimet verdi;Bir de peygamber gönderdi,Çok seviyor Rabbim bizi.Haberimiz olsun d...
Şair: Bestami YAZGAN
Arapça’da hads kelimesi, “öngörü, içsel sezgi, mânevî hissiyat veya ilham” anlamlarına gelir.[1] İslâm düşünce tarihinde tasavvufla bağlantılı olarak kullanılır. Aynı zamanda hads, bir kişinin kalbine...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Salâhî-i Uşşâkî (1705-1782)Gönül fikr-i hayâlinle sabahlar yâ RasûlallahOlur şem’-i cemâlinle sabahlar yâ Rasûlallah Alîl-i pister-i hicrin enîn ü zâr edip dildenTemennî-i visâlinle sabahlar yâ R...
Yazar: Vedat Ali TOK