İttihatçıların Güdümünde Geçen Çöküş Yılları ve V. MEHMED REŞAD
Uzun süren şehzadelik döneminde serbest bir hayat yaşadı. Babası Sultan Abdülmecid ve amcası Sultan Abdülaziz saraydaki yaşantısına fazla müdahale etmediler. 27 Nisan 1909’da Osmanlı’nın 35. padişahı olarak tahta oturdu. Mevlevî Şeyhi Abdülhalim Çelebi Efendi tarafından kılıç kuşandırıldı. 64 yaşındaydı ve bir padişahlık beklentisi içerisinde bulunmuyordu. Bunu bir şiirinde şöyle açıklamıştı: Haberim yoktu olup bitmiş işlerden Mesneviler okuyordum oturup ezberden Bir de baktım ki, haber geldi bizim Enver’den İttihatçılar Eliyle Gelen Padişahlık Tahta çıkması aslında pek de normal bir şekilde gerçekleşmemişti. Çünkü İttihatçıların 31 Mart Vakası dolayısıyla çevirdikleri karanlık oyunlar ve askeri darbeyle, kardeşi Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesi sonucunda padişah olmuştu. Dolayısıyla hükümdarlığının ilk anlarından başlayarak İttihatçıların güdümü ve baskısı altında kaldı. Devlet yönetiminde fazla bir varlık ve otorite gösteremedi. Bazı şeylere üzülüp rahatsız olsa, düzeltmek istese de hem izin verilmedi hem de gücü yetmedi. Devletin geleceğini belirleyen önemli konular ve kararlarda görüşü dahi alınmadı, çok defa haberi bile olmadı. Yakınlarına sık sık; “Ben bu konuma layık değilim. Vatana hizmeti istediğim şekilde yapamıyorum. Bundan dolayı çok üzgünüm.” diyerek, içinde bulunduğu çaresizlik ve acziyeti itiraf ve şikâyet ederdi. Bir keresinde de böbreğinden ameliyat olmadan önce kıbleye dönüp ellerini açarak şöyle dua etmişti: “Ya Rabbi! Milletimin ve memleketimin geleceğini hayırlı eyle! Eğer milletim ve memleketim için zararlı olacaksam beni bu ameliyat masasından kaldırma! Ya Rabbi, Muhammed (s.a.v.) ümmetini ağlatma, bana da bu acıları çektirme!” Biraz yumuşak başlı olması da davranışlarını ve kendisine karşı sergilenen tutumları etkiliyordu. Bu da zaten İttihatçıların istediği bir durumdu. Kendilerine aman vermeyen Sultan Abdülhamid’in otoriter tutumu altında yeterince bunalmış, fazla bir şey yapamamışlardı. Bunun acısını, onun padişahlığı devrinde fazlasıyla çıkardılar. Şimdi meydan onlara kalmıştı; devlet ve ordunun dizginleri artık ellerindeydi. Sultan Reşad zamanında İttihatçılar yönetime iyice yerleştiler ve siyasi hâkimiyetlerini güçlendirdiler. Devlet, İttihatçıların siyasi hırsları ve hayalleri elinde maalesef oyuncak oldu. Kendileriyle birlikte, Sultan Reşad’ın hükümdarlık dönemini ve Osmanlı Devleti’nin geleceğini de berbat ettiler. Trablusgarp, Balkan ve I. Dünya Savaşları sırasında yaptıkları hatalar, acemilikler, boş hayaller ile koca Osmanlı Devleti’ni çöküşe sürüklediler. Hal böyle olunca, İttihatçıların attığı yanlış adımlardan ve yol açtıkları felaketlerden padişahın fazla bir sorumluluğunun olduğunu söyleyemeyiz. Sultanın Rumeli Gezisi ve Balkan Savaşı İttihatçılar, “kardeşlerimiz” dedikleri Balkan milletlerine o kadar safça inanıyor ve güveniyorlardı ki, bir gün birleşip Osmanlı’ya, hele de kendilerine savaş açacaklarına ihtimal vermiyorlardı. Öyle düşünmeselerdi, Abdülhamid Han’ın yıllardır Balkan milletleri arasındaki dini ve siyasi ayrılıkları körükleme politikasından vazgeçmez, arabuluculuk edip anlaşmazlıklarını çözmezlerdi. Balkan milletlerinin kötü niyet ve emeller beslediğini, Osmanlı’yı bu coğrafyadan atmak için fırsat kolladıklarını ve gizli gizli hazırlık yaptıklarını herkes biliyordu da, bir İttihatçılar bilmiyordu. Bu denli ağır bir gaflet içerisinde bulunuyorlardı. Sultan Reşad durumun farkındaydı, çok üzülüyordu; ama elinden bir şey gelmiyordu. Çünkü ipler tamamen İttihatçıların elindeydi. Haziran 1911’de çıktığı 22 günlük Rumeli gezisi de fayda etmemişti. Rusların eli her yerdeydi, Balkanları cadı kazanına çevirmişlerdi. Balkan milletlerini Osmanlı’ya karşı birleşmeye ve savaş açmaya kışkırtıyorlardı. Balkanlar barut fıçısına dönmüştü, her an büyük bir patlama yaşanabilirdi. Nihayet korkulan oldu: Bulgarlar, Yunanlılar, Sırplar ve Karadağlılar birleştiler ve Osmanlı’ya karşı savaş açtılar. İttihatçılar büyük bir şaşkınlık geçirmişlerdi. Güvendikleri dağlara kar yağmış, Balkan Kardeşliği bitmişti. Fakat Osmanlı ordusu berbat haldeydi. Zaten ordu namına bir şey kalmamıştı; İttihatçılar büyük bir kısmını “Modernleştiriyoruz, gençleştiriyoruz!” diyerek dağıtmışlardı. Ordu siyasi ayrılıklarla, iç çekişme ve düşmanlıklarla kaynıyordu. İttihatçı olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayrılmıştı. Emir-komuta, disiplin ve düzenden eser kalmamıştı. Bu orduyla savaşa girmek ve hele de başarı elde etmek imkânsızdı. Osmanlı’nın bölük pörçük olmuş, savaş sırasında bile siyasi anlaşmazlık ve husumeti bir kenara atamamış ordusu, ne acıdır ki Balkan kuvvetleri karşısında hiçbir varlık gösteremedi. Sonunda Osmanlı Devleti barış teklif etmeye mecbur kaldı. Mayıs 1913’te imzalanan Londra Antlaşması ile Balkanlar ve Rumeli’de elinde kalan bütün topraklarını Balkan Milletlerine kaptırdığını kabul etti. Biranda 160 bin kilometrekareye yakın toprağı elinden çıktı. Daha acısı da bu topraklarda yaşayan, yüzyıllardır Osmanlı’nın temsilciliğini yapan milyonlarca Türk ve Müslüman yetim ve sahipsiz kaldı. Büyük bir kısmı orada kalıp ölüm, zulüm, acı, gözyaşı, açlık ve sefilliğin her türlüsüyle kardeş oldu. Bir kısmı da yollara dökülüp sığınacak bir liman bulmaya çalıştı. Padişahtan Habersiz Girilen Cihan Harbi 1914 yılı Haziran ayında Avrupa’da büyük bir savaş ortaya çıktı. Alman ve İngiltere’nin başını çektiği İtilaf ve İttifak Devletleri kıyasıya bir savaşa girdiler. Savaşın esas sebebi, İngiltere ile Almanya arasındaki Avrupa ve dünya üzerindeki liderlik mücadelesi ile sömürge topraklarının paylaşım kavgasıydı. Bu yüzden savaş direk ya da dolaylı anlamda Osmanlı ile ilgiliydi; her an bu yangın bize de sıçrayabilirdi. Osmanlı’nın ne yapıp edip kendisini savaş dışında tutması lazımdı. Veya güçlü bir devletle ittifak etmesi gerekirdi. Fakat devleti yöneten İttihatçılar (özellikle de 23 günde yarbayken başkomutan vekili olan Enver Paşa) büyük bir Alman hayranıydılar. Enver Paşa, Almanların savaşı kazanacağına kesin gözüyle bakıyordu. Ona göre eğer Osmanlı, Almanların yanında savaşa girerse son savaşlarda kaybettiği toprakları geri kazanacak; her anlamda durumunu düzeltecek ve hatta yeniden dünya devleti haline gelebilecekti. Ama Enver Paşa’da bunları gerçekleştirebilecek tecrübe ve birikim yoktu. Henüz 33 yaşındaydı ve bir alaya bile komuta etmemişti. Silah arkadaşları bile kendisi hakkında şöyle diyorlardı: “Ordu ve ülkeyi idare edebilecek tecrübe ve kabiliyetten mahrum bir subay!” Çok sevdiği Almanlar dahi şu değerlendirmeyi yapıyorlardı: “Enver’in, askerlik esaslarına ve uygulamasına ait bilgisi yoktu. Askerlik kültürü yok; büyük yeteneğe sahip değil. Ama yine de kullanabiliriz!” Almanlar Enver Paşa’yı kullanarak kendilerinin istediği ve uygun gördüğü bir zamanda Osmanlı’yı savaşa soktular. Ülkenin ve ordunun tek hâkimi olarak gördükleri Enver Paşa üzerinden, Osmanlı’ya baskı yapmaya koyuldular. Osmanlı savaşa girer, Almanların imdadına yetişirse, savaş daha geniş alana yayılacak ve kendileri üzerindeki yük ve kuşatma zayıflayacaktı. 1 Ağustos 1914’te Sadrazam Said Halim Paşa ile Almanların İstanbul Büyükelçisi Wangenheim, gizli bir askeri antlaşmaya imza attılar. Anlaşma gereğince Almanya, Rusya’ya savaş ilan ederse; Osmanlı da Almanya’nın yanında savaşa girecekti. Bu anlaşmadan, Sadrazam, Enver, Talat ve Cemal Paşalar dışında kimsenin; Padişah Mehmed Reşad’ın bile haberi yoktu. Padişahın fikrini ve kararını alma ihtiyacı dahi duyulmadı. Çünkü hükümet, meclis ve halk, savaşa hazır olunmadığı gerekçesiyle tarafsız kalınmasını istiyordu. İttihatçılardan, bilhassa da Enver Paşa’dan başka savaş tarafı yoktu. Enver Paşa’ya göre bir koyup beş alacak, kaynayan aştan faydalanacaktık. Bu kaçırılmaz bir fırsattı; Almanlar 6-7 hafta içinde savaşı kazanacaklardı. Osmanlı, istemediği ve kaldıramayacağı bir savaşa, Almanların ayak oyunları ile Enver Paşa’nın saflığı ve ham hayalleri sonucunda zorla sürüklenmekten kurtulamadı. I. Dünya Savaşı, Osmanlı açısından tam bir felaket ve yıkım oldu. İttihatçılar, kaybettiğimiz toprakları tekrar kazanacağımızı hayal ederken, maalesef elimizde kalan son toprak parçası Anadolu’yu dahi kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kaldık. Koca Osmanlı Devleti siyasi ve askeri anlamda yıkılışın eşiğine geldi. Çanakkale Zaferi ve Sultan Reşad’ın Gazeli Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’nda en başarılı olduğu cephe şüphesiz Çanakkale idi. İngiltere liderliğindeki İtilaf Devletleri, çökmek ve savaş dışı kalmak üzere olan Çarlık Rusya’ya, acilen askeri ve ekonomik yardım götürmek için Çanakkale’ye yüklendiler. Çanakkale Boğazı’nı kolayca geçip İstanbul’u ele geçirmeyi ve Osmanlı’yı savaş dışı bırakarak topraklarını işgal etmeyi plânlıyorlardı. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Tam donanımlı ve güçlü düşman ordusuna karşı Osmanlı ordusu, büyük sıkıntılara ve imkânsızlıklara göğüs gererek savaştı. Kahraman askerlerimiz imanlarından ve milli-manevi değerlerinden aldıkları güçle düşmanın amansız taarruzlarını, sıradağları andıran bedenlerinde söndürmeyi başardılar. Arkada yüz binlerce şehit ve gazi bırakmak pahasına, İtilaf Devletlerine hiç unutamayacakları destansı bir vatanseverlik dersi verdiler. Yüz binlerce kahramanlık abidesi diktiler. Dinimiz, devletimiz ve vatanımızın varlığı ve geleceğini kurtarmak için bedenlerini sigortaladılar. Tarihin kaydettiği en büyük zaferlerden birini kazandılar. Padişah Mehmed Reşad da, kazanılan zaferi ve şehitleri hayırla yâd etmek ve Allah’a şükretmek üzere, o zamanlar çok meşhur olan ve başta Harp Mecmuası (11. sayının ilavesi) olmak üzere birçok yerli-yabancı gazete ve mecmuada neşredilen, başka dillere çevrilen ve hatta Kazım Uz tarafından Rast makamında “Duâ-nâme-i Hazreti Padişahî” adıyla marş olarak da bestelenen, şu güzel ve anlamlı Gazel-i Hümayun’u kaleme almıştı: Manzûme-i Garrâ-i Hazret-i Hilâfet-penâhî Savlet etmişdi Çanakkal‘aya bahr ü berden Ehl-i İslâmın iki hasm-ı kavîsi birden Lâkin imdâd-ı ilâhî yetişip ordumuza Oldu her bir neferi kal‘a-i pûlâd-beden Asker evlâdlarımın pişgeh-i azminde Aczini eyledi idrâk nihâyet düşmen Kadr u haysiyyeti pâmâl olarak etdi firâr Kalb-i İslâma nüfûz etmeğe gelmiş-iken Kapanıp secde-i şükrâna Reşâd eyle duâ Mülk-i İslâmı Hudâ eyleye dâim me’men Gazelin günümüz Türkçesine çevirisi ise şöyledir: “Müslümanların güçlü iki düşmanı birleşerek denizden ve karadan Çanakkale’ye saldırmıştı. Fakat Allah’ın yardımı ordumuza yetişti ve askerlerimiz çelik bedenli birer kale oldu. En sonunda, asker evlatlarımın azmi karşısında düşman acizliğini anladı. (Düşman askeri) İslam’ın kalbini (İstanbul’u) ele geçirmeye gelmişken şerefini ayaklar altına alarak kaçtı. Reşad! Şükür secdesine kapan ve Allah’ın İslam ülkelerini daima güvenli kılması için dua et.” Vefatı ve Dindar Kişiliği Sultan Reşad’ın padişahlığı, 9 yıl 2 ay 6 gün sürdü. Tahta çıkan en yaşlı padişah unvanına sahipti. 74 yaşındayken şeker hastalığı veya kalp yetmezliğinden 4 Temmuz 1918’de vefat etti. Eyüp Sultan’a gömülmesini vasiyet ederken dile getirdiği son istek şuydu: “Ebedi uykumu, su ve çocuk sesleri yanında uyumak isterim!” Cenazesi, Eyüp Sultan’da kendisinin yaptırdığı türbeye defnedildi. Dindar, yumuşak tabiatlı, iyi huylu, sessiz, nazik, babacan, merhametli, tutumlu ve hayırsever bir padişahtı. Halka karşı çok şefkatliydi. I. Dünya Savaşı’nın sıkıntılı günlerinde halkın yediği siyah ekmeği görünce başını öne eğerek hüngür hüngür ağlamıştı. Dini inançlarına ve değerlerine bağlılığı ziyadesiyle kuvvetliydi. Daha 13 yaşındayken Kur’an-ı Kerim’i hatmetti. Namazlarını ve diğer dinî ibadetlerini hiç aksatmazdı. Gündelik hayatına besmele çekerek ve dualar ederek başlardı. Ramazan aylarında büyük din adamlarının çeşitli konularla ilgili sarayda düzenledikleri Huzur Derslerini hiç kaçırmazdı. Hizmetini gören saray görevlilerinin dahi dindar olmalarına ve namazlarını düzenli şekilde kılmalarına azami hassasiyet gösterirdi. Bir defasında saraydaki çocuklara din dersi veren Safiye Hanım’ı çağırarak, şehzadelere uygulayacağı programa ve vereceği derslere dair önemli hatırlatmalarda bulundu. Şehzadelere önce temel dinî bilgileri vermesi ve Kur’an-ı Kerim’i hatmettirmesi, ondan sonra da diğer mektep derslerine başlamasını tembihledi. Ardından da şu mühim ikazları yaptı: “Namaz kılmayanlara, oruç tutmayanlara yedirdiğim tuz ve ekmeği haram ediyorum! Bu emrimi talebelere söyleyin.” Bunun üzerine Safiye Hoca, ders yaptıkları odanın kapısına şu yazıyı astı: “Namaz kılmayan, oruç tutmayan dershaneden içeri giremez!” Kur’an-ı Kerim ve dinî kitaplar okumaktan büyük zevk alırdı. Her gün sabah namazına bir saat önceden kalkar, abdest alıp evvela Kur’an-ı Kerim okurdu. Arkasından da Delailü’l-Hayrat ve Mesnevî gibi dini eserlerden bölümler okurdu. Bir Mevlâna aşığıydı ve en fazla da onun Mesnevî isimli eserini okurdu.
İsmail ÇOLAK
YazarMüderris Gözlüklü Hafız Ali Efendi, İzmir’in işgali sırasında, bir taraftan Faik Paşa Medresesi’nde talebe okuturken, bir taraftan da Eşrefpaşa semtinde gönüllü bir askeri birlik oluşturmuştu. Bu kuvv...
Yazar: İsmail ÇOLAK
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî (k.s.)’ye göre seyr-u sülûk (mânevî yolculuk) ilimdeki bir hareketten ibârettir. Düşük seviyeli ilim ve idrâkten yüksek seviyeli ilme, oradan da daha yükseğe ulaşmaktır.[...
Yazar: Necdet TOSUN
Üst üste 15 defa dünya şampiyonu olmuş Türk güreşçisidir. Türk güreş tarihinin en iri ve heybetli güreşçisi olarak kabul edilmiştir. Osmanlı Devleti zamanında yaşamıştır. Asıl ismi, Ali Nurullah ...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Osmanlı eğitim hayatında, mektebe yeni gelecek çocuklar için Bismillâh ile ilk okuma anlamına gelen “Bed-i Besmele” ve “Âmin Alayları” tertiplemek yüzyıllarca devam eden kadim bir gelenekti. Tahsil ve...
Yazar: İsmail ÇOLAK