İnsanın İki Bilgi Kaynağı: Akıl ve Vahiy
Dünyayı yaratan ve eşsiz nimetlerle donatan Yüce Allah, onu insanın emrine vermiştir. Bu nimetlere karşılık olarak insandan istediği, yaratıcısını tanıyıp ona iman ve kulluk yapmasıdır. Allah insanı yarattıktan sonra yaratıcısını tanıyabilmesi ve ibadet yollarını öğrenebilmesi için onu kendi başına bırakmamıştır. Rehber olarak insanlar arasından seçtiği bazı üstün nitelikli kullarını peygamber olarak görevlendirmiştir. Onların insanlara neyi ve nasıl anlatacaklarını da gönderdiği kitaplarla göstermiştir. Peygamberler Allah’tan bu kitabı, “vahiy” denilen özel bir yolla alırlar. Aslında her insan Allah’ın kendisine bahşettiği en önemli nimet olan akıl ile diğer yükümlülükleri bilemezse de, Allah’ı bulabilir. Ancak yüce Allah bununla yetinmeyip rahmetinin bir eseri olarak insanlara vahiy yoluyla da bilgi aktarıp yol haritasını göstermiştir. Allah insanların iman ve ibadet etmesini istemekle birlikte bu konuda onları zorlamamıştır. İki önemli bilgi kaynağı olan akıl ve vahyi onlara bahşettikten sonra kendilerine irâde vermiş ve serbest bırakmıştır. Dileyen iman yolunu seçip mü’min olacak, dileyen ise inkâr yolunu seçip imansız kalacaktır. Yüce Allah’ın bu serbestliği verdiği, ilgili bir âyette şöyle ifade edilir: “De ki: ‘Hak, Rabb’inizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.’ Biz zâlimlere öyle bir ateş hazırladık ki, onun alevden duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. (Susuzluktan) feryâd edip yardım dilediklerinde, maden eriyiği gibi, yüzleri yakıp kavuran bir su ile kendilerine yardım edilir. O ne kötü bir içecektir! Cehennem ne korkunç bir yaslanacak yerdir.”1 Dünyada garip bir yolcu olan insanın doğru yolu bulması sağlam rehberlere bağlıdır. Rehberler ne kadar güvenilir ve çok olursa yanlış yapma oranı da o kadar az olur. İnanan insan vahiy ve akıl gibi temelde iki sağlam bilgi kaynağına sahipken inanmayanlar tek bilgi kaynağı olan akla mahkûmdurlar. Akıl ve vahiy kaynağı aynı zamanda insanın sadece maddeden ve maddî yönden ibaret olmadığına da işaret etmektedir. Zira insan ruh ve bedenden meydana gelen bir varlıktır. Onu esasen insan yapan da ruhudur. Ruh aynı zamanda mânevî duyguların mekânıdır. Akıl da ilhamını ruhtan alır. İnsan maddî yönünü tatmin için, yeterli olmasa da, aklıyla hareket edebilir, ancak mânevî yönü için mutlaka vahye muhtaçtır. Akıllar farklı olduğu için, bazen akıl sahipleri kadar doğrular olur. Bu da insanları birliğe, dirliğe ve mutluluğa sevk etmez. Her insana göre bir doğrunun olmasının en belirgin sonucu ihtilaftır. Hâlbuki huzur için ittifâka ihtiyaç vardır. İnsanoğlu yeryüzünde olduğu günden beri şu sorulara cevap aramıştır: Ben kimim? Nereden geldim? Niçin geldim? Nereye gideceğim? Bu soruların en doğru cevabını peygamberlere vermiştir. Çünkü onlar aklın yanında “vahiy” denilen ilâhî ve özel iletişim kanalına sahiptirler. Bundan dolayı bütün peygamberlerin insanlara getirip tebliğ ettiği inanç esasları aynıdır ve bu da tevhîdi oluşturmaktadır. Sadece akla dayanan sistemler ise insanları ayrıştırmış ve pek çok sayıda “izm” meydana gelmiştir. Materyalizm, pozitivizm, komünizim, sosyalizm gibi akımlar, vahiyden bağımsız olarak aklı temel alarak oluşturulmuştur. Bu akımlar, insanları kamplara bölüp sonunda da mutlu kılmadığı gibi sömürü aracı haline getirmiştir. Sayılan bu sistemler aklı esas almış, vahyi insan hayatından çıkarıp onu akla mahkûm etmişlerdir. Böylece akıl ve vahiy ile çift kanatlı olan insanın esas kanatlarından birisi olan vahiy koparılmış, insan dünya hayatında aklın ve akıldan kaynaklanan nefsânî ve şehvânî duyguların esiri haline gelmiştir. Bunun sonucu olarak da Allah’ın insanlar için belirlemiş olduğu ve peygamberleri vasıtasıyla anlattığı değerlerin yerini, insanın kendi aklı ile ürettiği değerler almıştır. Meselâ hak, adalet, insaf, merhamet, hakkâniyet, vefa... gibi kavramlar ya tamâmen yok edilmiş veya tanımları ve uygulamaları değiştirilmiştir. Allah’ın öğrettiği değerler sistemine göre hakikat ve haklı olan güçlü iken; insan aklı olan sistemlerde güçlü her zaman haklı sayılmıştır. Bu da insanları güç yarışına sokmuş, böylece insanın zihninde ve kalbinde değerler tablosu bozulunca mutluluğunu da kaybetmiştir. Artık onun için nereden geldiği, niçin geldiği ve nereye gideceği soruları cevapsız kalmaya başlamıştır. İnsanın akla mahkûm olması aslında onun ilâhî destekten yoksun olması, makinalaşması ve yalnızlaşması anlamına gelmektedir. Makinalaşan ve yalnızlaşan insan sadece maddî tarafıyla insandır. İnsanı saygın, zengin ve üstün kılan onun mânevî tarafıdır. Bu yüzden insanın maddî tarafı öne çıktıkça madde ile ölçülmeye başlanır ve değeri düşer. Nitekim bunun kötü bir yansıması olarak dilimizde kendisini maddeten üstün görenin karşısındakine, “Kaç paralık adamsın?” dediğine şahit oluruz. Hâlbuki adamlık ve insanlık para ile ölçülemez. Mânevî değerleri her gün aşındıran ve onları pek çok insanın gönlünden silenler, insanı âdetâ ruhsuz ceset haline getirmişlerdir. Duyguları örselenen insan diğer insanlarla bir araya gelmekten ve onlarla bir şeyler paylaşmaktan imtinâ etmektedir. Zira kendisinden başkasına güvenmemekte ve menfaati olmadıkça da ilişki kurmamaktadır. Bu da “yalnızlık” denen hastalıklı bir yaşam biçimini yaygınlaştırmaktadır. Birbirine güvenmediği için, çıkar ilişkisi de olmayan bazı insanlar hayatlarını hayvanlarla paylaşmayı tercih etmektedirler. Kapitalist batı toplumunun bireyci olmasının da esas sebeplerinden biri budur. Hâlbuki İslâm, toplum dini olduğu için gelen emirler ve yasaklar da ona göre olmuştur. İslâm toplumu olumlu nitelikleri olan bireylerin oluşturduğu bir yapıdır. Bu yapıda her şey ve grup, birbirine emânet anlayışıyla bağlıdır. Toplumu bir arada tutan da inanç ve amel birliğidir. Toplu yapılan namaz, oruç gibi ibadetler bu yapıyı destekleyip geliştirir. Aynı zamanda yasaklardan toplu olarak sakınmak da İslâm toplumunun kötülüklere karşı anlamlı bir tepkisi olur. Böylece akıl nimeti ile donatılmış olan insan, iman ile vahyin kapsam alanına girer. Aklı sayesinde cüz’î/ sınırlı irâdesini kullanan bu insan vahiy ile olan bağlantısı sebebiyle kırmızı çizgilerini bilir. Kırmızı çizgiler, Allah’ın koyduğu sınırlardır ve Kur’ân’da bazen “Allah’ın sınırları/hudûdullah” olarak anılır. Aklını vahyin rehberliği ile kullanan insan, hayatın dünyadan ibaret olmadığını düşünür ve buna kesin olarak inanır. Âhirete inanan insan dünyanın geçiciliğini aklından çıkarmaz ve bütün muâmelelerini bu düşünce ile yapar. Âhiret inancı mü’minde duyarlılık ve sorumluluk bilinci oluşturur. Bu bilinçle hareket edince başıboş davranamaz ve gâyesiz olamaz. Çünkü yaptığı her şeyin yazıldığını ve bir gün hesap vereceğini kesin olarak bilir. Bu konudaki kesin iman ona kesin bir bilgi ve kanaat sağlar. Nitekim bir âyette insanın yaptığı her şeyin en ince ayrıntısına kadar yazıldığı ve âhirette karşısına çıkarılacağı şöyle ifade edilir: “Kitap ortaya konur. Suçluları, kitabın içindekilerden korkuya kapılmış görürsün. ‘Eyvah bize! Bu nasıl bir kitaptır ki küçük büyük hiçbir şey bırakmadan hepsini sayıp dökmüş!’ derler. Onlar bütün yaptıklarını karşılarında bulurlar. Senin Rabb’in hiç kimseye zulmetmez.”2 İşte insan için akıl ve vahiy kavramları bu sonuçları getirir. Kendisini vahyin nurlu yoluna koyan insan ebedî mutluluğu elde ederken, sadece aklını rehber edinen hüsrana uğramaya her zaman adaydır. Dipnot Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN 1. 18/Kehf, 29. 2. 18/Kehf, 49.
Abdullah KAHRAMAN
YazarKırk hadis risâlesi oluşturma geleneği İslâm âlimleri tarafından Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bu konudaki müjdesine mazhar olmak için yapılagelmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Ümm...
Yazar: Abdullah KAHRAMAN
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE - Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK Abdullah Mekkî (k.s.), çeşitli kaynaklarda be-lirtildiğine göre aslen Erzincanlıdır. Ancak uzun yıllar Mekke’de kaldığı için genellikle Mekkî ni...
Yazar: Halil İbrahim ŞİMŞEK
Yüce dinimiz İslâm’ın insanlığa getirdiği en temel değer insanı muhâtap alması, onu merkeze koyması ve insan şahsiyetini korumasıdır. Tîn Sûresi’nde insanın en güzel surette yaratıldığını ifade eden Y...
Yazar: Abdullah KAHRAMAN
İslâmî birliğin oluşumunda kardeşliğin merkezî bir rolünün olduğu mâlumdur. İslâm gelmeden önce onun ilk muhâtabı olan Arap toplumunu bir arada tutan birtakım değerler elbette vardı. Ancak İslâm geldi...
Yazar: Abdullah KAHRAMAN