İtikadımızda Takdir ve Tedbir İlişkisi
İslâm’ın temel inançlarından birisi kazâ ve kadere imân etmektir. Kader, Yüce Allah’ın ezelden ebede kadar olacak olan olayların, zamanını, mekânını ve niteliklerini bilmesidir. Yüce Allah’ın bilmesi hem yaratmak ve hem de belirlemek mânâlarına gelir. Kazâ da zamanı geldiğinde belirlenen şeylerin ortaya çıkmasıdır.
Kader, insanın sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Bu bağlamda insan; inanç seçimi, ibâdetleri yerine getirip getirmeme, adâlet ve ahlâkî değerlere uygun hareket edip etmeme, toplumun refahını artırmak için şartların iyileştirilmesi ya da değiştirilmesi gibi konularda özgür seçimler yapma hakkına sahiptir. Bu da onun sorumlu bir varlık olduğunu gösterir.
İslâm kelâmcılarına göre bu konular, yaratmak mânâsındaki kader-i muallâk alanına girmektedir. İnsan akıl ve hür irâde yetisine sahip bir varlık olduğu için kendisine sorumluluk yüklenmiştir. Zihnî yetenekleri yerinde olan (akıl-bilgi), düşünce yetenekleri sağlam (irâde), fizikî yetenekleri sağlıklı olan bir kimse eylemlerini özgür bir şekilde gerçekleştirebilir.
Nasıl ki bir toprağa atılan bir tohum, oluşum şartlarına (ısı, ışık, hava, hastalıklara karşı tedbir alma açısından ilaçlama, gübreleme vb.) sahip olduğu zaman filiz verirse, insan da yukarıdaki özelliklere sahip olduğu zaman özgür kararlar verebilir. İnsan değiştirilmesi imkân dâhilinde olan (cüz’î irâde alanıyla sınırlı) konularda self-determinizme sahiptir.
Eğer böyle olmasaydı; teklifte bulunmanın, günah ve sevâbın, cezâ ve ödülün, cennet ve cehennemin bir anlamı kalmazdı. Bütün bunlar cüz’î irâde sahibi olan insanın sorumluluk alanında kendi kaderini kendisinin tayin etme hakkına sahip olduğunu gösterir. Dolayısıyla sâlim akıl sahibi ve ergenlik çağına ulaşan kadın-erkek her insan, kendi özgür irâdesiyle yaptığı ihtiyârî fiillerinden sorumlu tutulur.
Şu âyetlerde insanın özgür ve sorumlu bir varlık olduğu açıkça anlaşılır: “Kim doğru yolu bulmuşsa, ancak kendisi için bulmuştur; kim de sapıtmışsa kendi aleyhine sapıtmıştır. Hiçbir günahkâr, başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe azap edici değiliz.”[1]; “Her nefis kazandığına karşılık bir rehindir”[2]; “İnsan için ancak çalıştığı vardır”[3]; “Allah, her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir”[4]; “Bu, dünyada iken kendi ellerinizle yapmış olduğunuzun karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına zulmetmez.”[5]
Bir de insanın irâde ve ihtiyârının dışında kalan hâdiselerle ilgili “belirlemek” mânâsına gelen kader vardır ki, buna da kader-i mübrem denilir. “Yeryüzünde vukû bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musîbet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır. Elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye (böyle yaptık). Çünkü Allah, kendini beğenip övünen hiçbir kimseyi sevmez.”[6] âyetlerinde olduğu gibi.
Bu âyetteki, Kitap, “yasalar ve kurallar” anlamına gelir. Tabiat olayları (fırtına, sel, deprem, gibi âfetler, hayat ve ölüm, güneş ve ay tutulmaları), kıyâmetin kopması, bir insanın anne ve babasını, dilini ve ırkını, cinsiyet ve akrabasını, coğrafya ve ecelini akıl ve fizikî yapısını seçememesi gibi durumlar kader-i mübrem, yani ızdırârî irâde kapsamı alanına girer.
Bütün bunlar küllî irâde alanında cereyân eder. İnsan bu alanlarda sadece tedbir alır, mutlak takdir yetkisi Allah’a aittir. Ya sebeplere sarıldık, tedbiri elden bırakmadık ve sonra da işi Allah’a havâle ettik, ama istediğimiz sonuç da gerçekleşmedi. Bu durumda ne yapmalıyız? İç huzurumuzu bozmadan hayatımızda imtihan diye bir boyutun olduğunu hesaba katmalıyız.[7]
Bazen bizim için kötülük gibi görülen musîbetler, belâlar, kılık değiştirmiş iyilikler gibidir. Çünkü yerine göre musîbetler, insanın ahlâkî alanda eğitilerek olgunlaşmasına, toplumların kendi tarihi ve medeniyet köklerine yeniden dönmelerine sebep olabilir. Bireysel ve toplumsal sorumluluklarımızı tam olarak yerine getirdikten sonra bize rağmen irâdemizin dışında başımıza gelen olumsuz olaylar karşısında şikâyet etmeden, sabretmeli ve Allah’a iltica etmeliyiz.
İnsan ancak özgür bırakıldığı alanda yapıp ettiklerinden sorumludur. İrâdesinin dışındaki olaylarda ise üzerine düşen görev, tedbir alıp, işi ilâhî takdîre bırakmaktır. Şüphesiz ki, Yüce Allah hem sebeplerin ve hem de sonuçların yaratıcısıdır. Ama Cenâb-ı Hak, öncelikle, sonuca varmak isteyen kimselerin üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmelerini istemektedir.
O, bu çalışmayı yapmadan, bir işten sonuç almak isteyenleri kınar: “Onlar ancak ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimse gibidir. Hâlbuki (suyu ağzına götürmedikçe) su onun ağzına girecek değildir.”[8]
Bu âyetin bize öğrettiği ilâhî gerçek, Allah’ın yasası, insanın, bizâtihî içme fiilini/eylemini yerine getirmesini şart koşuyor. Nitekim Kur’ân’da geçen başka âyetlerde de sebeplere tevessül etme emrediliyor. Bir âyette, savaşa çıkmadan önce, “Ey iman edenler! Hazırlığınızı görün.”[9]; bir başka âyette de; “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihat için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın.”[10] buyurulmaktadır.
Dikkat edilirse her iki âyette de tedbirli olmamız üzerinde duruluyor. Bunlar yerine getirilmeden salt Allah’ın yardımını beklemek sünnetullah’a aykırıdır.[11] Aynı durum başka alanlarda da geçerlidir. Meselâ, iyi insanlar yeryüzüne vâris olacaklardır.[12] Ahlâkî değerlerde çöküntü, bir milleti yok oluşa sürükler.[13] Ahlâkî değerleri içselleştiren milletler, tarihsel yürüyüşlerini sürdürürler.[14] Her türlü zulmün koyulaştığı toplumlarda, toplumsal bağlar çözüleceği ve güç kaybı meydana geleceği için çöküş süreci hızlanır.[15]
Diğer taraftan Allah’ın en yakın dostları olan peygamberlere bile, tedbirli olmak öğütleniyor. Şöyle ki, Hz. Mûsâ (a.s.) kavmi tarafından taşlanmakla/recm tehdit edilince, ona, “... O halde kullarımla geceleyin çıkıp git. Çünkü takip edileceksin.”[16] buyrularak ön mukaddimeleri yerine getirmesi isteniyor. Yine savaşta kılınan korku namazıyla ilgili olarak, “silahlarını alsınlar.”[17] şeklinde düşman karşısında her an, uyanık, hazırlıklı ve tedbirli olmak tavsiye edilmektedir.
Ayrıca biz, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in söz ve uygulamalarında da tedbire riâyet edildiğini görüyoruz. Meselâ, onun, hicret olayında yol güzergâhını değiştirerek mağaraya sığınması; devesini salıp, Allah’a tevekkül etmek isteyen bir Müslümana, “Önce deveni sağlam kazığa bağla, sonra Allah’a tevekkül et.”[18] buyurması, ilâhî takdîr fikrinden önce, tedbir almanın şart olduğunu ortaya koyar.
Onun rahle-i tedrisinden geçmiş sahâbeler de aynı yolu izlemişlerdir. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) orduyla Şam yakınlarındaki “Câbiye” denilen yere geldiğinde tâun hastalığının ölüm saçtığı haberini alınca girmekten vazgeçmesi üzerine, arkadaşlarından bazıları “Allah’ın kaderinden mi kaçıyoruz?” demelerine karşılık, onun; “Evet, Allah’ın bir kaderinden başka bir kaderine sığınıyoruz.” şeklinde karşılık vermesi[19], ilâhî takdîr fikrinden önce tedbîr almanın gerekli oluşunu ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir.
Netice, İslâm, insana irâde hürriyeti tanımış, bu irâdeyi sorumluluklarının temeli kılmıştır. Bu bağlamda akıllı, ergenlik çağına ulaşan ve irâde özgürlüğüne sahip olan her insan, âhirette inanç ve amellerinden sorguya çekilecektir. Buna göre kadere iman ve sorumlu tutulma birbirine aykırı değildir. Allah âdildir, kimseye zulmetmez. Her şeyin yaratıcısının Allah olması[20], bizim kötü ve yanlış işleri, sorumluluktan kaçarak Allah’a havâle etmemize ve faturayı ona kesmemize yol açmamalıdır.
Bu, kaderi ve ilâhî takdîr fikrini istismâr etmek olur. Ayrıca kader ve kazâya güvenip olumlu sonucun sağlanması ya da olumsuz sonuçların önlenmesi için gerekli sebeplere sarılmamak ve tedbîrleri almamak, İslâm’ın kader anlayışı ile bağdaşmaz. Allah her şeyi birtakım sebeplere bağlamıştır. İnsan bu sebepleri yerine getirirse Allah da o sebeplerin sonucunu yaratacaktır.
Bu da ilâhî kanundur ve bir kaderdir. O hâlde, İslâm’da kula öncelikle düşen görev tedbîr almak, sorumluluklarını tam olarak yerine getirdikten sonra sonucu Yüce Allah’ın takdîrine bırakmaktır. Böyle bir tavır, sorumluluk makamında olan herkes için geçerlidir.
[1] 17/İsrâ, 15.
[2] 38/Müddessir, 74.
[3] 53/Necm, 39.
[4] 2/Bakara, 182.
[5] 3/Âl-i İmrân, 182.
[6] 57/Hadîd, 22-23.
[7] Bkz. 2/Bakara, 155.
[8] 13/Ra’d, 14.
[9] 4/Nisâ, 71.
[10] 8/Enfâl, 60.
[11] 33/Ahzâb, 82.
[12] 21/Enbiya, 105.
[13] 17/İsrâ, 16.
[14] 24/Nûr, 55.
[15] 18/Kehf, 59.
[16] 44/Duhân, 23.
[17] 4/Nisâ, 102.
[18] Tirmizî, Kıyâmet, 60.
[19] İbn Sa’d, Tabakât, VII, 78.
[20] 6/En’âm, 102.
Ramazan ALTINTAŞ
YazarYüce Allah Nisâ Sûresi 135. âyette şöyle buyurmaktadır:“Ey iman edenler! Adâleti titizlikle ayakta tutan; kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şâhitlik eden kimseler olun. (...
Yazar: Mehmet SOYSALDI
17.yüzyıl şairlerinden Nâ’ilî’nin biyografisi, kendi Dîvân'ından elde edilen bazı verilere dayanır. Şairin hayatı hakkındaki bilgiler kısıtlıdır ve adı devrin önemli olayları içinde geçmemektedir. Şii...
Yazar: Hamit DEMİR
İki binli yılların başından itibaren bilgisayarın hayatımıza girmesiyle birlikte iş alanlarında ciddi bir değişim yaşandı. Önceleri daha fazla beden işçiliği varken teknolojinin her alana yayılmasıyla...
Yazar: Erol AFŞİN
Bilindiği gibi Hz. Peygamber (s.a.v.) hayattayken vahiy nâzil olmaya devam ediyordu. Sahâbe, amelî ve dünyevî konularda olduğu gibi îtikâdî konularda da kafalarına takılan her türlü soruyu sevgili Pey...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ