Kastamonu’da Bir Gönül Eri: Şeyh Şabân-ı Velî ve Çağrısı
Şeyh Şa’bân-ı Velî (ö.976/1569), Halvetiyye Tarikatı’nın Cemâliyye kolunun Şa’bâniyye adlı alt kolunun kurucusudur. Hazret’in yolunun tasavvuf tarihi ve Anadolu’da gelişen tasavvufî düşünce açısından en önemli özelliği, Halvetiyye’nin İstanbul’daki ilk büyük temsilcisi olan Cemâl-i Halvetî’nin yolundan ayrılan bir kolu, Anadolu ve Balkanlar’dan Suriye, Hicaz, Mısır, Kuzey Afrika ve Hindistan’a kadar çok geniş bir coğrafyaya yayılmış olmasıdır.[1]
Şa’bân-ı Velî, tarikat çevrelerince Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî, Hacı Bektâş-ı Velî ve Hacı Bayrâm-ı Velî ile birlikte Anadolu’nun dört kutbundan biri olarak kabul edilmiş bir sûfîdir.[2]
Şeyh Şa’bân-ı Velî Kimdir?
Şa’bân-ı Velî, Kastamonu’nun Taşköprü ilçesinde dünyaya gelmiştir.[3] Küçük yaşlarda anne ve babasını kaybeden Şa’bân-ı Velî’yi bir hanım evlat edinmiş ve eğitim sürecinde ona destek olmuştur.[4] İlköğrenimini Taşköprü’de yaptıktan sonra Kastamonu’da Abdürrezzak Camii Türbesi’nde medfun bulunan Osman oğlu Hoca Velî’den (ö.918/1512) tefsir ve hadis dersleri okuyarak icazet almıştır.
Daha sonra İstanbul’a giderek Fatih Medreselerinden birinde kalmıştır. Bu medresenin Karadeniz Başkurşunlu Medresesi olduğu, burada dokuz yıl Kur’ân-ı Kerim, tefsir ve hadis gibi ilimler tahsil ettiği, Eyüp Camii’nde kürsü şeyhliği ve ders-i âmlık görevlerine tayin edildiği şeklindeki bilgiler eski yazılı kaynaklarda yer almaktadır.[5]
Şa’bân-ı Velî, medrese öğrenimini tamamlayınca, gördüğü bir rüyada “Vatan-ı aslınıza gidiniz.” denilmesi üzerine 914/1508 yılında beş arkadaşıyla İstanbul’dan memleketlerine dönmek üzere yola çıkmıştır. Yolda Düzce ile Bolu arasında Konpara’da Hayreddin Tokâdî ile karşılaşmış, on iki yıl burada kalıp Tokâdî’nin gözetiminde seyr ü sülûkunu tamamlamıştır.[6]
Hilafet aldıktan sonra memleketi Kastamonu’ya görevlendirilen Velî,[7] burada Hisarardı mevkiinde Halvetî şeyhi Seyyid Sünnetî Efendi’nin zaviye olarak kullanmak üzere yaptırdığı mescide yerleşmiş ve bir süre sonra mescid yakınındaki Cemal Ağa Camii’nde inzivaya çekilmiştir.
Bu mekân, biraz şehrin dışında bulunmaktaydı. Şehir halkının ısrarı üzerine Honsalar Camii’ne gelerek burada faaliyetlerini sürdüren Şa’bân-ı Velî, bu caminin yanması üzerine tekrar Seyyid Sünnetî Mescidi’ne yerleşerek faaliyetlerini sürdürmüştür.[8] 18 Zilkâde 976 (4 Mayıs 1569) yılında vefat eden Şa’bân-ı Velî’nin kabri tekkenin bahçesindedir.[9] “Eyledi Şa’bân Efendi azm-i dildâr-ı cinân.” mısraı ile vefatına tarih düşülmüştür.[10]
Şeyh Şa’bân-ı Velî ve Çağrısı
Şa’bân-ı Velî’nin yolu birçok sanat dalında ve kültürel faaliyetlerde topluma öncülük etmiştir.[11] Bu yolun geniş halk kitlelerine ulaşabilmesinde her alanda kaliteyi önceleyen ve insanı merkeze alan düşünce sistematiği yatmaktadır.[12] O, dinin zâhirine riayet konusundaki hassasiyet üzerine yolunu inşa etmiş bir velîdir. Hazret, zâhirî ilimlere vukufiyeti ve zâhir ve bâtın arasındaki dengeyi gözeten tavrı bu yoldan birçok önemli ismin aynı hassasiyetle yetişmesine vesile olmuştur.
Örneğin Ebu’s-Suud Efendi’nin yakın arkadaşlarından Süleymaniye Camii Vaizi Kastamonulu Muharrem Efendi, onun gözetiminde yetişen ve yolunun hassasiyetlerini gözeterek hizmet eden isimlerden biridir. Muharrem Efendi Şa’bân-ı Velî’den hilâfet aldıktan sonra vaizliğin yanında İstanbul’da şeyhlik de yapmıştır.[13]
Şa’bân-ı Velî’nin dikkat çeken bir özelliği de cömertlik ve tevekkül konularına verdiği önemdir. Onun iki akçeyi bir yere koyup saklamadığı, daima tevekkül ve kanaat içinde olup hiç kimseden maaş ve sadaka kabul etmediği kaydedilmiştir.[14]
Menâkıb-nâme’ye göre Şeyh, aklî ve naklî ilimlere derinlemesine vukûfiyeti olmasına rağmen, kendileri ümmî imiş gibi davranırlar, başkaları da kendisini öyle zannederlermiş. Bu yönüyle kendilerini gizler, dışarıdan bakanlar onu okuma yazması olmayan biri olarak bilirlermiş. Bu da onun derin bir mahviyet ve fenâ hâli yaşadığını göstermesi açısından önemlidir.[15]
Velî, ehl-i ilim, müteşerrî bir zât olmasına rağmen kendisine sorulan fıkhî sorulara cevap vermez, “Bu meseleye cevap vermek bize düşmez. Fıkhın şeyhi olan müftülere düşer. Büyük şeyhler bu tür sorulara, müftüye git, sor.” diyerek işi erbâbına bırakırlardı. Tasavvufî gelenekte mutasavvıflar, bu hassas noktaya riayet ederlerdi. Bu tür bir tavır, Şa’bân-ı Velî’nin olgun ve tevâzuuna delâlet etmesi yönüyle mühimdir.[16]
Şa’bân-ı Velî, gerek halk arasında gerekse devlet erkânı tarafından en fazla itibar gören ve pek çok insan yetiştirerek tasavvuf tarihindeki seçkin yerini alan bir sûfîdir. Yazılı bir eseri olmamasına rağmen, gönüllere Allah aşkını nakşetmiş, insân-ı kâmiller yetiştirme hususunda hayatını dine ve insanlığa vakfetmiştir. Sadece yaşadığı dönemde değil günümüze kadar da feyiz ve bereketleri devam etmiş, türbesi ve cami, mâneviyât erbâbı ve dertli gönüllerin uğrak yeri olmuştur.
Şeyh Şâbân-ı Velî, menâkıbnâmedeki bilgilere dayanarak ifade etmemiz gerekirse, son derece mahviyet sahibi, şöhretten kaçınan, kendini ümmî olarak hissettiren bir yapıya sahiptir. Kendi döneminde sadece Müslümanların değil çevresindeki Hıristiyanların da dertlerine derman olmuş, onların hidayetlerine vesile olmaya gayret etmiştir.[17]
Onun, dinin zâhirine riayet konusundaki hassasiyeti, halvete önem vermesi, cömertlik ve tevekkül bilinciyle hayatını şekillendirmesi, fenâ hâlinin yansımasıyla dünya hesaplarından uzak bir anlayışla Rabb’ine yönelmesi ve insan merkezli düşünce sistemiyle geniş çaplı bir tesire ulaştığını ifade edebiliriz. Son olarak şu hususu dile getirmek isteriz: Gönül yangınına çözüm arayan günümüz insanı, asırlar öncesinden seslenen Şeyh Şa’bân-ı Velî’nin gönülleri teskin eden bu çağrılarına kulak vermeli ve hayatın anlamını maddede aramayı bırakarak Hakk’ın zikri ile gönlünü huzura kavuşturmalıdır.
[1] Kamil Şahin, “Kastamonulu Şeyh Şâbân-ı Velî Hazretlerinin Tasavvuf Tarihindeki Yeri Ve Önemi”, I. Uluslararası Şeyh Şa’bân-ı Velî Sempozyumu Bildirileri, Kastamonu Üniversitesi Yayınları, Kastamonu 2012, c.II, s.381-385.
[2] Mustafa Tatcı-Cemal Kurnaz, “Şa’bân-ı Velî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c.XXXVIII, s.210.
[3] Doğum tarihi ile ilgili 902 (1497), 905 (1499-1500) ve 886 (1481) yılları kaydedilmektedir. Atâî, Zeyl-i Şekâik, s.199; Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, Hazırlayanlar: Mehmet Akkuş- Ali Yılmaz, Kitabevi Yayınları, İstanbul 2006, c.III, s.512; M. Ziya Demircioğlu, Kastamonu Evliyaları, Doğrusöz Matbaası, Kastamonu 1962, s.5-14; İhsan Ozanoğlu, Türk Büyüklerinden Ünlü Bilgin ve Mutasavvıf Şaban-ı Velî Hayatı, Eserleri ve Külliyesi, Kastamonu 1966, s.6.
[4] Fazıl Çiftçi, Hazret-i Pîr Şeyh Şa’ban-ı Velî, Hazreti Pir Şeyh Şaban-ı Veli Vakfı Yayınları, Kastamonu 2002, Kastamonu 2002, s.94. Bu bilginin dışında Şa’bân-ı Velî’nin ailesine dair “Menâkıb-ı Şa’bân-ı Velî” adlı eserinde bilgi bulunmazken Hüseyin Vassâf, Velî’nin Yahya adında bir oğlu olduğunu, İstanbul’da Eyüp Cami kürsü şeyhliğinde bulunan Yahya Efendi’nin altıncı postnişin Çorumlu İsmail Efendi’ye intisap ettiğini, yüz yaşını aşmış olduğu halde 1082/1671 yılında vefat ettiğini, oğlu Münteha Efendi’nin ve neslinden gelenlerin de şeyh olarak görev yaptıklarını nakletmiştir. Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, c.III, s.528. Vassâf’ın verdiği bu bilgiler ihtiyatla karşılanmıştır. Tatcı-Kurnaz, “Şâbân-ı Velî”, s.209.
[5] Çiftçi, Hazret-i Pîr Şeyh Şaban-ı Velî, s.8, 348; Ali Erol, “Şeyh Şa’bân-ı Velî ve Türbesi Etrafında Oluşan inançlar, Gelenekler”, Uluslararası Türk Dünyası inanç Merkezleri Kongresi Bildirileri (23-27 Eylül 2002), Ankara 2004, s.507.
[6] Tatcı-Kurnaz, “Şâbân-ı Velî”, s.208-209.
[7] Ömer Fuâdî, Menâkıb-ı Şeyh Şa’bân·ı Velî, Kastamonu 1294, s.40-41. Fuâdî’nin Velî’nin menkıbelerini bir araya getirdiği yegâne eser olan bu çalışması ile ilgili olarak şu yüksek lisans tezine bakılabilir: Ali Okumuş, Menâkıb-ı Şeyh Şa’bân-ı Velî (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1998.
[8] Mustafa Tatcı, “Şâbâniyye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c.XXXVIII, İstanbul 2010, s.211.
[9] Sâdık Vicdânî, Tomâr-ı Turûk-ı Âliyye, Hazırlayan: İrfan Gündüz, Enderun Kitapevi, İstanbul 1995, s.210-212; L. Nihal Yazar, Halvetîliğin Şa’bâniyye Kolu-Menâkıb-ı Şa’bân-ı Velî ve Türbenâme, Mas Matbaacılık, Ankara 1985, s.136.
[10] Fuâdî, Menâkıb-ı Şeyh Şa’bân·ı Velî, s.93.
[11] Fehmeddin Demirci, “Kastamonu Şeyh Şa’bân-ı Velî Vakıf Müzesi”, Vakıflar Dergisi, Yıl: 2011, Sayı: XXXV, s.257-264; Çağhan Adar, “Halvetî Şâbanî İnancında Adetler Ve Müziğe Yönelik İnanç ve Tutumların İncelenmesi”, Uşak Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Uşak 2014, Sayı: 7/2, s.147-168; Gülten Küçükbasmacı, “Kastamonu’da Asa Suları”, Türk Kültürü ve Hacı Bektâş-ı Velî Araştırma Dergisi, Güz 2017, Sayı: 83, s.206-208.
[12] Sagıp Atlı, “Şeyh Şa‘bân-ı Velî’nin Türbesi Etrafında Oluşan İnanç ve Uygulamalar”, Sûfî Araştırmaları, Sayı: VI, s.51-61; Lütfullah Elmacı, Ziyaret Fenomeni ve Din (Kastamonu Şeyh Şaban-I Veli Türbesi Örneği) (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, s.55-60.
[13] Fuâdî, Menâkıb-ı Şa’bân-ı Velî, s.107-108. Velî, zâhir ve bâtın dengesini izah sadedinde tasavvuf ehlinin dile getirdiği “Şeriat, tarikatın kabuğudur.” ifadesini şöyle izah etmiştir: “Şeriat, tarikatın kışrıdır.” demek “Mecâzen ve benzetme yoluyla dış kabuğudur demektir. Ancak sakın ha dinsizlerin yaptığı hatayı yapıp tarikatla hakikati elde etikten sonra şeriat artık gereksizdir, demeyiniz. Yani benzetme yapacak olursak ‘Badem olgunlaşınca kabuğu soyulur ve dışarı atılır. Çünkü istenilen şey içindeki çekirdeğidir ve yağıdır. Kabuk ziyan olur ve gereksizdir ve şeriat da böyledir, demeyiniz!’ Bu söz yanlış itikad, küfür, dalalet ve dinsizliktir. Gerçi bademle kastedilen içindeki çekirdek ve yağıdır. Yani bâdem özü ve yağı olgunlaşırsa bademliği olmuş olmaz. Ancak kabuğunun varlığıyla ve sağlamlığıyla badem olur. Kabuğu olmadan badem olmaz. Bunun gibi sülûk sırasında şeriat kabuğu tarikat bademiyle ve tarikat kabuğu hakikat bademi ve yağıyla tahsil ve tekmil edilemeyip de bunlara bir zarar gelse, istenilen tarikat ve hakikat şuhûd ve hal ile kemâl bulamaz.” Devamında Fuâdî de şöyle demiştir:“ Özetle tarikat şeraitsiz, hakikat tarikatsız ele girmez. Girerse de marifet ve hakikatinde safâ, hal, nurâniyyet ve kemâl olmaz. Bazıları dinsiz olup yanlış inanç ve delâlete düşerler ve eksik ve bilgisiz kalırlar.” Fuâdî, Menâkıb-ı Şa’bân-ı Velî, s.98-99.
[14] Reşat Öngören, Osmanlı’da Tasavvuf: Anadolu’da Sûfiler, Devlet ve Ulemâ (XVI. yüzyıl), İz Yayıncılık, İstanbul 2000, s.79-89.
[15] Fuâdî, Menâkıb-ı Şa’bân-ı Velî, s.47-48.
[16] Fuâdî, Menâkıb-ı Şa’bân-ı Velî, s.23-24.
[17] Mustafa Aşkar, “Ömeru’l-Fuâdî’nin Menâkıbnâmesine Göre Şeyh Şâbân-ı Velî’nin Tasavvufî Şahsiyetine Bir Bakış”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Sayı: XXX, (2012/2), s.1-32.
Fatih ÇINAR
YazarŞanlı tarihimiz, sıradağları andıran nice ölümsüz kahramanla doludur. Destansı şahlanışlarıyla tarihimizi birbirinden eşsiz iftihar tablolarıyla bezeyen baş mimarlardan biri de aziz kahramanlarımızdır...
Yazar: İsmail ÇOLAK
İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak (k.s.), Anadolu’nun yakın tarihinde ilmî, mânevî ve hizmet endeksli kişiliği ile derin izler bırakan nice büyük isimlerden biridir.[2] Zâhir ve bâtın sahalardaki hizmet...
Yazar: Fatih ÇINAR
Mehmed Emîn-i Tokâdî, 17. yüzyılın ikinci yarısı ile 18. yüzyılın ilk yarısının önde gelen isimlerindendir. Bir Nakşbendî şeyhi olan Tokâdî aynı zamanda seyyah sûfîlerdendir. Bu çalışmada, velûd bir m...
Yazar: Fatih ÇINAR
17.yüzyılda, Anadolu’da, dildeki başarısı ve gönlünün zenginliği ile dikkat çeken birçok mâneviyât erinden bahsetmek mümkündür.[1] Onlardan biri, üstâdı Abdülehad Nûrî-i Sivâsî (öl. 1061/1651) ve onun...
Yazar: Fatih ÇINAR