İNSANLIK MERDİVENİ
"Hz. Mevlânâ gözümüzün önünde uzun bir insanlık
merdiveni canlandırıyor. Bu öyle bir merdiven ki¸ bir
başı meleklerin bile üzerinde. Buna karşılık alt kısmı¸
hayvanlardan bile daha aşağılara inmekte."
Ey birâder tu hemi endişeî
Mâ-bekâa üstühân u rişeî
"Ey kardeş! Sen bütünüyle akıl¸ fikir ve düşüncesin. Geri tarafınsa kemikten ve damardan ibaret."
Sevgili okuyucu! Bazen kendisini beğenmiş biri için; "Kendisini dünyanın merkezi sanıyor!" dendiğini duymuş olmalısın. Hakikatte bu sözün sen de dâhil herkes için geçerli olduğunu hiç düşündün mü? Hakikatte hepimiz ben merkezli bir dünyada yaşamaz mıyız? Bir pergelin sabit ayağı gibi her şey kendimizden başlayıp uzağa doğru genişlemez mi? Bir koza gibi dünya¸ bu ben çekirdeğimiz etrafında örülmez mi? Herkes bir benlikle yaratıldığına göre bu durum ayıplanacak bir şey olmasa gerek. Ama garip olanı insanın her şeyden fazla önem verdiği ve ben dediği kendi öz varlığını tanıma konusundaki şaşırtıcı tembelliği... Her iki kelimede bir tekrar ettiğim bu benliğim nasıl bir benliktir? Onun ve mensubu olduğu insan türünün bu varlık denizindeki yeri ve değeri nedir? Benliğimin mükemmel bir ben haline gelmesinin yolu nereden geçer? İşte bu sorular¸ gelmiş geçmiş bütün medeniyetlerin en temel sorularıdır. Zira bir kültür veya medeniyeti oluşturan diğer bütün kavramlar¸ bu çekirdek sorulara verilen cevaplar etrafında örülür¸ şekil kazanır. Bu yüzden denebilir ki her yeni medeniyet; özde¸ insanın ve insanlığın yeni bir tarifidir ve diğerlerinden bu yönüyle ayrılır. O halde¸ insanın bu varlık denizindeki yerini ve değerini bilmek için -Merhum S. Ahmet Arvasi'nin Kendini Arayan İnsan isimli eserinde yaptığı gibi- varlık âlemini gözümüzde çokluktan azlığa¸ değersizden değerliye doğru piramit şeklinde bir yapı olarak canlandıralım. Sonra bu dört katmanlı piramidin en geniş olan alt ayağına cansızları¸ onun üzerindeki ikinci katmana bitkileri¸ üçüncü katmana hayvanları yerleştirelim. Nihayet incelip daralan tepe noktasını da insana ayıralım. Böylece insan¸ bütün maddi âlemi ayaklarının altına almış; başını göklere doğru uzatmış olsun. Bu sembolik yerleştirme¸ onun aynı anda hem yerlerin kurdu ve hem göklerin çocuğu olduğunu¸ madde ve madde ötesinin onda buluşup kucaklaştığını göstersin. Şimdi benzetmemizin bu noktadan sonrasını Hz. Mevlânâ'ya bırakalım:
Nerdübanhâyist pinhân der-cihân
Pâye pâye tâ inân-ı âsüman
Her gürührâ nerdübâni diğerest
Her revişra âsümâni diğerest
Her yekî ez hâl-i diğer bî-haber
Mülk-i bâ-pehnâ vü bî-pâyân u ser
In der-ân hayran ki o ez çîst hoş
V'ân der-în hîre ki hayret çîsteş
"Bu cihanda göğe kadar basamak basamak yol bulan gizli merdivenler vardır. Her topluluğun merdiveni başka ve her gidişin göğü başkadır. İnsanların her biri yekdiğerinin halinden habersizdir. Çünkü burası geniş bir memleket¸ ucu bucağı olmayan bir yerdir. Onun hoşluğu nedir diye bu ona şaşırmada; o ise bunun şaşırmasına hayret etmede."
Görüldüğü gibi Hz. Mevlânâ gözümüzün önünde uzun bir insanlık merdiveni canlandırıyor. Bu öyle bir merdiven ki¸ bir başı meleklerin bile üzerinde. Buna karşılık alt kısmı¸ hayvanlardan bile daha aşağılara inmekte. Bu benzetmeden anlaşıldığı gibi diğer bütün varlıkların varlık piramidinde ait oldukları katman da¸ değer de sabit. Sözgelimi; kötü bir melek ya da iyi bir şeytan düşünebilir miyiz? Elbette hayır. Buna mukabil bir insandan söz ederken; "Melek gibi adam" ya da "Şeytanın teki" gibi ifadelerimiz hiç de yadırganmaz. Demek ki her bir insan¸ kendi derecesine göre şeytanla melek arasındaki o uzun merdivenin bir basamağındadır. Diğer taraftan normal bir merdivende insan kendi üstünde olanları fark eder ve daima daha üst basamaklara yükselmek için çaba harcar. Hâlbuki -kimsenin kimseyi anlamadığı Babil kulesine benzeyen- bu merdivende durum farklıdır. Her insanın anlayış kapasitesi¸ ilmi¸ irfanı ve mizacı farklı olduğundan herkesin herkese hayret ettiği tuhaf bir merdivendir bu.
Peki¸ ama insanın bu merdivendeki derecesi¸ ait olduğu basamak neye göre değişmektedir? O¸ bu konuda şu mealdeki bir hadisi şeriften hareket ediyor: "Hak Teâlâ melekleri yarattı ve onlara akıl verdi; hayvanları yarattı ve onlara da şehvet verdi. Sonra Âdemoğullarını yarattı ve onlara hem akıl hem de şehvet yükledi. İnsanlardan kimin aklı şehvetine galip gelirse o melekten üstündür; kimin de şehveti aklına galip gelirse o da hayvanlardan aşağıdır."(4/59) Görülüyor ki Hz. Mevlân⸠insanı bütün kusurlarıyla birlikte takdis eden hümanist anlayışın aksine onu hadiste bildirilen ulvî değerleri temsil ölçüsünde değerli ya da değersiz buluyor. Bu noktada Mevlânâ da dâhil bütün sufilerin şu ikileminden söz edebiliriz! Bir tarafta yaratılan her şeye¸ yaratanın hatırı dolayısıyla duyulan sevgi¸ diğer tarafta ise hak edişe dayalı bir seçkincilik
Yukarıdaki hadisin manzum tercümesi sayılabilecek aşağıdaki dörtlük¸ bu anlayışı özetlemektedir:
Ademîzâde turfa ma'cûnist
K'ez ferişte vü ez hayvan
Ger bedân meyl miküned kem ezîn
Ver bedîn meyl miküned bih ez-ân
Dörtlüğün serbest tercümesi şu: İnsanoğlu ne tuhaf bir karışımdır! O bir tarafıyla melek¸ öbür tarafıyla hayvandır. Eğer hayvanlığa meyl ederse¸ hayvan mı olur? Hayır! İradesini kullanmadığı ve insanlığın kadrini düşürdüğü için hayvandan daha aşağı dereceye düşer. Peki¸ melek yönüne meyl ederse? Bu sefer de o melekten daha yücelere yükselir. Zira insanda melekte olmayan¸ adına nefs dediğimiz bir ayak bağı vardır. Nitekim bu engeli aşan Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Mirac'ta ulaştığı yakınlığa Cebrail (a.s.) dâhil hiçbir melek ulaşamamıştır. O halde insan olmak ne büyük bir risk ve ne büyük bir potansiyel!
İkili Yapım ve Değerim
Yukarıdaki hadis-i şeriften ve dörtlükten anlaşıldığına göre bizde melekî ve şeytanî özellikler; can ve ten¸ akıl ve şehvet gibi ulvî ve süflî hasletler bir araya gelmiş bulunuyor. Yani eskilerin camiü'l-ezdad dedikleri bir yapıdayız. Mevlânâ'ya göre Allah'ın bu zıtları birleştirmesinde bir hikmet vardır. Ruhsuz beden cansızdır¸ ama ruh da bedensiz bir iş yapamaz. Ne tek başına su baş yarabilir¸ ne de toprak. Ama toprakla suyu karıp kerpiç yaparsan bir adamın başını yararsın. Yine de sonunda her şey aslına döner; yani kerpicin toprağı toprağa gider¸ suyu da suya. Bizim de aynı anda hem ulvî hem de süflî olana meyletmemiz¸ yaratılışımızdaki her unsurun kendi aslına çekmesinden dolayıdır. Dolayısıyla biz bu halimizle aşağıda tarif edilen bir kuşa benzemekteyiz:
Can küşâyed sûy-ı bâlâ bâlihâ
Derzede ten der-zemin çengalhâ
Yani: "Can kuşu yücelere kanat çırpmakta; gözü yerde olan ten ise zemine tırnaklarını geçirmiş."
Kuşun değeri gövdesinden değil kanadından gelir. Yükselebildiği kadar değerlidir kuş. İşte Mevlânâ'ya göre¸ bedeniyle pek küçük ve değersiz olan bizi bütün âlemin en kıymetli unsuru haline getiren şey de içimizde taşıdığımız o mana¸ ötelere duyduğumuz o özlemdir:
Pes be-sûret âlem-i asgar tuyî
Pes be-ma'nâ âlem-i ekber tuyî
"Görünüşte bu âlemde en küçük şeysin sen¸ ama taşıdığın mana bakımından en büyük âlem sensin." O halde sen bu halinle en büyük saygıya layıksın. Oysa:
Eblehan tazim-i mescid mikünend
Der-cefâ-yı ehl-i dil cidd mikünend
"Ahmaklar kul eseri olan mescide saygı gösterir de Cenab-ı Hakk'ın en değerli eseri olan gönlü yıkmaktan çekinmezler."
Hz. Mevlânâ bedenin canla ilişkisi ve bunların değer bakımından mukayesesi hakkında eserinin başka bir yerinde de şunları söylüyor:
"Beden canla gelişir¸ günden güne büyür; fakat can gitti mi bedene bir bak¸ ne hale gelir? Bedeninin ancak bir iki arşın boyu vardır; fakat canın¸ ta göklere ağar¸ gökleri dolaşır. Can düşünmeye başladı mı a yüce kişi¸ Bağdat'a¸ Semerkant'a dek yol¸ yarım adımdan ibarettir. Can¸ bedenin sakalına¸ bıyığına aldırmaz; fakat beden¸ can olmadıkça bir leştir¸ aşağılık bir şeydir." (4/73)
Edebiyatımız; taşıdığı can ışığı ve mazhar olduğu ilahi nefha cihetiyle insanı yücelten beyitlerle doludur. Ama bunların belki de en güzeli ilhamını Mevlânâ'dan alan Şeyh Galib'in aşağıdaki mısralarıdır:
Bir şulesi var ki şem-i cânın
Fanusuna sığmaz âsumanın
Bu sine-i berk-âşiyanın
Sinâ dahi görmemiş nişanın
"Bu can mumunun öyle bir yalımı¸ öyle bir parlayışı var ki şu gökyüzü fanusuna bile sığmaz. Gerçi Tûr-i Sin⸠Cenâb-ı Hakk'ın tecellisine mazhar oldu olmasına ama o bile ardı arkası kesilmeyen tecelli yıldırımlarının yuvası olan âşık sinelerinin yanına yanaşamaz."
Bu bahsi¸ yine Şeyh Galib'in insanın değerini anlatan şu nefis mısralarıyla bitirelim:
Ey dil ey dil niye bu rütbede pür-gamsın sen
Gerçi virâne isen genc-i mutalsamsın sen
Secde-fermâ-yı melek zât-ı mükerremsin sen
Bildiğin gibi değil cümleden akdemsin sen
Ruhsun nefha-i Cibril ile tevemsin sen
Sırr-ı Haksın mesel-i Isi-i Meryemsin sen
Hoşca bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen
"Ey gönül¸ bu kadar gam¸ bu derece hüzün de neyin nesi! Gerçi sen ten bakımından bir viranesin ama mazhar olduğun ilahi tecelli bakımından¸ tılsımlı bir hazinesin. Sen¸ meleklerin bile kendisine secde etmesi emredilmiş yüce bir varlıksın. Öyle bildiğin filan gibi değil¸ sen¸ değer bakımından bütün yaratılmışların üstündesin. Zira ruh denen ilahi bir nefha taşıyorsun ve bu ruh Cibril'in Hz. Meryem'e üflediği ruhun ikizi. O ruhun eseri olan Hz. İsa¸ nasıl Hakk'ın sırrı ise sen de -ruh cihetiyle- ona denk bir sırsın. Kendini küçümseme ve değer vererek bak. Çünkü sen bu âlemin varlık sebebi¸ özü¸ aslı¸ mayasısın. Şayet bu kâinat -şekil bakımından- bir göze benzetilirse sen de onun bebeğisin¸ gören kısmısın."
Cihan OKUYUCU
Yazar“Yaratılanı yaratandan ötürü sevmek” mefhumu, insanlara genel manada güzellikleri telkin eder. Yaratılmışların en şereflisi olan insan elbette ki, “ahsen-i takvim” olduğu için fıtrî olarak da, cismî o...
Yazar: Musa TEKTAŞ
"Güneşi öven aslında kendini över¸ gözlerinin gördüğünü göstermiş olur. Güneşi yerense aslında kendi gözlerinin kusurunu anlatır."Hz. Yusuf (a.s.)'un yüz güzelliği Allah vergisi. Ama onun iç gü...
Yazar: Cihan OKUYUCU
15 Temmuz’da köprüye yürüyenler arasındaydık. Bir hafta sonra kızımın düğünü vardı ve biz düğün hazırlıklarıyla uğraşırken, hiç aklımıza gelmezdi böyle bir gecenin yaşanacağı. O akşam çocuklarla Çeng...
Yazar: Raziye SAĞLAM
Sultan I. Ahmed, 18 Nisan 1590 günü Manisa’da doğdu. Babası Sultan III. Mehmed, annesi Handan Sultan’dır. Çok mükemmel bir tahsil gördü. Arapça ve Farsçayı mükemmel derecede konuşurdu. Ok atmak, kılıç...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE