İSLÂM’DA DİN VE VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜ
Ensar… Mekke’den Medine’ye hicret eden muhâcirlere yardım eden Medineli Müslümanlara verilen bir isimdi. Mânâsı, “yardım edenler” demektir. İşte Ensar’a mensup olan Sâlim b. Avfoğullarından bir kişinin iki oğlu vardı. Bu çocuklar, Hz. Peygamber (s.a.v.) gönderilmeden önce Hristiyan olmuşlardı. Sonra bunlar yiyecek yüklenen bir Hıristiyan cemâati içerisinde Medine’ye geldiler. Babaları da bunlara gelip sürekli Müslüman olmaları için baskı yaptı ve “Siz Müslüman oluncaya kadar vallahi yakanızı bırakmam.” dedi. Onlar ise Müslüman olmaya yanaşmadılar. Nihâyet olayı Hz. Muhammed (s.a.v.)’a havâle ettiler. Ensar’dan olan zat, “Ey Allah’ın Elçisi! Gözlerimin önünde benim parçam ateşe mi girsin?” dedi. Bunun üzerine aşağıdaki şu âyet nâzil oldu.[1] “Dinde zorlama yoktur. Doğru, eğriden açıkça ayrılmıştır. Artık kim sahte tanrıları reddeder de Allah’a inanırsa kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah her şeyi işitir ve bilir.”[2] İnsanlar için din, ferdî ve sosyal bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç, son derece hayâtîdir. Aynı zamanda din, toplumu birleştiren ve bütünleştiren bir müessese olup, geniş kitlelerin ortak değer hükmüdür. Çağlar boyunca ilâhî dinler, insan topluluklarının hem ahlak ve hem de hukuk anlayışlarını oluşturmada, bir arada düzenli bir şekilde yaşamalarında önemli bir işlev görmüştür. İslâm bilginleri, dini, akıl sahiplerinin kendi istek ve irâdeleriyle tercih ettikleri bizzat hayır olan ve bir peygamber tarafından tebliğ edilen ilâhî değerler manzûmesi olarak tarif etmişlerdir.[3] Din ve vicdan özgürlüğü kişinin temel insan hakları arasında sayılır. Bu sebeple din ve vicdan özgürlüğü, kişinin hiçbir baskı altında kalmadan dini serbestçe seçme ve hiçbir müdâhaleye maruz kalmadan; öğrenme, öğretme, yayma, telkin etme, okutma ve dinin emirlerini yerine getirme gibi faaliyetleri de kapsar.[4] Bu tanımda da görüldüğü gibi din ve vicdan özgürlüğü, sadece vicdanlara havâle edilen bir inanç değil, ayna zamanda yaşama, yayma, kurumlaşma gibi uygulama tarzlarını da içine almaktadır. Dinin bir vicdan işi olduğunu, iman ya da inkâra zorlamanın olmadığını bize en iyi anlatan Bakara Suresi’nin 256. âyetidir: “Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır.” Bu âyete göre insanlara zorla dini kabul etmeleri için dayatmak İslâmî bir tavır değildir. Bütün İslâm bilginleri, imanın tamamen hür irâde ile ve gönülden gelen bir kabullenmeye dayalı bir gerçeklik olduğu hususu üzerinde konsensüs sağlamışlardır.[5] Zira iyi niyete, irâdenin tercihine dayanmayan ve gönülden benimsenmemiş bir dindarlık, din açısından inkârla eşit tutulan nifak anlamına gelir[6] ve fertte kişilik parçalanmasına yol açar. İslâm hiçbir zaman böylesi bir sonuca rızâ göstermez. İslâm, insanın tahkîke, araştırmaya yönelerek bir şeyi apaçık delilleriyle öğrenerek yakînî bilgiye ulaşmasını tavsiye eder. Öte yandan, birey ve toplumun dinin mâhiyeti ve hakîkati konusunda doğru bilgi anlayışına sahip olmadan tercihte bulunması sağlıklı bir seçim olmaz. İnsanın dinî seçimi konusunda özgürce irâde bayanında bulunabilmesi için akıl ve kalbinin önündeki engeller bertaraf edilmelidir. Bundan dolayı Yüce Allah insanı bilgilendirmek için kitap indirmiş, peygamber göndermiş, akıl vermiş ve yol göstermiştir. Bütün bu ilâhî bilgilendirmeler, insanın İslâm’ı seçimi konusunda şuurlu karar vermesine destek sağlamak içindir. Bu dünya hayatı, insanın hayır ve şerle, hidâyet ve dalâletle, hak ve bâtılla denendiği bir yerdir. Eğer Cenab-ı Hak isteseydi tekvînî irâdesiyle bütün kullarının otomatikman Müslüman olmalarını sağlayabilirdi. O zaman da imtihanın bir anlamı kalmazdır. Nitekim bu husus Kur’an’da şöyle açıklanır: “Eğer Rabb’in dileseydi yeryüzündeki insanların hepsi hakkı benimseyip iman ederdi. Yoksa sen inanmaları için zor mu kullanacaksın?”[7] Bu âyetten anlaşıldığı kadarıyla Allah insanların irâde özgürlüğüne müdâhale etmemektedir. İnsanın iman ve küfür, hidâyet ve dalâlet konusundaki tercihini ve irâde beyânını bizâtihî kendi kararına bırakmaktadır: “De ki: Hak Rabb’inizdendir. Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin.”[8] Bu durumda insan, irâdesini özgürce kullanabilmekte, zorlama ve baskıdan uzak olmaktadır. İslâm tarihindeki fetih hareketlerini, zorla toplumları Müslüman yapma girişimi olarak anlamak doğru değildir. Fetihlerin temel maksadı, fert ve toplumların inanç, düşünce ve vicdan hürriyeti bağlamında kalp ve akılları önündeki engelleri ortadan kaldırmaktır. Bu illâ da askerî cihad yoluyla olacak anlamına gelmez. Asıl cihad, ahlâkî ve düşünce alanında yapılandır. Bazı çevreler cihadın, inanç özgürlüğünü ortadan kaldırdığına dair daha çok şu âyeti delil olarak getirmektedirler: “Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.”[9] Bu âyette geçen “fitne”den maksat nedir? Kur’an sisteminde ele alındığında bu kavramın mânâsı inanç hürriyetini kısıtlamada her türlü tolerans düşüncesini ortadan kaldırıcı bir boyutta aşırı şiddet göstererek baskı uygulamaktır.[10] O zaman bu âyetin hedefi, evrensel ölçekte fiilî bir savaş ortamına girerek bütün insanlığa; ya ölümü ya da İslâm’ı seçmek gibi iki tercih hakkı tanımak değildir. Bu dinin mantıksal yapısına da aykırıdır. Eğer birileri, Müslümanları inandığı gibi yaşama özgürlüğüne müdâhale ediyor ve onları İslâm’dan ayırmak istiyorlarsa, bunun adı şiddet ve baskı uygulamaktır. İşte bu şiddet ve baskının asıl adı fitnedir. O takdirde Müslümanların bu fitne karşısında bir insan hakkı olan inanç özgürlüğünü savunmak fikri bir cihat olup bu da bir insan hakkıdır.[11] Çünkü toplumsal hayatta barışın korunabilmesi için buna ihtiyaç vardır. Zira tevhit, insanlık haklarının bir parçasıdır. İnsanlık hakları mutlak anlamda savunulmalıdır. O halde tevhit de savunulmalıdır. İslâmî literatürde tevhîdi savunmanın adına tebliğ denir. Tebliğ, ötekini tanımlama değildir. Başkasını tanımlama, aynı zamanda başkasına tahakküm etmektir. Tahakkümde ise hem müdâhale vardır, hem indirgemecilik ve hem de totaliterlik. Modernitenin özünü teşkil eden böylesi bir anlayış, ne ahlâkî ve ne de hukûkî bir ilke taşır. Tamamıyla ideolojik ve dayatmacıdır. Tebliğ, kendisini tanımlamadır. Ötekini tanımlama bir müdâhale ve asimile olur ki, işte asıl fitne budur. Bu fitne iki boyutludur. Birisi yukarıdaki âyette vurgulandığı gibi dışarıdan bir tanımlama ile kendi evreninde yer alan bireyin ve ümmetin hayat hakkına müdâhale, diğeri kendini tanımlar ve tanıtırken (tebliğ) yine dışarıdan engellerle yüz yüze gelerek kendisini hür bir şekilde anlatamamasıdır. Velhâsılı din, inanç ve uygulamadan ibarettir. Din özgürlüğü ise, inanç ve davranış özgürlüğüdür. Bundan dolayı, demokratik rejimlerde din ve vicdan özgürlüğü temel insan hak ve özgürlüklerinin en önemli parçasını oluşturur. Din ve vicdan hürriyetinin sadece anayasalarda teorik olarak var olduğu, ama uygulamada her türlü engelleyici ve kısıtlayıcı girişimlerin revaç bulduğu toplumlarda çoğulcu demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Burada yapılması gereken mücaâdele, insan hak ve hürriyetlerinin bir parçasını oluşturan din ve vicdan hürriyetinin sağlanması için gayret göstermektir. Din ve vicdan özgürlüğü insan olmanın, insan kişilik ve haysiyetinin ayrılmaz bir unsurudur. Bu bağlamda din ve vicdan özgürlüğü, kişinin hiçbir baskı altında kalmadan dini serbestçe seçme, öğrenme, öğretme, yayma, telkin etme, okutma ve dinin emirlerini yerine getirme faaliyetlerini içerir. Bu gerçek, uluslararası insan hak ve özgürlüklerine ait bütün hukûkî metinlerde açıkça belirtilmiştir. O halde hiçbir birey ya da toplum din ve vicdan özgürlüğünden mahrum edilemez. [1] el-Vâhidî, Esbâb-ı Nüzûl, s. 84. [2] 2/Bakara, 256. [3] Bkz. Tehânevî, M. Ali, Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn, Beyrut: Dâru Sâdır, ts., II, s.305. [4] Bkz. Servet Armağan, İslâm Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, Ankara: DİB Yayınları, 1987, s.118. [5] Fahreddin er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-Ilmiyye, 1990, VII, 13. [6] Bekir Topaloğlu, “İslâm’da Din ve Seçme Hürriyeti”, DİA, İstanbul: TDV Yayınları, 1994, IX, 332. [7] 10/Yûnus, 99. [8] 18/Kehf, 29. [9] 8/Enfâl, 39. [10] Râgıb el- Isfehânî, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’an, İstanbul: Kahraman Yayınları, 1986, s.559. [11] Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, V, 141-142.
Ramazan ALTINTAŞ
YazarTasavvuf târihinde, mânevî yolculuğun aşamalarını bütün detaylarıyla anlatan ilk sûfîlerden biri muhtemelen İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî(k.s.)’dir. Seyr-u sülûk (mânevî yolculuk), varlık mertebelerin...
Yazar: Necdet TOSUN
Hem Yetim Hem de Öksüz Bir Çocuğun Hayata Tutunma Çabası Osmanlı padişahlarının 36. sı (ve de sonuncusu), İslâm halifelerinin ise 115. si olan VI. Mehmed Vahdeddin (Vahîdeddin), 4 Ocak 1861’de İstanbu...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ
Gerçek dostluğun zayıfladığı, her şeyin yarar ve çıkar ilişkileri üzerine kurulduğu bir çağda yaşıyoruz. Öncelikle dostlukların samîmî ve sahih bir temel üzerine yeniden inşâ edilmesi gerekir. İ...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Sultan Vahdeddin içinde bulunduğu şartların zorlamasıyla vatanı terk etmek zorunda bırakılmıştır. Bir iç savaş çıkmaması, devletin ve hanedanın onur ve itibarını korumak amacıyla hicret etmiştir. Onu ...
Yazar: Bekir AYDOĞAN