KARA ÇOCUK
Yetmişli yıllar... Sivas’ta bir yaz günüydü. Sabahın erken saatleri, sokaklar bomboş, herkes yatağında mışıl mışıl uyuyor olmalıydı. Hava serindi, kısa kollu gömlekle çıktığım için hafif bir titreme yaşıyordum. Kıvrılarak giden sokaklarda, köşe başlarında vanasız, şırıl şırıl akan tatlı sulardan başka ses yoktu. Evin büyük oğlu olduğum için, sebze halinden taze yoğurt alma görevi bana verilmişti. Köylüler, sabahın erken saatlerinde getirdikleri irili ufaklı bakraç yoğurtları satarak köylerine dönerlerdi. O yıllar Sivas’ta, düğünlerde davul, zurna çalarak geçimini sağlayan insanlar vardı. Bu insanlara “Poşa” denirdi, günümüzdeki Romanlar ile hemen hemen aynı yaşamı paylaşırlardı. Dünyanın en keyifli, neşeli bu insanları, halkın arasına fazla girmeyip kendi aralarında daha mutlu olurlardı. Daha ziyade, şehrin dış kesimlerinde fazla gelişmeyen semtlerinde, yarım yamalak, derme çatma barınak türü evlerde yaşarlardı. Vali Muammer İlkokulu önüne geldiğimde, Poşalar yine sokaklara yatağı döşeği sermiş, yatıyorlardı. Huzursuz ve gergindim. Yataklarına basmadan kıyıdan köşeden geçmeye çalışırken, sessizliği bir çocuğun içini çeke çeke ağlaması bozmuştu. Heyecanlanmıştım. Biraz merak, biraz da korkuyla sesin geldiği yöne yöneldiğimde, iri yapılı bir adam, yedi sekiz yaşlarındaki bir çocuğun kulaklarından tutarak ayaklarını yerden kesmişti. Çocuğun canı yanıyor, ağlıyor, babası da bağırıyordu: “Oğlum; şu zurnayı çalmayı öğreniyorsan öğren. Yoksa inan ki seni mektebe veririm.” diyordu. Baba oğul beni karşılarında görünce şaşırmışlardı. Babası çocuğun kulaklarını bırakınca, kara yağız çocuk bir hamlede babasının ellerinden kurtularak kaçmayı başarmıştı. Nalbantlar başındaki sebze haline gelmiştim. Köylüler, taze getirdikleri yoğurtları boy sırasına göre dizmiş, üzerlerine beyaz bez parçası örtmüşlerdi. İki bakraç yoğurdu ayırmıştım ki, karşımda babasının elinden kurtulup kaçan kara çocukla göz göze geldik. Gözyaşlarını elinin tersiyle silmiş ama gözlerinin kızarıklığı ve yüzünde kuruyan gözyaşı lekeleri çok ağladığını ele veriyordu. Gülümsedi bana. Sempatik ve zeki olduğu, hâl ve tavırlarından belli oluyordu. “Ağabey, sağ ol. Sen olmasan gitmişti kulaklarım.” dedi. “Ben, aslında okumayı istiyorum. Babam da zurna çalmamı…” Belli ki, fakirlik bellerini büküyordu. Dar gelir ve yoksulluk içerisinde kıvranan Poşaların hayata tutunabilmek için günlük kazançları çok önem taşıdığı için, o yaştaki çocuğun para kazanması, babasının daha işine geliyordu. Halis’ti ismi çocuğun. “Sakın vazgeçme okuma isteğinden. Ben de lisede okuyorum.” dedim. Okumanın güzelliklerinden bahsettim; “Sana yardım ederim. Kitaplarını, defterini de ben karşılarım. Yeter ki, sen oku, baban gibi davul, zurna çalma.” Halis’in gözlerinin içi gülüyordu. Birisinin onunla ilgilenmesi çok hoşuna gitmişti. Küçük sevinçlere bile hasret kaldığını gözlerinin parlamasından anlayabiliyordum. Evimizi tarif ettim; “Ferhat Bostan Yağcı Sokak… Buraya çok yakın oturuyorum. Bir sıkıntın olunca gel. Hem, senin yaşında birçok çocuk var; top oynarsınız, arkadaş olursunuz. Bakma babana sen! Bu güzel ülkede yapılacak başka işler de var.” dedim. Kocaman bir gülümseme oluştu Halis’in yüzünde. Bir limana sığınmanın minnettarlığıydı sanki. Bana bakıp “Sağ ol ağabey!” dedi. Tokalaştık, arkadaş olmuştuk onunla. Bir bakraç yoğurt ona, bir bakraç yoğurt da bana aldım. Yoğurttan artan bozukları da, kara çocuğun cebine harçlık olarak koydum. Eve beraber döndük. Babası tekrar uzanmıştı yatağa. Horultusu sokağı sarmıştı. Halis, ara sıra bizim sokağa gelmeye, yeni arkadaşlar edinmeye, ev halkı da ona ilgi göstermeye başladı. Küçük bir çocuğun dünyasının aydınlandığını fark ediyordum. O yıl okula başlamıştı Halis. Okul kıyafetlerini, çantasını, kitaplarını biz almıştık. Çalışkan ve azimliydi. İlkokulu bitirmek üzereyken, ben Sivas’tan ayrılmış, İzmir’de Hava Teknik Okulu’na başlamıştım. İrtibatı hiç kesmedik kara çocukla. Bizim evden ayrılmaz olmuştu. Bizimkiler onu evin bir ferdi gibi kabullenmişlerdi. Yapılması gereken tüm yardımları gönül rahatlığıyla yapıyorlardı. Ailem ve ben onu harçlıksız bırakmamaya çalışıyor, başarılarını gururla takip ediyorduk. Yıllar birbirini takip etti. Halis, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. Kara çocuk, artık yakışıklı bir doktor olmuştu. Eşim ve ben onun mezuniyetini kutlamak, kep töreninde bulunmak için veda kürsüsünün karşısında yerimizi almıştık. Ailemizden kabul ettiğimiz birinin bu başarısı, bizleri çok mutlu etmişti. Mezun olan genç doktorlar, sırayla konuşmalarını yaparak ayrılıyorlardı. Halis kürsüye geldiğinde, heyecanlı olduğu her hâlinden belliydi. Şöyle bir yutkunduktan sonra “Bugün farklı bir gün… Benim burada olmama sebep olan, hayatıma yön veren, yaşamımı anlamlı kılan, maddî manevî yardımlarını esirgemeyen ağabeyime gönül dolusu şükranlarımı, saygı ve sevgimi bu kürsüden teşekkürlerimi haykırmak istiyorum.” Bir ara, göz göze geldik, bütün duygusallığı üzerindeydi. Halis, bu sefer farklı ağlıyordu. Ben de ağlamıştım, güneş gözlüğüm iyice ıslanmıştı. Halis, öğrenci velilerine ve öğretmenlerine dönerek “Benim hikâyem, bir bakraç yoğurtla başladı. Yoluma çıkan ve hayatıma yön veren, yolumu çizmemi sağlayan, karanlık dünyamı bir ışık gibi aydınlatan ağabeyim, işte karşımda duruyor. O güneş gözlüklü yakışıklı ağabeyimi karşıma Allah’ımın çıkardığına inanıyorum.” diyerek kürsüden indi ve boynuma sarıldı. Üzeri açık sinema salonu, büyük bir alkışla sarsılıyordu. Benim küçük bir müdahalem, bu kara çocuğun hayata atılarak doktor olmasını sağlamıştı. Halis’in bu minnet dolu yaşlı gözleri beni çok etkilemişti! Yaşamı ve dünyayı anlamak, aydınlatmak adına yaptığım yardımın insan hayatında bu kadar ciddi bir iş olduğunu o âna kadar anlayamamıştım. İçimdeki bir ses, kara çocukla karşılaşmamızın tesadüf olmadığını söylüyordu.
Ayşe Gül PINAR
YazarVakit ikindiye doğru geliyor. Pazardan alışveriş yapıyorum. Haftalık sebze ve meyve alımı... Çoğu ihtiyacı aldıktan sonra sıra meyvelerden elmaya geliyor. Çocuklara bir hafta yetecek kadar alıyorum. T...
Yazar: Ayşe Gül PINAR
"Erken yaşta emekli oldum ben.” diye başladı söze."Emekli olmadan evimi ve arabamı da almıştım. Dört çocuğum var, onları da evermiştim."Anlatırken gözleri yerde, kendi ayakta...Bir ben, bir hanım, bir...
Yazar: Ayşe Gül PINAR
Mısırlı bir adamın kalp hastalığı vardı. Doktorlar hastalığının çok ağır olduğunu, ameliyatın yalnız yurt dışında yapılabileceğini söylediler. Adam, zaman kaybetmeden Londra'ya gitti ve kendine iyi bi...
Yazar: Ayşe Gül PINAR
Küçük bir çocuk sokakta dolanırken, komşu teyze görür ve hayretle “Oğlum, senin ne işin var sokakta, annen nerde?” diye sorar. Çocuk, ağız dolusu güler ve “Annem evde beni uyutuyor teyze.” der. Ann...
Yazar: Raziye SAĞLAM