İSLÂM’IN DEĞERLER ALANINDA GETİRDİĞİ ÖLÇÜ
Peygamberlik, Yüce Allah’ın kulları arasından özel olarak seçtiği ve görevlendirdiği bir elçiliktir. Bu bağlamda nübüvvet Allah vergisidir; kesbi değil, vehbidir. Nübüvvetin tarihinde Allah her toplumu aydınlatmak için peygamberler göndermiştir: “Her ümmetin bir peygamberi vardır.”[1] Bütün peygamberler, kendilerine gelen ilâhî bilgiyi içinde yaşadıkları topluma eksiltme ya da artırma yapmaksınız aynı şekilde ulaştırmışlardır.[2] Vahyi bilgiyi taşımakla birlikte, peygamberler aynı zamanda birey ve toplumun ihtiyaç duyduğu her konuda model olmuşlardır: “Andolsun, Allah’ın Rasûlü’nde sizin için Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için güzel bir örnek vardır.”[3] Diğer yandan peygamberlerin görevi; beşer aklının dinî ve dünyevî konularda idrak edemediği şüpheleri gidermek, dinî hükümleri tebliğ, tebyin ve temsil etmek, din ve dünya işlerinde insanların ihtiyaç duyduğu işleri açıklamaktır. İşte Yüce Allah şehirlerin anası olan Mekke ve çevresini İslâm’a davet etmek için Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)’i bütün insanlığa rahmet elçisi olarak göndermiştir. Onun risâlet görevi ile görevlendirilmesi karşısında zamanın Mekkeli seçkinleri büyük rahatsızlık duymuşlardır. Çünkü kendisine “risâlet” tacı giydirilen kimse, üzerinde, müşriklerin belirlediği kıstasları değil, Yüce Allah’ın gönderdiği ilahi dinin kıstaslarını taşıyordu. İslâm’da Değer Ölçüsü: “Takvâ” Bilindiği gibi İslâm öncesi Cahiliye toplumunda değerler; soy sop, zenginlik, iktidar, sosyal itibar gibi maddi, dünya ile ilgili geçici şeyler olarak görülüyordu. İslâm gelişiyle birlikte değerler algısını, tanımını ve tasavvurunu tamamen kökten değiştirdi. Hangi coğrafyada doğarsa doğsun, bütün insanlar hür, onurlu ve haklar bakımından eşit doğarlar. İslâmî bakış açısında böyle olan bir kimseyi köleleştirmek, ayrımcı muameleye tabi tutmak ve hukukî manada müstakil bir şahsiyet olarak tanımamak, ancak Cahiliye zihniyetinin bir ahlakıdır. Bundan dolayı İslâm, ilk günden itibaren cahiliye ile mücadele etmiş, Cahiliyenin kast sistemine dayalı ayrımcılığına karşı, hak katında insanların eşitliği prensibini getirmiştir. Çünkü insanlar; hayatta ve ölümde, haklarda ve borçlarda, kanun önünde ve Allah huzurunda, dünyada ve âhirette eşittirler. İslâm, insanların birbirlerine karşı herhangi bir üstünlük unsurunu doğuştan beraberlerinde getirdikleri hurafesini kesinlikle kabul etmez. Kur’an-ı Kerim’in getirdiği değerler sisteminde renklerin ve dillerin farklılığı, Allah’ın bir âyeti olarak nitelendirilmiştir.[4] Kur’an’a göre insanlar, aynı kökten gelmişlerdir.[5] Ontolojik anlamda bir farklılık söz konusu değildir. Bu konuda nebevî mesajın evrenselliğine ışık tutacak şu ilke çok önemlidir: “Allah sizin zenginliğinize ve fiziki şeklinize bakmaz; O, sizin gönlünüze ve davranışlarınıza değer verir.”[6] Dolayısıyla, etnik köken ve renk ayrımcılığı, insan hakları bakımından bir zulümdür. Bütün insanlar Allah’ın birer yaratığıdır ve hepsinin kökü bir olup Âdem’in çocuklarıdır: “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.”[7] İnsanların eşitliği prensibiyle ilgili olarak Hz. Peygamber (s.a.v.) de “Veda Hutbesi”nde; “Hepiniz Âdem’in neslindensiniz. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Arap’ın, Arap olmayanlar üzerinde veya Arap olmayanın Arap karşısında üstünlüğü yoktur. Bu üstünlük ancak Allah’tan korkmakla (takva ile) olur.”[8] buyurmuşlardır. Görüldüğü gibi vahyin ve nebevî mesajın söylemlerinde bütün insanlığı kucaklayacak düzeyde evrensel bir dil kullanılmıştır. İşte İslâm’ın değerler alanında getirdiği bu yeni bakış açısı, müşriklerin zenginlik ve kast sistemine dayalı değerler yargısını alt üst etti. Onlara göre, eğer peygamberlik değerli bir makamsa, Muhammed’e değil, Mekke ve Taif kabilelerinin en itibarlı kişileri arasında yer alan kimselere verilmeliydi. Çünkü onlar kendilerini hem içinde yaşadıkları topluma ve hem de Yüce Allah’a karşı müstağni görüyorlardı. Müstağnilik, insanın kendisini Allah’a muhtaç hissetmemesi olayıdır. İnsanın kendisini O’na ihtiyaç hissetmeme tavrı içerisine girmesine ve başkalarını küçük görerek tahkir etmesine “kibir”; bu sıfatı davranışlarına yansıtmasına “tekebbür”, kendisini büyük görme eylemine “istikbar”, seçkinci bir havaya girmesine de “müstekbir” denilir.[9] Mekke toplumunda Hz. Peygamber (s.a.v.)’in risâletine karşı çıkanlardan birisi de bu müstekbirlerin başında gelen Velid b. Muğire olup, o, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in risâletine küçümser bir eda ile şu eleştiriyi yöneltiyordu: “Ben dururken âyetler Muhammed’e mi indirilir? Halbuki ben Kureyş’in ulusu ve efendisiyim. Ebû Mes’ûd Amr b. es-Sakafî, Sakîf Kabilesi’nin seyyidi olduğu hâlde o bırakılıp da vahiy Muhammed’e mi gelecek? Biz iki beldenin büyükleriyiz.”[10] Bunun üzerine Allahu Teâlâ bu iki müstekbir hakkında şu âyeti indirmişti: “Bu Kur’an şu iki şehirden (Mekke ve Taif) büyük bir kişiye indirilseydi ya!’ dediler. (Ey Muhammed!) Rabb’inin rahmetini paylaştırmak onlara mı düşmüş? Dünya hayatında onların geçimliklerini biz paylaştırdık. Bir kısmı diğerini istihdam etsin diye kimini kiminden derecelerle üstün kıldık. Rabb’inin rahmeti onların biriktirdiklerinden daha hayırlıdır.”[11] Allah’a Din Öğretmeye Kalkanlar Yukarıdaki bu âyette dile getirilen müstağnilik, Yüce Allah’ın gönderdiği dinden hoşnut olmamak, aksine O’na din öğretmeye kalkışmaktır. Böyle bir haddini bilmezliğe karşı Yüce Allah Hz. Peygamber (s.a.v.)’e şu emri vermiştir: “Onlara şöyle söyle: ‘Allah’a dininizi mi öğretiyorsunuz? O Allah ki göklerde ne var, yerde ne varsa bilir. Allah her şeyi en iyi bilendir.”[12] İşte her şeyi en iyi bilen Yüce Allah insanlığa yol göstermek için rahmet elçisi Hz. Muhammed (s.a.v.)’i göndermiştir. Elbette “Allah peygamberliğini vereceği kimseyi daha iyi bilir.”[13] Çünkü peygamberlik Allah’ın uhdesindedir. Nübüvvet; hile, aldatma, desise gibi ahlak dışı yollarla elde edilecek bir müessese değildir. Aynı şekilde şahsî nüfuz, ırk ve soy farklılığı, mal, servet, dünyevi ve sosyal itibarla da nübüvvet kazanılamaz. Hz. Peygamber (s.a.v.)’e nübüvvet görevi verildiğinde, üstünlüğü mala-mülke, soya-sopa, kabileye bağlayan müşrik Mekke oligarşisi, neredeyse Hz. Muhammed (s.a.v.) yerine kendilerini peygamber ilan etmeye kalkışmışlardı. Onların bu kötü niyeti hem bir küstahlık ve hem de seçkinci bir dindarlık anlayışı idi. Kur’an Hz. Muhammet (s.a.v.)’in elçi olarak gönderildiği zaman onların bu kıskançlıklarını ve değerler alanında seçkinci tavırlarını bize niye anlatıyor? Çünkü bu ayrımcı ve dışlayıcı davranış modeli, sadece tarihin karanlık ve tozlu sayfalarında kalan bir arzu değil, her dönemde tekrarlanabilme potansiyeli taşıyan bir psikolojidir. Elbette bu psikolojiden biz Müslümanların çıkaracağı çok dersler ve ibretler vardır. Bir defa Hz. Peygamber (s.a.v.) hiçbir zaman değerler açısından sahabe arasında ayrıcalıklı bir siyaset (Very Important Person) izlememiştir. Bu konuyla ilgili onun hayatından birçok yaşanmışlık örneği verebiliriz. Mesela, bir defasında Mekke’nin ileri gelen seçkinleri Rasûlullah’a gelerek Müslüman olabileceklerini ama Müslüman olduklarında kendilerine ayrıcalıklı muamele yapılmasını şöyle diyerek şart koşmuşlardı: “Biz, kölelikten gelme yoksul Müslümanlarla aynı mekânda onlarla birlikte aynı safta bulunmak istemiyoruz. Biz gelince onlar çıkıp gitsin.” Bunun üzerine Yüce Allah: “Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam O’na dua edenleri (fakirleri, yoksulları), yanından kovma. Onların hesabından sana bir şey yok, senin hesabından da onlara bir şey yok ki onları kavasın. Eğer kovarsan zalimlerden olursun."[14] âyetini indirmişti. Böylece o gün statü farklılığından dolayı, sınıfsal ayrımcılığa, seçkinci dindarlığa gitmek isteyenlerin ayrımcı isteklerini boşa çıkarmıştı. Yine Hz. Peygamber (s.a.v.), bir gün Mescid-i Nebevî’de sahabeleriyle birlikte sohbet ediyor ve onlara su ikram ediyordu. Peygamber Efendimiz’i hiç görmemiş yabancı bir elçi, dışarıdan mescide girmiş, Rasûlullah’la görüşmek için mescitte oturan Müslümanların yanına yaklaşarak ayakta su dağıtan kimsenin kimliğini bilmediği hâlde Rasûlullah’a; “Bu kavmin efendisi kimdir?” diye sormuştu. Allah’ın Rasûlü de: “Kavmin efendisi onlara hizmet edendir.” buyurmuşlardı.[15] Bu rivayetten de anlıyoruz ki, Rasûlullah Efendimiz bir peygamber olmasına rağmen kendisine ayrıcalıklı muamele yapılmasını istememiş, sahabe ile birlikte zaman zaman aynı sofrayı paylaşarak yemek yemişler, birlikte oturup birlikte ağlamış ve birlikte sohbet etmişlerdi. Hatta Mescid-i Nebi’nin inşaatında bile kendisi bizzat sırtında kerpiç taşımıştır. Bu konularla ilgili onun hayatından birçok örnek anlatabiliriz. Sonuç olarak, İslâm her devirde Cahiliye zihniyetiyle mücadele etmiştir. Cahiliye sadece insanlık ufkunda bir dönem değil, bütün zamanları da içine alan bir durum ve konumdur. Mücadele edilmediği takdirde her zaman yeniden yeşerebilir. Çünkü Cahiliyenin özünde; şahsî kaprislerin ilahlaştırıldığı, Allah’a rağmen bir hayatın tercih edildiği, zayıfların ezildiği; sömürü, kavmiyetçilik, tarafgirlik, cinsiyet ayrımcılığı, kabile taassubu, dışlama, ötekileştirme, tahkir etme, zorbalık gibi her türlü hak ihlalinde bulunmanın mubah sayılması vardır. İşte İslâm, çiğnenen insan izzetini, yeniden rayına oturtmak için geldi. İyi olanı ibkâ, kötü olanı da iptal etti. Yüce Allah’a din öğretmeye kalkanların bu isteklerini kursaklarında bıraktı. Değer ölçüsü, olarak Allah’a karşı sorumluluk bilincini işaret etti. Takva dışındaki tüm imtiyazları “üstünlük” ölçüsü olarak tanımadı. Yüce Allah’ın rahmetini, kendilerini O’ndan bile üstün gören ve taksim etmeye kalkan despotlara da haddini bildirdi. Dini değerler alanında meydana gelen bütün bu inkılaplar karşısında biz Müslümanlara düşen görev, nerede ve hangi konumda bulunursak bulunalım, İslâm’ın getirdiği değerler sistemine hayatiyet kazandırmalı ve ölçü olarak takvayı almalıyız. [1] 10/Yûnus, 47. [2] 4/Mâide, 6. [3] 33/Ahzâb, 21. [4] Bkz. 30/Rûm, 22. [5] Krş. 4/Nisa, 1. [6] Müslim, Birr, 33; İbn Mâce, Zühd, 9. [7] 49/Hucurât, 13. [8] Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, (Çev. S. Mutlu-S. Tuğ), İstanbul, 1969, II, 66. [9] İsfehânî, Râgıb, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’an, İstanbul, 1968, s. 637. [10] İbn Hişam, Ebu Muhammed Abdülmelik, es-Sîretü’n Nebeviyye, Mısır: el-Halebi, 1936, s. 387. [11] 43/Zuhruf, 31-32. [12] 49/Hucurat, 16. [13] 6/En’âm, 124. [14] 6/En’âm, 51, 53. [15] Deylemî, el-Firdevs bi-Me’sûri’l-Hitâb, Beyrut, 1986, II, 324.
Ramazan ALTINTAŞ
YazarDinde, akıl sahibi olan ve ergenlik çağına adım atan kadın ve erkek her Müslüman, Allah’ın kendilerine yüklediği fiillerden sorumlu tutulmuştur. Bu âlemde hiçbir varlık başıboş değildir. Hayvanl...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
İnsan Arapça bir kelime olup "üns” ve "nesy” terimlerinin müşterek bir terkibidir. Üns yabanîliğin aksine; yakınlık, sevecenlik, ülfet ve alâka anlamlarına gelir.[1] Bu duygu insanın hemcinsleriyle v...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
İslâm’ın ilk yılları... Hz. Peygamber (s.a.v.)’ın alenî olarak İslâm’ı açığa vurduğu günlerdi. Hz. Ömer’in İslâm’la şereflendiğini gören Mekke müşrikleri infiâle ve telâşa kapıldılar. Derhal Mekke müş...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Bu makalemizde tezkiye kavramı ve bu kavramın mâhiyeti üzerinde duracağız. Sözlükte tezkiye; “, temizlemek, geliştirmek, feyizlendirip büyütmek, arıtmak, temize çıkarmak” gibi anlamlara gelir.[1] Dinî...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ