İNSANIN İNSANLIĞINI KEMİREN HASET KURDU!
Arapça’da zi’b kelimesiyle karşılanan kurt, Kur’ân’da Yûsuf Sûresi’nde üç kere geçer. Yûsuf’u kıskanan kardeşleri, onu babalarından uzaklaştırmak için bir plan yapıp kuyuya atmak için anlaşırlar ve Yûsuf’u bir geziye götürmek için babalarından izin isterler. Hz. Yakub, “Siz farkına varmadan onu kurdun yemesinden korkarım.” diyerek bir anlamda onların aklına “kurt yedi” fikrini düşürür. Gerçekten de gezi dönüşü kardeşler, “Bir kurt onu yedi.” diyerek gelirler. Âyetlerde kıssanın bu kısmı şöyle anlatılır: “And olsun ki, Yûsuf ve kardeşlerinin olayında, soranlara/istekli olanlara nice ibretler vardır. Hani Yûsuf’un kardeşleri: ‘Biz birbirimize bağlı bir topluluk olduğumuz hâlde, Yûsuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevimli, doğrusu babamız açık bir yanılgı içerisindedir. Yûsuf’u öldürün veya onu ıssız bir yere bırakıverin ki babanız size kalsın; ondan sonra da iyi kimseler olursunuz.’ demişlerdi. İçlerinden biri, ‘Yûsuf’u öldürmeyin, onu bir kuyunun derinliklerine bırakın. Böyle yaparsanız yolculardan onu bulup alan olur.’ demişti. Bunun üzerine ‘Ey babamız! Yûsuf’un iyiliğini istediğimiz hâlde, onu niçin bize emniyet etmiyorsun? Yarın onu bizimle beraber gönder de gezsin oynasın, biz onu herhâlde koruruz.’ demişlerdi. Babaları, ‘Onu götürmeniz beni üzüyor; siz farkına varmadan onu kurdun yemesinden korkarım.’ demişti. And olsun ki, biz kuvvetli bir toplulukken kurt onu yerse, biz âciz sayılırız, demişlerdi. Yûsuf’u götürüp bir kuyunun derinliklerine bırakmayı kararlaştırdılar. Biz ona, kardeşlerinin bu işlerini kendileri farkına varmadan haber vereceksin, diye vahyettik. Akşamüstü ağlayarak babalarına geldiklerinde, ‘Ey babamız! İnan olsun biz yarış yapıyorduk; Yûsuf’u eşyâmızın yanına bırakmıştık; bir kurt onu yedi. Her ne kadar doğru söylüyorsak da sen bize inanmazsın.’ demişlerdi. Üzerine başka bir kan bulaşmış olarak Yûsuf’un gömleğini de getirmişlerdi. Babaları: ‘Sizi nefsiniz bir iş yapmaya sürükledi; artık bana güzelce sabır gerekir. Anlattıklarınıza ancak Allah’tan yardım istenir.’ demişti.”1 Yûsuf, kardeşlerinin gözünde babalarına daha sevimli idi. Bu da onların Yûsuf’u kıskanmalarına sebep olmaktaydı. Burada bir baba olarak Hz. Yakub’un çocukları arasında ayrımcılık yapması düşünülemezdi. Ancak Yûsuf, her bakımdan farklıydı, güzeldi ve özeldi. Her baba gibi Yakub da onu ayrı ve özel seviyordu. Bu durum, aynı evde sorumluklarını yerine getiren çocuğunu, diğer sorumluluklarını ihmal eden çocuklarından ayrı ve özel seven bir anne babanın durumundan farksızdı. Anne baba çocuklarından küçük olanlara ayrı bir özen ve sevgi gösterirler. Bu da son derece tabii bir şeydir. Nitekim büyük çocuklar da küçükken benzer sevgi ve ilgiyi görmüşlerdi. Yûsuf ve kardeşi Bünyamin, aynı anneden doğmuşlardı ve anneleri onlar küçük yaşta iken vefat etmişti. O ikisi öksüzdü, bu yüzden babanın onlara ilgi ve sevgisi fazlaydı. Hz. Yakub, diğer evlatlarında görmediği alicenaplığı ve doğruluğu Yûsuf’ta görmekteydi.2 Yûsuf’un küçük yaşta gördüğü rüyanın tabirinden onun ileride büyük bir adam olacağını düşünüyor, bu yüzden onu özel seviyor, onun üzerinde titriyordu. Kardeşler, Yûsuf’u kıskanacakları yerde, Yûsuf gibi olmaya çalışıp babalarının sevgisini kazanmaya çalışsalardı daha hayırlı olurdu. Ama onlar öyle yapmadılar, Yûsuf’a haset ettiler ve onu devre dışı bırakmak istediler. Kardeşler, aralarında konuştular, kıskançlık gözlerini bürümüştü, onu öldürmeyi bile düşündüler. Sonunda bir kuyuya atma konusunda anlaştılar. Böylece ondan kurtulacaklardı. Yaptıklarının yanlış olduğunu biliyorlardı. Ancak her yanlış yapan gibi düşünüyorlar, bir günahtan bir şey olmaz, hem sonra tevbe eder, iyi insanlar oluruz diyorlardı. Onlar kuyuya bırakmakla, oradan geçen yolcuların Yûsuf’u çıkarıp götüreceklerini düşünüyorlardı. Onlar, ayrımcılık yapıyor diye babalarını suçluyorlardı, ancak Yûsuf’u cezâlandırmaya teşebbüs ettiler. Çünkü babalarına yapabilecekleri bir şey yoktu. Sonuçta hem Yûsuf’u üzdüler, hem de babalarını. Yûsuf’u kuyuya atmakla da kendileri günah bataklığına yuvarlanmış oldular. Babaları Hz. Yakub’dan, Yûsuf’u istediler. Hz. Yakub, peygamber olduğu hâlde, kardeşlerin planlarını fark edemedi. Çünkü o da bir insandı ve Allah bildirmezse, gaybı bilemezdi. Sonunda Yûsuf’u onlara emanet etti, onlarla birlikte geziye gitmesine izin verdi. Hz. Yakub, oğlu Yûsuf’un başına bir şey gelmesinden çok korkuyordu. Sonuçta korktuğu başına geldi. Çünkü çoğu zaman kişiye korktuğu şey insanın başına gelirdi. Yine o, çocuklarına, “Korkarım ki onu kurt yer.” diyerek ipucu da vermişti. Bir hadislerinde peygamberimiz bizleri şöyle uyarmaktadır: “İnsanların akıllarına kötü şeyleri düşürmeyin, sonuçta onlar yalan söylemeye yeltenirler. Nitekim Yakub’un oğulları, kurdun insanı yiyebileceğini bilmiyorlardı. Babaları onlara, ‘Korkarım ki onu kurt yer.’ dediğinde onlar bunu öğrendiler ve akşam döndüklerinde bu hileye başvurup yalan söylediler.”3 Yûsuf’u kurt falan yemedi, ancak onların içlerini kemiren haset kurdu Yûsuf’un kuyuya atılmasına sebep oldu. Yûsuf’u kurt yemedi, ama onların haset kurdu, onların pek çok sâlih amellerini yedi bitirdi. Tıpkı hadiste belirtildiği gibi: “Hasetten uzak durun, zira haset, ateşin odunu yediği gibi, amelleri yer bitirir.”4 Marifetnâme yazarı Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın şu tesbiti mânîdârdır: “Âlemde yaratılan her çeşit hayvanın şekil ve suretlerinin numûneleri insanda da vardır. Mesela kibir kaplana benzer, saldırganlık ve yenmek aslana, haset kurda benzer. Nitekim Hz. Yakub, ayrılıktan önce rüyasında, kendi evlâdının, kardeşleri Yûsuf’a olan hasetlerinden yedi kurt sûretinde Yûsuf’a saldırdığını görmüştü. Onun için oğulları ona, ‘Onu bizimle gönder.’ dediklerinde ‘Korkarım onu kurt yer.’ diye cevap vermişti.5 Gönülden gazabın sûreti köpek, hilenin sûreti tilki, gafletin sûreti tavşan, şehvetin sûreti eşek, oburluğun sûreti koyun, tamahkârlığın sûreti karınca, cimriliğin sûreti fare, kinin sûreti deve, düşmanlığın sûreti yılan… Diğer huyların sûreti de diğer hayvanlara benzer… Çünkü insan büyük geçit ve mazhar-ı küllîdir. O hâlde bütün hayvanların sûretleri ve kâinatın şekilleri onun dış ve içinde sûret bulup teşekkül etmiştir.”6 Köpek cinsinden bir hayvan sayılan kurt, ulumasıyla meşhur, dumanlı havayı seven saldırgan ve yırtıcı bir hayvandır. Aç bir kurt bir seferde 9-10 kilogram et yiyebilir. Bunun için dilimizde, “Aç kurt, aslana bile saldırır.” denmiştir. İnsan niçin haset eder?: Yüce Allah’ın kulları arasındaki taksimindeki hikmetini göremez. Nimetlerin asıl sahibinin Yüce Allah olduğunu bilmez ve nimet sahiplerine haset eder. Hâlbuki nimetlerin asıl sahibi Yüce Allah’tır ve O, nimetlerini kulları arasında dilediği gibi paylaştırır. O’nun her eyleminde olduğu gibi, bu taksiminde de hikmet vardır. Mü’mine düşen bu hikmetleri görmeye çalışmaktır. O, dilediğine çok verir, dilediğine ölçülü verir. Ama O’nun her eylediğinde sayısız hikmet vardır. Kimi insanlar için nimet, şükür ve kulluk sebebi olurken; kimileri için azgınlık ve taşkınlık sebebi olabilir. Onun için her zaman O’ndan hayırlısını istemek gerekir. İnsan istediğini nimetin asıl sahibinden istemelidir. O’nun hazinesinde nimetler bitmez tükenmez. Her varlığa sayısız nimet veren, istenildiğinde isteyene verir. Onun için O’na güvenip dayanmalı ve O’ndan istenmelidir. Haset ve gıbta farkı: İnsan makam/mansıba, mala/variyete düşkündür. İnsan, başkasında gördüğü variyete, makam mansıba imrenebilir, kendisinde de o nimetlerin olmasını isteyebilir. Haset, bir nimeti elinde bulundurandan alınıp kendine verilmesini istemektir. Yahut haset, yalnızca bende olsun, başka kimsede olmasın; benim olmuyorsa başka hiç kimsenin olmasın anlayışına kapılmaktır. Gıbta ise, imrendiğimiz bir şeyin bizde de olmasını istemektir ki, bu caizdir. Nitekim hadiste şöyle buyrulmuştur: “Şu iki şey gıbta edilmeye değerdir: Bir adam ki Yüce Allah ona bol mal vermiştir, o da onu hayır yolunda harcar. Yine bir adam ki kendisine ilim-hikmet verilmiştir, o da onunla amel eder.”7 Haset, günah; gıbta ise hayırda yarıştır. Hasetten kurtulmanın yolu: Bütün nimetlerin asıl sahibi Yüce Allah’tır. O, nimetlerini kullarına dilediği gibi dağıtır. O’nun dağıtımında sayısız hikmetler vardır. Kim olursa olsun, herkese ve her şeyde var olan nimetin asıl sahibi olarak Yüce Allah’ı görmek gerekir. Nimetleri asıl O’ndan istemek gerekir. O’nun hazinesinde herkese yetecek kadar sayısız ve sınırsız nimet vardır. O, birine bir şey vermişse bu, O’nun takdiridir. O, fiillerinde aslâ sorgulanamaz. Bir nimeti kıskanma, bir anlamda ilâhî takdîre/paylaşıma rızâ göstermeme demektir. Onun için, paylaşımı olduğu gibi kabul etmeli, “Ondan alınsın da bana verilsin, onun olmasın da benim olsun” gibi bencil düşüncelerden uzak durmalıdır. Haset etmekle, nimet kıskanılan kimseden alınmayacak, ona bir zararı da olmayacaktır. Asıl zarar haset edende kalacaktır. Haset sahibini yiyip bitirecek, onu meşrû olmayan yollara sevk edecek, ona günah kazandıracak, işlediği sâlih amellerinden kazandığı sevapları tüketecek, sonuçta Yüce Allah’ın takdîri olacak, haset eden kişi istediği nimetlere de erişemeyecektir.
Ali AKPINAR
YazarTasavvuf, gönül ve aşk yoludur. Bu yola muhabbetle, sevgiyle gidilir. Tasavvuf; ezelden ebede; âşıkların, sâdıkların, salihlerin yoludur. Kendi varlığından geçebilenleri irfan ile kemale ulaştırır. Ta...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE - Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK Muhammed Seyfüddin (k.s.), 1055/1645’te Sirhind’de doğdu. Babası Muhammed Masum’dur. Lakabı Muhyi’s-Sünne’dir (Sünneti canlandıran). Kur’an-ı Ke...
Yazar: Halil İbrahim ŞİMŞEK
Kur’ân-ı Kerim, bütün insanlığa hayat düsturu olarak gelmiş, Yüce Allah’ın son evrensel mesajıdır. O’nun Peygamberi de bütün insanlığa gelmiş son evrensel elçidir. Bu konu, âyetlerde şöyle ifade edili...
Yazar: Ali AKPINAR
Hayat düsturumuz Kur’ân, bu dünya hayatının temel esaslarını belirlemek için gelmiştir. Kur’ân, bazılarının sandığı gibi âhiret işlerini düzenlemek için değil, bu dünya işlerini düzenlemek için gelmiş...
Yazar: Ali AKPINAR