KAHVE ÂŞIK, FİNCAN MÂŞUK
Çok zaman önceydi. Habeşistan diyarında yetişen bir ağaç cinsinin meyveleri, pek yakında gerçekleşecek olan o nâmütenahî vuslat anının heyecanı, ihtirası ve sancısıyla kıvranıp duruyorlardı. Tıpkı bir doğum öncesi gibi, doğum anının acısının akabinde hâsıl olacak olan o müthiş saadet lahzasından bir katre yudum alabilmenin sancısıydı bu. Ağacın dallarında boy gösterip inkişaf ettikten sonra renkleri kararmaya başladı meyvelerin ve gittikçe kurudular. Tıpkı Leyla’sı uğruna çöllere düşen Mecnun’un yakıcı güneş altında esmerleşmesi gibi zevahiri de kahverengiye çalmaya başladı gittikçe... Ve Mecnun gibi aşkından eriyip gittiler, kupkuru bir bedene sahip oldular. Kararmak ve kurumak önemli değildi hakikatte… Çünkü zevahir kurudukça bâtın özleşir, yoğunlaşır, hakikî mananın lezzeti işte o kuru dediğiniz özdedir. Tıpkı aşkı uğruna eriyen Mecnun gibi, madden eridikçe ruhen gelişmekte, içteki hakikat, tüm lezzetiyle o özde belirivermekte… İşte kahve habbecikleri de böyle bir metamorfozun serencamını yaşamaktaydılar. Gittikçe koyulaşan kahverengi ton, beraberinde getirdiği vücut erimesi, içerdeki o hakikî lezzet olan Öz’ün, sırlı bir hazine sandığının istiap haddini dolduran efsunlu bir tertibine tahavvül etmişti. Mecnun Leyla’dan ötürü, kahve ise henüz tecessüs edemediği maşukunun kor ateşiyle kavruluyordu. Kahve habbecikleri tekâmül ettikten sonra insanlar onları ağaçlardan toplamaya başladılar. Habbecikler oldukça mesut oldular. Zira kendilerini çeken, vuslat etmeyi arzuladıkları o maşukun yoluna revan olmuşlardı artık. Acele ediyorlardı, sabırsızlık gösteriyorlardı. Zira onların muhayyilesinde feveran eden karmaşık ve vuzuhsuz hisler, ağaçtan toplandıktan hemen sonra sevgiliye kavuşulacağına dair bir muştuyla esrikliğin debdebesinde kendinden geçişin şavkını haykırıyorlardı kâinata… Kahve habbecikleri toplanıyor, çuvallara dolduruluyordu. Artık bundan sonra sevgiliye kavuşma vaktiydi demek! Ama habbecikler yanılıyordu… Henüz aşkın ilk katresi düşmüştü yüreklerine… Aşk, ilk katreyle sevgiliye ulaşmak olsaydı adı aşk olmazdı, vuslat olmazdı. Vuslatta da, aşkta da özlem vardır, hasret vardır, kavuşamamak vardır, yürek ateşi vardır. Ayrılık ve hasret olmasa, vuslatın ne anlamı kalır ki? Vuslatın içinde yüzen biri, aşkın kor ateşinin lezzetini yüreğinde nasıl hissedebilir ki? Aşkın kıymetini bilebilir mi ki? Vuslat öncesi hasreti yaşamayan, aşkı yaşamış mıdır ki? Damarlarda dolaşan kan ve vücudun her zerresi sevgiliye dönüşmedikçe, âşık kendinden geçip maşukun varlığında kendini bulmadıkça -ki bu beden vuslatıyla değil, hasret, ayrılık, özlem ve yürekte sevgili için yanan kor ateşin tüm bedeni kaplayarak, kişiyi hamlıktan olgunluğa ulaştıran bir yanma sürecidir- hangi Âdemoğlu’na, hangi Havva Kızı’na “âşık” denebilir ki? Vuslatın coşkusuyla yanıp kavrulan kahve habbecikleri, zahir ve bâtında yanıp kavrulmanın ve hatta dövülmenin, ezilmenin, bir süre karanlık mahzenlerde bekletilmenin çilesini çekmeden, o muhayyilelerinden hiç ayrılmayan maşuka hemen kavuşamayacaklarını nihayet idrak etmeye başlamışlardı. Tabi ya, kahve, masamıza gelene kadar, bir sürü muameleden geçer. Ağaçtan toplanır, kurutulur, ezilir, dövülür, bekletilir, belki kavrulur… Kahve, kahve olup fincanda bizlere sunulmadan önce çilesini doldurmak mecburiyetindedir. Bu acıdan memnundur kahve, zira o artık fincana, yani maşukuna kavuşacaktır. Kahve habbecikleri bu ateş ile yanarken, insanlar topraktan küçük küçük kaplar, çömlekler yapmaya başladılar. Kahveyi bunun içine koyup içeceklerdi. Daha önceleri yaptıkları çeşitli biçimlerdeki kaplarda içilen kahvenin tadı ve lezzeti sanki kemale ermemişti. Minik kupalara bir de kulp eklendi ki, insanlar kahveyi içerken tadına vara vara, lezzetini ala ala içsinler ve bu arada aşk ateşiyle yanmış, kavrulmuş kahvenin sıcaklığı ellerini yakmasın… Kahve habbecikleri en son suda kaynatılarak yine yandılar, piştiler, bir yanda vuslat anının hasreti, bir yanda kor ateşlerde yanış… Artık mecalleri kalmamış bir vaziyette, kaynamış suda, meyus ve dilhun bir hâlde mevcudiyetlerini mukadderatın akışına teslim etmişlerken, insanlar onları cezveden alıp fincana döktüler. Fincana döküldükçe kendine geldi kahve habbecikleri... Her bir damla dökülüş, vuslatın o hissedilmez ancak yaşanabilir ferahlığının ve zevkinin en doruklarını tattırdı kahve habbeciklerine… Maşuk, kucağını açmıştı nihayet, vuslat gerçekleşmişti. Kahve, aşkın zevkinden kendinden geçti; bir vaveylayla beraber köpürdükçe köpürdü, fincanın kucağına bıraktı kendini… İşte o lahza “Kahve Âşık, Fincan Maşuk” destanının bercestesi doğuverdi ve sirayet etti tüm dünyaya… Fincan maşuktu, kahve âşık… Şimdi de “Fincan” cenahından bakalım bir de aşka… Fincan, topraktan, çamurdan yapıldı tıpkı Âdemoğlu gibi… Kahve’nin de hayat iksiri topraktı… İkisi de topraktan beslendiler… Ezelde, her varlık tek bir noktanın içinde; kahve, fincan, taş, toprak, su, hava, ateş, çiçekler, aslanlar, ceylanlar, kelebekler, sen, ben… Hepimiz tek bir noktada bekledik, birbirimizi tanıdık. O tek nokta, Mevlâ’nın “ol” emriyle infilâk etti ve kâinat halk edildi. Yaratılmadan önce hepimiz tek ve bir çatı altında, O’nun özünden birer manalardık ve büyük patlama ile bu sayısı belirsiz manalar yeryüzüne birer yağmur damlası gibi süzülerek saçıldılar, ete kemiğe büründüler… İşte aslında kahve ile fincan, ta ezelden beridir birbirlerine meftun idiler… Ancak vuslat için aşk yoluna düşmek, acı çekmek, hasret çekmek, özlem duymak, sevgili için feryat etmek, mücadele etmek, vuslatı hak etmek gerekiyordu. İşte fincan da, kahve kadar aşk ile yansa da meşrebi gereği o kucağını açmış, kendini seveni bekliyordu. Yaratılış kodlarında âşık mücadeleye, maşuksa hak edeni kucaklamaya programlanmıştı. İşte fincan maşuktur; yanıp, kavrulup, pişip, hamlıktan olgunluğa geçen kemalât sürecinden sonra hâlâ umudunu kaybetmeyip lezzetini bozmamış, bilâkis daha da lezzetlenmiş kahveyi alır koynuna… Ve vuslat gerçekleşir… Fincan, âşığının kendisine koşmasından öyle mesuttur ki, insanlar bu saadetin ışığından hayran ve müteessir olup fincana daha güzel renkler verirler. Fincan seramik olur, üzerine çiniler işlenir, altlık olarak ona tabak da hediye edilir. İnsanlar fincanın ince ve narin kulpundan tutup kahvelerini içerken; aşkın, dostluğun, kırk yıl hatırın deminde hoşbeş ederler de vuslatın lezzetinden hisselerini alırlar… Biz deriz ki yârenler; ya kahve ol, sevgili için yola düş de aşkın közünde kavrularak kemâle er; ya da fincan ol, sabrın en yüksek buudunda sevgiliyi bekle, yine kemâle er, pâyidar ol…
Selçuk ALKAN
Yazar“Birlik ve beraberlik”, çok sık duyduğumuz kavramlardan olsa gerek. Öğrencilik yıllarımızdan tutun, mezuniyetten sonra, askerlik görevinde, iş hayatında, kitle iletişim araçlarında, velhasıl bu toprak...
Yazar: Selçuk ALKAN
Tanıtımını yapacağımız eser, H. Hulûsi Ateş Darende Şeyhzâdeoğlu Özel Kitaplığı, Kitap No: 62, Tasnif No:297’de kayıtlıdır. 1277/1860-61’de istinsah edilen nüshanın müstensihi es-Seyyid el-Hâfız Hüsey...
Yazar: Fatih ÇINAR
Hak ve hakikat dostlarının büyüklerindendir Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî. Gönüllere kandil olan bu Türkmen şeyhinin gerçek adı "Bektaş"tır. Babası, Horasan hükümdarlarından İbrâhîm-i Sânî'dir. Vefatında...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ
Adamın biri, oğlunu Bağdat’ta yaşadığı söylenen çok arif, âlim bir zâtın yanına verip yetiştirmek istemiş. Anadolu’dan kalkıp âlimin yanına gitmişler. Gittikleri yerde çok hoş karşılanmışlar. İkramlar...
Yazar: Selçuk ALKAN