KADER VE ECEL İLİŞKİSİ
Hicretin ikinci yılında (624), Müslümanlarla Mekkeliler arasında cereyân eden Bedir Savaşı’nda ağır bir yenilgi alan müşrikler, bunun intikamını almaya yemin etmişlerdi. Aradan bir yıl geçmişti. Mekke müşrik ordusunun intikam almak için savaş hazırlıklarına başladığını öğrenen Hz. Peygamber (s.a.v.), sahâbeyi toplayıp savunma savaşı mı yoksa meydan savaşı mı yapılsın konusunda istişâre etmişti. Kendi görüşü Medîne’yi içerden savunmaktı. Bedir Savaşı’na katılamayan gençler ise, meydan muhârebesi yapılmasını istiyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.v.), sahâbenin rey’ini dikkate aldı ve Medîne’nin dışında savaşmaya karar verdi. Bir yıl sonra (625) iki ordu Uhud’da karşı karşıya geldi. Bu gazvede Müslümanlar yetmiş şehit vermişti. Her zaman olduğu gibi Medîne’de yaşayan münâfıklar fitne ateşini yakmak için toplumu, “Bu işte bizim görüşümüz alınsaydı burada öldürülmezdik.” demek suretiyle Hz. Peygamber (s.a.v.)’e karşı kışkırtmaya kalkmışlardı. Hâlbuki Hz. Peygamber (s.a.v.) onlarla da istişâre etmişti. İşte bu olay üzerine şu âyet nazil olmuştu: “De ki: ‘Evlerinizde dahi olsaydınız, yine de haklarında ölüm yazılmış olanlar ölüp düşecekleri yere geleceklerdi.” Âyette de vurgulandığı gibi konu kaderle ilgilidir. Kader, ezelden ebede kadar olacak olan şeyleri Yüce Allah’ın bilmesidir. Allah’ın bilmesi iki mânâya gelmektedir. Bunlardan birisi, yaratmak, bir diğeri de belirlemektir. O zaman kader, Allah’ın ezelden ebede kadar olacak olan şeyleri yaratması ve belirlemesidir. Ehl-i Sünnet âlimleri yaratma olayına şarta bağlı “kader-i muallak”, bilmeye ve belirlemeye de “kader-i mübrem” adını vermişlerdir. Kader-i mübrem ise, belirlenmiş kader olup, insanın irâde özgürlüğüne sahip olmadığı alanla ilgili konuları içine alır. Bu alanda insanın bir sorumluluğu yoktur, ancak tedbir almakla mükelleftir. Nitekim şu âyetler kader-i mübreme delildir: “Yeryüzünde vukû bulan veya başınıza gelen hiçbir musîbet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılı olmasın. Kuşkusuz bu Allah’a göre kolaydır. Kaybettiklerinize üzülmeyesiniz ve O’nun size verdikleriyle şımarmayasınız diye (böyle yapmıştır). Allah kendini beğenen, böbürlenen hiç kimseyi sevmez.” İşte kader-i mübrem alanına giren konulardan birisi de “ecel” meselesidir. Sözlükte ecel, insanın yaşam süresi veya bu sürenin sonu mânâsına gelir. Terim olarak, insanın ölümüne kadar olan ömrünün müddeti veya onun sonu, ölüm ânı demektir. İnsan öldüğü anda bu ecel gelmiş ve yetmiş olur. Her canlı varlıkta olduğu gibi Yüce Allah her insan için de bir yaşam süresi ve ölüm vakti belirlemiştir. Nasıl ki bize dünyaya gelmeden önce sorulmadıysa, ayrılırken de sorulmayacaktır. Zaten bu konuda bizim irâde yetkimiz yoktur. Bu karar tamamen İlâhî irâdenin yetkisindedir. Dolayısıyla bir canlının ömrünün uzatılması da kısaltılması da yazılmıştır. Hadislerde belirtildiği üzere bazı sebeplerle ömür uzatılabilir veya kısaltılabilir; ama bu da Allah’ın irâdesiyle olmaktadır ve O’nun ezelî ilminde mevcuttur (bir kitapta kayıtlıdır). Allah’ın bildikleri insanlar tarafından bilinmediğinden, bu durum dünya hayatının sınav düzenini ve kişinin sorumluluğunu etkilemez. Ecel-i Kazâ ve Ecel-i Müsemmâ Ne Demektir? Bir âyette de ecel-i kazâ ve ecel-i müsemmâ adı verilen iki ecelden bahsedilir: “Sizi (özel) bir çamurdan yaratan, sonra ölüm zamanını takdîr eden ancak O’dur. O’nun katında bir ecel daha vardır. Siz hâlâ şüphe ediyorsunuz.” “Tabîî” denilen ilk ecel, insanın normal olarak yaşayıp ömrünün dolmasıyla hayatının sona ermesi, “ihtirâmî” denilen ikinci ecel ise, vücut fonksiyonlarının tamamı henüz sağlıklı ve yaşamaya elverişli iken boğulma, yangın gibi kazâlar, bulaşıcı hastalıklar ve dış sebeplerle hayatın son bulmasıdır. Buradan bir insanın ölümüyle ilgili iki farklı ecel bulunduğu sonucunu çıkarmak doğru değildir. Olsa olsa bir insanın, ya tabîî veya ihtirâmî olmak üzere bir tek ecelinin olduğu söylenebilir. Bunlardan hangisi vukû bulmuşsa Allah’ın takdîr ettiği ecel odur; dolayısıyla diğerinin vukû bulması imkânsızdır. Kim nasıl ölürse ölsün ecel birdir, iki ecel tasavvuruna imkân yoktur. Kur’an-ı Kerim’e göre, “Hiçbir kimse Allah’ın yazılıp bir süreye bağlanmış izni olmadan ölmez.” Çünkü Allah’ın belirlediği zaman gelmeden ve O’nun izni olmadan hiç kimse ne yatağında ne de düşman saldırısıyla ölmeyeceği gibi O’nun belirlediği süreden fazla bir an bile yaşayamaz. Kişinin ömrü, sınırları yüce Allah tarafından belirlenmiş ve takdîr edilmiş bir zaman diliminden ibârettir. Âyetin, “yazılıp bir süreye bağlanmış” anlamındaki bölümü bunu ifade eder. Bu süre ne bir saniye ileri ne de bir saniye geri alınır. Bu ilâhî kanun –peygamberler dahil– bütün insanlar için aynı derecede geçerli olduğu gibi toplumlar için de geçerlidir. Bu sebeple savaş meydanından kaçarak ölümden kurtulmayı düşünmek yersiz bir davranıştır. Korkaklık ömrü uzatmadığı gibi cesâret de onu azaltmaz; o hâlde doğru olan, kişinin kendisi için belirlenmiş bu süreyi nasıl değerlendirmesi gerektiğini düşünmesi ve ona göre davranmasıdır. Nasıl olsa ecel birdir. Bize düşen, eceli beklemek midir, yoksa sağlığımızı korumak için de çalışmak mıdır? “Ecel-i müsemmâ” tabiri, insanların ölüm sürelerinin ne kadar olduğuna ilişkin bilginin Yüce Allah’ın katında olduğunu ifade eder. Hiçbir fânî bu süreyi bilemez. Bu sebeple sağlıklı bir hayat yaşamak için gayret sarf etmeliyiz. Bu konuda takip etmemiz gereken temel ilke; Allah’ın takdîri, kulun tedbîridir. Meselâ, coğrafî çevrenin ve şartların, canlıların sağlıklı yaşamları üzerinde son derece etkili olduğu herkesin malumudur. Bununla birlikte koruyucu hekimliğin tavsiye ve önerilerine riâyet etmek, gerektiği zaman doktora gitme bilincinde olmak ve bunu da bir alışkanlık haline getirmek önemlidir. Yine insan sağlığına olumlu yönde etki eden faktörlerin başında dengeli beslenme gelmektedir. Kur’an’a göre dengeli beslenme ile insan ömrü arasında yakın bir ilişki vardır. Bir âyette bu ilişki şöyle açıklanır: “Biz onlara ve babalarına iyi geçimlikler (metâ’) verdik. Ömürleri de uzadı.” Âyette geçen metâ’ kavramının zenginlik gibi anlamlar taşıması, insanın gelir düzeyine bağlı olarak yaşam standardının yüksek olmasını göstermesi bakımından ilginçtir. Günümüzün kalkınmış ülkelerinde geri kalmış ülkelere oranla ölüm yaş ortalamalarının binde 9–10 civarında düşük olması, fert başına düşen millî gelir ortalamalarının yüksek oluşunu gösterir. Biz insan ömrünün kısaltılıp uzatılmasını bilemeyiz. Bu tamamen Allah’ın takdîrindedir. Olayın bize bakan cephesi itibariyle, Allah ömrümüzü takdîrde bizim bireysel eylemlerimize dayalı tasarruflarımızı gözettiğini söyleyebiliriz. Nitekim sağlıklı yaşam konusunda tedbirli olmanın sünnete uygun bir davranış olduğunu Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şu hadislerinden anlıyoruz: “Allah’ın verdiği her derdin ve hastalığın devâsı, çâresi vardır, tedâvi olunuz.” Bu konuda her Müslüman tedbirli olmalı, takdîri Allah’a bırakmalıdır. Ayrıca, bulaşıcı hastalıklara karşı da önceden önlem almak gerekir. Bu hususta Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Bir yerde vebâ ve benzeri herhangi bulaşıcı bir hastalık olduğunu işittiğiniz zaman o yere girmeyiniz. Bulunduğunuz yerde böyle bulaşıcı bir hastalık varsa, oradan da çıkmayınız.” Bu karantina tavsiyesiyle birlikte İslâm tarihinde yaşanmış şöyle bir olay da aktarılır: Bir gün Hz. Ömer arkadaşlarıyla birlikte Şam’a gitmek üzere yola çıkar. Câbiye denilen yere geldiklerinde Şam’da bulaşıcı bir hastalık türü olan vebâ hastalığının ölüm saçtığı haberini alırlar. Arkadaşlarından bir gurup, “Allah’a tevekkül ederek Şam’a girelim, Allah bizi bu bulaşıcı hastalıktan korur. Sonra Allah’ın kaderinden kaçamayız.” deyince, Hz. Ömer, bu anlayışa şiddetli bir tepki gösterir. “Vebâ salgınının bulunduğu Şam’a girmeden geri döneriz.” deyince, “Allah’ın kaderinden mi kaçıyoruz ya Ömer?” şeklinde tepki alır. Bunun üzerine Hz. Ömer, “Evet, Allah’ın kaderinden kaçıp, yine Allah’ın bir başka kaderine sığınıyoruz.” diye karşılık verir. Bu olayda da gördüğümüz gibi, İslâm’ın rûhunu iyi kavrayan Hz. Ömer, burada, Cebriyeci zihniyetin fatalist görüşüyle hareket etmemiş, aksine insânî davranışlardan hareketle tedbir almayı öncelemiştir. Sonuç olarak Allah’ın hakkımızdaki takdîrinin yine bize kapalı olması hasebiyle, biz olgular dünyasındaki görülür eylemlerimizden sorumluyuz ve üzerimize düşenleri de yapmakla mükellefiz. Bu sebeple, nerede ve nasıl öleceğimizin takdîri Yüce Allah’a aittir. Biz kaliteli yaşam konusunda tedbir almaktan sorumluyuz, takdîr ve sonuç yüce Allah’a aittir. Ecel ise olgunun kendisidir. Ne şekilde ölünürse ölünsün, ecel birdir. Esas olan öte dünyaya yatırım yapmaktır.
Ramazan ALTINTAŞ
YazarKalem’e yemin eden Yüce Rabbimiz; yazı sanatını bütün sanatlardan üstün kılmış, Kur’an-ı Kerim’in muhafazasını da dünya tarihinde pek mühim bir suretle yazı sanatının baş tacı etmiştir. Fânî ömrün geç...
Yazar: Bekir AYDOĞAN
Büyük Selçuklu Sultanı Celaleddin Melik Şah; 6 Ağustos 1055,- 20 Kasım 1092 tarihleri arasında yaşamıştır. Unvanı Mu’izze’ddin Ebu’l-Feth olup, Türklere Anadolu kapısını açan Selçuklu Sultanı Alparsla...
Yazar: Resul KESENCELİ
Arapça bir kelime olan “kalb”, sözlükte, insanın yolunu ve elbisesini değiştirmesi gibi, bir şeyi bulunduğu hâlden bir başka hâle çevirmesi mânâsına gelir.[1] İnsan aklının değiştiriciliği gibi ...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
“DÜNYADAKİ BÜTÜN SANATLARIN BAŞ TACI YAZIDIR, İSLÂM YAZISIDIR, HÜSN-İ HATTIR.” Özgeçmiş 7 Mart 1953 tarihinde Erzurum’da Dünyaya geldi. Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne bir süre devam etti....
Yazar: Şerif Hamideddin TEKTAŞ