İSTANBUL’UN ŞAİR FATİH’İ
Bugün bilinen bir gerçek vardır ki o da bir ülkenin sosyal hayatıyla, siyasetiyle, ekonomisiyle edebiyatının at başı gidiyor olmasıdır. Devlet ne kadar müreffehse edebiyatı o kadar ihtişamlı; ne kadar zayıfsa edebiyatı da o kadar cansız ve soluktur. Bunu anlamak için uzaklara gitmeye gerek yok. Kendi öz tarihimize baktığımız zaman edebiyatla sosyal hayatın paralelliğini görebiliriz. Nitekim onlarca birinci sınıf şairin yetiştiği 16. asır, Osmanlı Devleti’nin de dünyanın zirvesinde bulunduğu bir dönemdi. Devlet-i âl-i Osman’ın, yabancıların deyimiyle “hasta adam” durumuna geldiği zamanlarda ise edebiyatımızın, şiirimizin ihtişamından çok şeylerin yittiğine şahit oluyoruz. Çağ kapatıp çağ açan ve İstanbul’u fethetmekle Hazreti Muhammed (s.a.v.)’in “Letüftehanne'l-Kostantiniyye.Vele ni'mel-emiru emiruha vele ni'mel-ceyşu zalike'l-ceyş./İstanbul elbette fethedilecektir, onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onun askeri ne güzel askerdir.” hadis-i şeriflerine mazhar olan Fatih Sultan Mehmed, çocuk yaştan itibaren kuvvetli bir ilim tahsili görmüştür. Onun yetişmesinde babası Sultan 2. Murad Han’ın büyük çabaları müessir olmuştur. Zira Sultan Murad, sarayının kapısını âlim ve şairlere açmış; saray, dolayısıyla Fatih, onların feyizleriyle farklı ve manevî atmosferler yaşamıştır. Padişah olduktan sonra da Sultan Mehmed Han gerek yerli gerekse yabancı ilim adamlarına, sanatkârlara iltifatlarda bulunmuş, onlardan hak ettikleri desteği hiçbir zaman esirgememiştir. Kudretli ve kuvvetli bir padişah, üstün niteliklerle donanmış bir kumandan olmasının yanında hassas bir ruh yapısına sahip olduğu bilinen Fatih, Avnî mahlasıyla az fakat adından söz ettirecek kadar şiir yazmış; Osmanlı padişahları arasında ilk divan sahibi olma hususiyetini kazanmıştır. Fatih’in divanı Ali Emirî Efendi tarafından bulunmuş ve Fatih Millet Kütüphanesi’ne bağışlanmıştır. Sultan olmasaydı daha kuvvetli bir şair olabileceği tahmin edilen Fatih Sultan Mehmed’in bilinen/bulunan çoğunluğu gazel olmak üzere, çeşitli nazım şekilleriyle yazılmış yetmiş küsur şiiri vardır. Şiirlerinde İstanbul’u fetheden bir sultan edasını bulmak mümkün değil. Genellikle bir kısmı tasavvufî özellikler taşıyan rindane gazellerle aşktan, sevgiden bahseden şiirler yazmıştır. Onun bu durumunu Prof. Dr. Âmil Çelebioğlu “Bir bakıma bu hususun, onun şahsiyetine uygun olduğu da söylenebilir. Zira o, maddî zevk ve sefaya bîgâne olan, hizmetlerini mânevî bir vazife telâkki eden bir hükümdardı. Umumiyetle aşktan, sevgiliden bahsetmesini, başka bir âlemi terennüm ederek bir dinlenme ve yaşanılan hayatın yorucu meşgalelerinden uzaklaşmak ihtiyacına, bir nevî mânevî bir hicret duygusuna bağlayabiliriz.”[i] şeklinde yorumlamaktadır. Avnî’nin şiirlerinde kahramanca, sultanca ve otoriter ifadelerin olmayışı, aslında onun hassas yapısını ortaya koymaktadır. Zira o, devlet yönetiminde ve cenk meydanında güçlü bir padişah ve asker; fakat insan ve kul olarak mütevazı bir yapıya sahip olmak gerektiğinin terbiyesini almıştır. Fatih’in şiirlerini incelerken bir tasnif gereği duyacak olsak, bu tasnifin önemli bir bölümünü aşkın insan üzerindeki yoğunluğu teşkil edecektir. Avnî, şiirlerinde cihana hükmeden bir padişahtan ziyade, kalabalıklar içinde yalnızlığı yaşayan bir garip âşıktır. Öyle ki derdini açabileceği hiçbir samimî dostu yoktur; üstelik sevgiliye olan aşkından dolayı da düşmanları çoğalmıştır. Aşk içinde kimi yâr idem kime hâlüm diyem Düşmen oldular senünçün dostum âlem bana Âşık, ayrılık belası ile ağlayıp inlediği zaman gözlerinden yaş yerine kan akmaya başlar. Ağlasa âşık belâ-yı hecr ile nâlân olup Gözlerinden akan anun yaş yerine kan olup Âşık, ölümden korkmaz. Nasıl ki Yûnus: Ölen hayvan imiş Âşıklar ölmez. hükmünde karar kılmışsa, Avnî de hakikî mânâda ölümü âşık için korkulacak bir durum olarak görmez. Âşıka dünyayı ve canını terk eylemek kolaydır; ama canandan ayrılış güçtür. Âşıka dünyâ vü can terk eylemek âsân olur Lîk cânân terkini itmek gelüpdür câna güç Fatih Sultan Mehmed Han, devrinin edebî sanatlarına, mazmunlarına, remizlerine hâkim bir şairdir. Onun, yaşadığı zamana göre, sade diyebileceğimiz Türkçe ile yazdığı birçok beyti, söz sanatları bakımından da zenginlik arz eder. Bunun için sadece iki beyit inceleyelim: Bir güneş yüzlü melek gördüm ki âlem mâhıdır Ol kara sünbülleri âşıklarının âhıdır (Yüzü güneş gibi parlak bir melek gördüm ki dünyaya ışık saçan bir ay gibidir. Onun kara saçları da âşıklarının ahlarıdır.) Meselâ bu beytinde Avnî, güneş, mâh (ay), sümbül, kara gibi kelimelerle tenasüp sanatı için güzel bir örnek sunuyor. Kara sümbül tamlaması ile istiare sanatı yapıyor. Beyitte güneş, ay gibi parlak maddelerle birlikte kara ve sümbül kelimelerinin kullanılması suretiyle tezat sanatı yapılıyor. Âşığın içi yangın yeridir. Çektiği ahlarla birlikte içindeki ateşler de âşikâr olur. Ah, dumanlıdır, karadır; bir yönüyle sevgilinin saçlarına, diğer yönüyle de kara bulutlara benzer. Saç şekil itibarıyla sümbüle benzer. Beytin biraz derinliğine inecek olursak Fatih’in sıradan bir şair olmadığını anlarız. Klâsik şiirimizde sevgilinin yüzü nurlu olduğu için İslâm’a; parlak olması hasebiyle Güneşe yahut Ay’a, kıymetli oluşu sebebiyle de hazineye benzetilir. Saç ise bu benzetmede kesreti/çokluğu ve kara rengi sebebiyle kâfire/küfre işaret ederken, yine kara rengi sebebiyle güneşin nurunu engelleyen buluta yahut şekli itibarıyla hazineyi beklediğine inanılan yılan yahut ejderhaya benzetilir. Bütün bu mazmunlar, istiareler bir arada düşünüldüğü zaman Avnî’nin beytinde gizlenen farklı bir manzara ile karşılaşabiliriz. Bâğ-ı âlemde yüzün mânendi bir gül isteyip Cüst ü cû edip gezer gül-zâr bülbül şâh şâh (Dünya bağında senin yüzünün benzeri bir gül arayan bülbül oradan oraya sıçrayarak, bütün dallarda seni gezer.) Bu beyit de aslında çok az şairin becerebildiği sanatlarla doludur. Bir defa en önce sesle anlam arasında güzel bir ilişki kurulmuştur. Beyte sadece bu açıdan bakmak bile Fatih’in sanatının yüceliği hakkında bize bir fikir verebilir. Bülbülün bağda dallar üstünde sıçrayıp gezmesini şâir, sevgili güzelliğinde bir gül aramasına bağlıyor. Beyitte bülbül kelimesini gördükten sonra “cüst ü cü” kulağımıza bülbülden bir nağme gibi gelmiyor mu? Şâh şâh kelimeleri de bülbül şakımasını hatırlatır mahiyette kelimelerdir. Ayrıca uzun süre aradığını bulamayan insan âh âh... ya da şâh şâh çeker ki, şâh kelimesi burada hem dal hem de sevgili, şâh anlamlarındadır. Avnî’nin gazelleri arasında dolaştığımız zaman bu türden nice güzel beyitlere rastlamak mümkündür. Netice olarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Fatih, padişah ya da İstanbul’u fetheden güzel bir kumandan olmasaydı bile, güzel söyleyişleri, taze buluşları ile Divan edebiyatımızın seçkin şairleri arasında yer alması mümkün olabilirdi [i] Prof. Dr. Âmil Çelebioğlu, Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları, İst. 1998. s. 182.
Vedat Ali TOK
YazarEy fahr-i rüsül pâdşeh-i ‘arş-ı cenâbKim zikrini ref’ içün nüzûl itdi kitâbBir nüsha-i hikmet-i ilâhîsin senŞerh itse n’ola sadrını Rabbü’l-erbâb“Ey bütün peygamberlerin padişahı, göğün efendisi! Kita...
Yazar: Vedat Ali TOK
Şeyyâd Hamza (13. yüzyılın sonu?-14. yüzyılın ikinci yarısı?)Senün aşkun kamu derde devâdur yâ RasûlallahSenün katunda hâcetler revâdur yâ RasûlallahSenün nûrun gören gözler ne ay gözler ne yılduzlarN...
Yazar: Vedat Ali TOK
"İnsan ara bul irfan ara bulDerman ara bul bîmâre gönlüm"Osman Hulûsi Efendi bu beytinde diyor ki; insan, yaratılışı itibarıyla çeşitli şeylere muhtaç dünyaya gelir ve bu ihtiyaçları bir ömür boyu dev...
Yazar: Vedat Ali TOK
Kapına geldiler ümmet MuhammedDilerler merhamet şefkat Muhammed Nebîlerle velîler bâb-ı Hak’daSeninle buldular kurbet Muhammed Cihâna Hak Teâlâ kıldı ihsânVücudun âyet-i rahmet Muhammed ...
Yazar: Vedat Ali TOK