İNSANOĞLUNU HOR GÖRMEMEK “HOŞ GÖREBİLMEK”
Tasavvuf; nefsi terbiye ederek ezeldeki birliğe ulaşılabilme yollarını gösteren, kötü ahlaktan insanı alıkoyan bir eğitim sistemidir. Tasavvuf, söz (kal) yolu değil hal (iyi ahlak) yolu, velayet (ilm-i ledün) vasıtalı bir yol olup, Hakikat adı verilen değişmezliğe ulaşmayı amaçlamaktadır. Tasavvuf; zihnini, gönlünü temizleyerek dünyevi meşguliyetleri atmak, elinde ne varsa dağıtmak, önüne dünya kokan ne çıkarsa çıksın ona yüz çevirmemektir. Yani zihni kötü düşüncelerden arındırmak, cömert olup başkalarına ikramda bulunmak, karşına hangi çeşit insan çıkarsa çıksın (iyi-kötü, güzel-çirkin, kadın-erkek, dinli-dinsiz) hepsine iyi gözle bakabilmektir. Tasavvuf, herkese dost olmak, kimseye yük olmamak, gül bahçesinin gülü olmak, diken olmamaktır. İbrahim Aslanoğlu bir makalesinde şu bilgileri verir:
“Tasavvuf, ilahî ahlakla ahlaklanmak, bencillikten kurtulup, kendisinden çok başkasını düşünmektir. Bir diğer anlamda tasavvuf sevgi ve aşk yoludur.” Nitekim Hz. Muhammed (s.a.v.) bir hadis-i şerifinde: “Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir ise Hakk’ı kabul etmemek ve insanları hor görmektir.”1 buyurmuştur. Allah, mutlak cemal ve kemal sahibi olarak her türlü güzelliğin kaynağıdır. İnsan, Allah’ı ne kadar tanırsa(marifeti artarsa) O’na karşı olan sevgi ve aşkı da o oranda artar.
Ebû Hüreyre (r.a.), Nebî (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
“Müslüman kardeşini hor görmesi kişiye kötülük olarak yeter.”2
Kendi gibi aslı topraktan yaratılmış olan insanın kendisi gibi bir başka insanı hor ve hakir görmesi, küçümsemesi, kendi küçüklüğü ve yanılgısının eseridir. Ancak maalesef bu beşerî zaaf ve yanılgı her devir veya her toplumda çeşitli şekillerde zuhur etmiştir.
Nuh (a.s.), milletini Allah’a inanmaya ve kulluğa çağırdığı zaman, kavminin ileri gelenleri, “Bizim ayak takımının sana uyduklarını görüyoruz. Sizin bize üstün bir tarafınız da yok...” diyerek inananları açıkça küçümserler. Hz. Nuh, bu seviyesiz horlamaları, bütün zamanlara örnek olacak tarzda şöyle cevaplar:
“Hor gördüğünüz mü’minlere Allah hayr/iyilik vermeyecektir diyemem. Kalplerindekini Allah bilir. Böyle bir şey söyleyecek olursam, o zaman zalimlerden olurum.”3
“İman edenleri (çevremden) kovamam... Ben onları kovacak olursam, Allah’ın intikamına karşı bana kim yardım edebilir?”4
Kur’an tabiriyle Hz. Nuh’un bu sözü Müslümanı imanından dolayı küçük görecek, horlayacak olanlara ne güzel cevaptır: “Hor gördüklerinize Allah hayır/iyilik vermeyecektir diyemem!”
İnananları Horgörmek Kibirliliktir
İnananları hor görmek, neticede onların inandıkları İlahî gerçekleri küçük görmeye, önemsememeye götürmüş ve neticede şeytanî bir yanılgıya düşmelerine vesile olur. Başkalarını hor ve hakir görmek, kendilerinde bir varlık vehmedip kibirlenmekten kaynaklanır. Ebedî mel’un şeytanın hatası da Allah’ın emri karşısında “Ben ondan daha üstünüm, beni ateşten onu topraktan yarattın”5 diye kibirlenmek suretiyle dünyanın en büyük hatasını işlemişti.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri bir beytinde âdemoğlunun hor ve hakir görülmemesi gerektiğini, onu koruyan, bağışlayan yüce Rabb’imizin rahmetinin merhametinin bol olduğunu şöyle dile getirir:
Hor hakîr bakma günâhkâr âdemoğluna beğim
Afv olur elbetde bir gün Tanrı’nın gufrânı var6
(İnsanoğlu günahkâr olsa bile, yani çok günah işleyen biri olsa bile hor ve hakir görülmemeli, ona kötü nazarla bakılmamalı. Allah’ın rahmeti gazabını geçtiğine göre affeden, bağışlayan Rabb’imizin mağfiretinin büyüklüğü karşısında her şey küçüktür.)
Hz. Mevlâna‘ya göre insana saygının ilk basamağı onu hor görmemek, ikinci basamağı da ona hizmet etmektir. O, insanı kendi ölçü ve kabullerinin onayından geçtikten sonra değil, insan olduğu için sever ve hizmetine muhatap kılar. İnsana saygının bir uzantısı olan hizmet, Mevlâna‘da karşılıksız hizmettir. Böyle bir hizmete hazır olmayan, insana yol gösteremez, sonsuzluk rehberi olamaz. O şöyle seslenir: “Biz rüşvet ve para padişahı değiliz, paramparça olmuş gönül hırkalarını diker yamarız biz.”
Mevlâna, “A yoksul! Hiçbir insanı hor görme! diyerek bütün insanları kucaklamak ister.”7
Konstantiniye (İstanbul)’den bir bilgin rahip vardı. Mevlâna’nın bilimini, yumuşaklığını ve alçak gönüllüğünü duymuş ve ona âşık olmuştu. Mevlâna’yı görmek üzere Konya’ya geldi. Diğer rahipler onu karşılamaya geldiler. Yolda Mevlâna’ya rastladı ve ona 3 defa secde etti. Secdeden başını kaldırınca Mevlâna’nın da secde etmekte olduğunu gördü. Bunun üzerine rahip, elbiselerini yırttı ve: “Ey dinin sultanı, benim gibi zavallı ve kirli birine karşı gösterdiğin bu ne alçak gönüllük ve kendini hor görmektir?” dedi. Bunun üzerine Mevlâna, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in şu hadisini söyledi: “Ne mutlu o kimseye ki, Tanrı onu malla, güzellikle, şerefle ve saltanatla rızıklandırdı ve o şerefi ve alçak gönüllüğü ile kendini hor görmektedir.” Sonra ilave etti: “Tanrı kullarına karşı nasıl alçak gönüllülük göstermeyeyim ve niçin kendi küçüklüğümü belirtmeyeyim. Eğer bunu yapmazsam, neye ve kime yararım.”8
Tasavvufta herkesi kendinden üstün göreceksin ki, içindeki gururu, kibri yok edip, olgun insan olma yolunda mesafe kat edebilesin. Eğer kendini herkesten üstün görürsen, kendini düzeltme ve olgunlaştırma yönünde bir adım dahi atamaz, ruhsal anlamda en küçük bir geliştirme gösteremezsin. Tasavvufta, gururlu ve kibirli olmaya şeytan bir örnektir. Başlangıçta meleklere hocalık edecek kadar bilgi ve fazilete sahip olan şeytan, kendi üstünlüğünü dile getirerek Hz. Âdem’e secde etmeyi reddetmiş ve sahip olduğu bütün meziyetleri kaybederek çok aşağı bir dereceye düşmüştür. Bunun için mutasavvıf, bu ibret verici örneği daima göz önünde tutmak zorundadır. Mevlâna’ya göre insan sadece dışını değil ondan daha fazla içini temiz tutmalıdır. Ancak o zaman olgun bir insan olabilir.9
Hoşgörmek Gönül Kazanmaktır
Tasavvufî telâkkide insanlar arasındaki ilişkilerin karşılıklı anlayış ve hoş görü içerisinde gönül kazanmaktan geçmesi esastır. Çünkü Allah kullarını can ve gönülle istenen bütün keremlere eriştirir. Gönül her dosttan bir gıda ile gıdalanır her bilgiden bir lezzet alır. Ama insanın gerçek gıdası nûr-ı ilâhidir. Gönlü olgunlaştırmanın yollarından biri de diğer gönüllere değer vermektir. Onları hor görmek ve yıkmak en büyük günah; yapmak ise en büyük sevaptır.10 Mevlâna der ki: “Senin bir saman çöpü kadar değer vermediğin yıkık gönül, arştan da üstündür, kürsüden de, levhden de, kalemden de. Hor bile olsa gönlü hor tutma, o horluğu ile gene de pek üstündür. Yıkık gönül Allah’ın baktığı varlıktır. Onu yapan can ne kutludur. Kırılmış, iki yüz parça olmuş gönlü yapmak Allah katında hacdan da, umreden de değerlidir. Sen her kılında iki yüz dil olsa da söylesen gönül gene anlamaz.”11
Yunus Emre’de der ki:
Bir kez gönül yıktın ise/ Bu kıldığın namaz değil, Yetmiş iki millet dahi/ Elin yüzün yumaz değil
Gönül Çalab’ın tahtı/ Çalap gönüle baktı /İki cihan bedbahtı/ Kim gönül yıkar ise.12
Hacı Bektaş Velî’nin gönül kazanmak, hor görmemek gibi güzel huyları bezenmenin önemine işaret eden ahlâkî ilkelerini anlayabilmek için, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye adlı eserindeki şu tavsiyelerine kulak vermek gerekmektedir: “Herkese şefkat gözüyle bakmalısın. Hiç kimseyi küçümseme! Dış görünüşünü süsleme! Çünkü dışı süslemek içi harap eder. Halkla mücadele etme! Kimseden kimsenin sırrını isteme! Kimseye hizmet buyurma! Dünya ile onun izzeti ve devleti ile gururlanma! Çünkü senin gönlün her zaman hüzünlü, vücûdun hasta, gözün ağlar, amelin hâlis, duân iniltili, elbisen eski, arkadaşın derviş, sermayen başarı, evin mescit ve yoldaşın yüce Allah olmalıdır.”13
O, gönlünü tevâzû süpürgesiyle süpürmüş, ayırt etmeyi, dışlamayı, horlamayı gönlünden tamamen temizlemiştir. Allah’ı; sevgi ve şefkatin, esirgeyicilik ve bağışlayıcılığın kaynağı olarak bilen ve kalbini Allah sevgisi ile dolduran Hacı Bektaş Velî, Besmele Tefsiri adlı eserinde Allahu Teâlâ’nın Hazreti Muhammed (s.a.v.)’e şöyle buyurduğunu nakleder: “Ey benim Habîb’im! Mü’minlere söyle, gönül evini tevâzuluk süpürgesiyle süpürsünler. Hırsın, cimriliğin, düşmanlığın, hainliğin ve kıskançlığın çerini çöpünü çıkarsınlar. Sonra kötü işlerinden dolayı pişman olsunlar. Pişmanlık suyuyla sulasınlar. Sonra deniz halısını (tevhid, hakîkat seccadesi) sersinler. Muhabbet sofrasını döşesinler.14
Yazımızı bitirirken kibrin insanı nasıl hüsrana uğrattığını yine bir Kur’an kıssasıyla özetleyelim:
Karun’un Cehenneme Girme Sebebi
Yüce Rabb’imiz, Kur’ân-ı Kerim’de, Allah’a ve insanlara karşı kibirlenip böbürlenmesi (bağy etmesi) sebebiyle helak olan ve cehenneme giren Karun’u olumsuz bir örnek olarak insanlığın idrakine sunar: “Karun Musa’nın kavminden idi. Kavmine karşı böbürlenerek onlara zulmetmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Onun kibirlendiğini gören kavmi kendisine şöyle demişti: ‘Şımarma! Allah şımaranları sevmez! Allah’ın sana verdiği bu servetle âhiret yurdunu kazanmaya çalış. Dünyadaki nasibini de unutma. Allah sana nasıl iyilik ettiyse, sen de başkalarına iyilik et. Yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışma. Allah fesatçıları sevmez.’ Karun: ‘Ben o serveti kendi bilgimle kazandım’, dedi. Karun bilmiyor mu ki, Allah daha önceki zamanlarda kendinden daha güçlü, taraftarı daha fazla nice nesilleri helâk etti. (Neler yaptıkları bilindiği için) günahkârlardan günahları sorulmaz bile. Bir gün Karun bütün debdebesiyle kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar: ‘Karun’a verilen keşke bize de verilseydi! Doğrusu o çok şanslı adam’, dediler. Bilenler ise: ‘Yazıklar olsun size! İman edip iyi işler yapanlara Allah’ın vereceği sevap daha değerlidir. Bu mükâfata ise ancak sabredenler kavuşur’, dediler. Sonunda biz onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Allah’a karşı ona yardım edecek bir kimse bulunamadı. Kendisi de kendini savunup kurtaracak durumda değildi.”15 Hz. Musa’nın (a.s.) akrabası hatta amcaoğlu olduğu rivayet edilen Karun’un bu ibretli macerası, Allah’ın kendisine lütfettiği nimetlere şükretmeyen, o nimetleri gerektiği şekilde kullanmayan, aksine bu nimetlerle kibirlenen, kendini beğenip böbürlenen kimseler için sayısız derslerle doludur.
Dipnot
1. Süleyman Uludağ, “Aşk”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.4, İstanbul 1994, s. 11.
2. 5/Maide, 54
3. 9/Tevbe, 24
4. İmam-ı Gazâli, İhyâ’u ulûm’iddin, (Ter. Ahmet Serdaroğlu), Bedir Yay., C. 4, İstanbul 2002, s. 542
5. İmam-ı Gazali, İhya, C.4, s. 536
6. İmam-ı Gazali, İhya, C.4., s. 537
7. Uludağ a.g.m., s. 12.
8. A. E. Afifi, “İbn Arabi”, İslâm Düşünce Tarihi,(Terc. Mustafa Armağan.) C. II, İstanbul 1990, s. 28. Ayrıca Bkz: Mahmut Kaplan, Gönül ve Aşka Dair, Nasihat Yayınları, Ank., 2012, s.68-70.
9. Yunus Emre Divanı II, Tenkitli Metin, Haz. Mustafa Tatçı, Ankara 1990, s.139.
10. Kaplan, Gönül ve Aşka Dair, s. 74.
11. Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Divân-ı Hulûsi-i Darendevi, (Haz: Prof. Dr. Mehmet Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, İst., 2013, s. 149.
12. 57/Hadid, 23.
13. İmam-ı Gazâlî, İhyâ, C. 4, s. 441.
14. Ayten Doğru, Yusuf Hakîkî Baba’nın Hayatı ve Tasavvufi Görüşleri, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri Anabilim Dalı Tasavvuf Tarihi Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Kayseri, 2014, s. 190.
15. Ayten Doğru, a.g.e, s. 220.