İMÂM-I RABBÂNÎ (K.S.)’YE GÖRE VARLIĞIN BİRLİĞİ (VAHDET-İ VÜCÛD)
Varlık konusu Peygamber Efendimiz’in yaşadığı asr-ı saâdette de bazı sahâbîler tarafından araştırma konusu yapılmıştır. Nitekim sahâbeden birisinin Hz. Peygamber (s.a.v.)’e: “Kâinât yaratılmadan önce onun bulunduğu yerde ne vardı?” diye sorduğu bilinmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu soruya: “Allah vardı, başka bir şey yoktu.” şeklinde cevap vermiştir.[1] Eğer Hz. Peygamber (s.a.v.): “Bir Allahu Teâlâ vardı, bir de boşluk vardı, sonra Allah bu boşlukta âlemi yarattı.” deseydi, “Allahu Teâlâ, o boşluğun dışında mıydı, boşluk Allah’ın varlığını sınırlıyor muydu?” soruları akla gelirdi ve Allah’ın bir yönde bulunduğu, dolayısıyla bir sınırının ve şeklinin bulunduğu, teşbîh ve tecsîm gibi fikirler ortaya çıkardı. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v.) “Başka bir şey yoktu.” diyerek bu düşüncelere mahal bırakmamıştır. Burada ikinci bir soru akla gelir: “Allah ile birlikte bir boşluk (yokluk, âdem) yok idiyse, bu evren nerede yaratılmış, nereye sığmıştır?” Sûfîler, bu soruya “Varlık birdir, Allahu Teâlâ gerçek varlıktır, evren ise O’nun isim ve sıfatlarının gölgesidir, gölge de aslı sınırlayamaz ve öteleyemez, dolayısıyla bir mekân problemi ortaya çıkmaz.” diye cevap vermişlerdir. Hem Allah’a, hem de evrene gerçek varlık nisbet eden âlimler için ise bu soru hâlâ cevap beklemektedir. Vahdet-i vücûd (varlığın birliği) düşüncesinin en temel özellikleri şunlardır: Var olan sâdece Allah’tır. Etrâfımızda var gibi gördüğümüz âlem, Allah’ın isim ve sıfatlarının gölgesidir. Ancak bu gölgeler hayâlî olup gerçek varlıkları bulunmadığı için hakîkatta var olan sâdece Allah’tır. Allah’ın sıfatları Zât’ının aynısıdır. Dolayısıyla vücûd (varlık) Zât’a âit bir sıfat değil, Zât’ın aynısıdır. Vahdet-i vücûd, buna inananlara göre, varlık hakkında mutlak ve yegâne doğru telakkîdir. Vahdet-i vücûd düşüncesine göre varlık, Zât (Lâ-taayyün, Ahadiyyet) mertebesi hâriç beş mertebeden oluşur. Hazarât-ı Hamse adı verilen bu mertebeler şunlardır: 1. Vahdet (diğer isimleri: Hakîkat-ı Muhammedî, Taayün-i Evvel, İcmâl-i İlm), 2. Vâhidiyyet (Taayyün-i Sânî, Tafsîl-i İlm), 3. Âlem-i Ervâh (ruhlar âlemi), 4. Âlem-i Misâl, 5. Âlem-i Ecsâm (cisimler âlemi). Bu mertebelerden ilk ikisi Vücûb Dâiresi’ne (ilâhî âleme), diğer üçü İmkân Dâiresi’ne dâhildir.[2] Ancak son üç dâire hayâlî olup gerçek varlıkları yoktur, ilk iki mertebe de Allah’ın isim ve sıfatları olup, bunlar Zât’ın aynısı oldukları için aslında gerçek varlık sâdece Allah’ın Zât’ıdır. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî varlık konusundaki fikirlerini anlatırken vahdet-i vücûd için daha ziyâde “tevhîd-i vücûdî”, vahdet-i şuhûd için de “tevhîd-i şuhûdî” terimlerini kullanır. Ancak sonraları sûfîler arasında birinci terimlerin daha çok yaygınlık kazandığı bilinmektedir. Ahmed Sirhindî, kendi ifâdesine göre, önceleri vahdet-i vücûda inanmış, daha sonra vahdet-i şuhûda yükselmiş, en sonunda da “Abdiyyet Makâmı” dediği Allah ile âlemi birbirinden ayrı iki varlık olarak algılama noktasına gelmiştir.[3] Ancak burada âlem yine gölgesel bir varlığa sâhiptir. Ahmed Sirhindî gençliğinde babasına intisap ettiği dönemlerden îtibâren vahdet-i vücûdu benimsemişti. Babasının vefâtından sonra Bâkî Billâh’a intisap ettiği ilk zamanlarda da bu inancı taşıyordu. Hattâ şeyhi Bâkî Billâh’a yazdığı bir mektuba bu düşüncenin bir yönünü yansıtan ve küfür ile îmânı aynı görmek mâhiyetinde olan bir rubâîsini eklemişti.[4] Şeyhi bu rubâîyi beğenmemiş, hattâ “zındıkça” (mülhidâne) diye vasıflandırarak Sirhindî’yi eleştirmişti.[5] Esâsen ilk dönemlerde şeyhi de vahdet-i vücûdu kabul ediyordu. Ancak ömrünün son döneminde vahdet-i vücûd fikrinden uzaklaşmaya başlamış, hattâ vefâtından bir hafta önce: “Vahdet-i vücûd dar bir yoldur, ana cadde ise başkadır” diyerek bu duygularını mürîdleri ile paylaşmıştı.[6] Ahmed Sirhindî’ye yazdığı bir mektupta da: “Alâüddevle Simnânî’nin meşrebi vahdet-i vücûd değildir. Evet, onun görüşü (şuhûdu) en kâmil görüştür.” diyordu.[7] Bu rivâyetlerden, Sirhindî’yi vahdet-i vücûdu yeniden düşünmeye sevkeden ilk kişinin, şeyhi Bâkî Billâh olduğu anlaşılmaktadır. Öte yandan Ahmed Sirhindî bir mektubunda kendi dönemindeki sûfîlerin çoğunlukla vahdet-i vücûdu benimsediğini, ancak bunların çoğunun keşf yoluyla değil ya taklit, ya sırf bilgi (öğrenme) ya da zındıklık ve mülhidlik yoluyla bu fikri kabûl ettiklerini ve şeriatı hafife aldıklarını anlatır.[8] Şeyhi Bâkî Billah’ın telkinlerinin yanısıra, o dönemdeki Hint toplumun bu yapısının ve diğer sosyo-kültürel şartların Ahmed Sirhindî’yi vahdet-i vücûdu yeniden düşünme ve sorgulama konusunda bir miktar etkilediği tahmin edilebilir. Ayrıca İmâm-ı Rabbânî’nin bu konuda, Kübrevî şeyhi Alâüddevle Simnânî (ö. 736/1336) ile Nakşbendîyye’nin kurucusu Bahâeddîn Nakşbend’den (ö. 791/1389) etkilendiği de anlaşılmaktadır. O, eserlerinde Alâüddevle Simnânî’nin “Vücûd âleminin üstünde Melik-i Vedûd âlemi (Zât) vardır.” sözü ile Bahâeddin Nakşbend’in: “Görülen, işitilen ve bilinen şeylerin hepsi gayrdır (Allah’tan başkadır). Lâ kelimesinin hakîkatı ile nefy (yok) etmek gerekir.” şeklindeki sözünü sık sık nakletmiş, üstelik bu son sözün kesrette vahdeti müşâhede (vahdet-i vücûd) mertebesinden yükselmek gerektiği konusunda kendisine ilhâm kaynağı olduğunu ifâde etmiştir.[9] Özetle söylemek gerekirse, İmâm-ı Rabbânî’nin, varlık konusundaki fikrî değişiminin sadece bir tane sebebi yoktur. O, bu değişimin ilk döneminde Alâüddevle Simnânî, Bahâeddîn Nakşbend ve Bâkî Billâh’ın sözlerinden etkilenmiş, ayrıca Hindistan’daki bazı sûfîlerin vahdet-i vücûdu aşırı uçlara çekerek yorumlamalarından rahatsız olmuş, ardından tasavvufî yolculuğu esnâsında edindiği yeni keşf ve ilhamların tabiî sonucu olarak varlık konusunu farklı şekillerde algılamış olmalıdır. İmâm-ı Rabbânî bu değişim sürecini özetle şöyle anlatır: “İlâhî lütuflar önce beni çekti, sonra sülûk menzillerinde yürüttü. Önce Allah’ı eşyânın aynı gördüm, tıpkı sûfiyye-i vücûdiyyenin (vahdet-i vücûd ehlinin) dediği gibi. Sonra Allah’ı eşyâda hulûl ve sirâyet olmaksızın gördüm. Sonra Allah’ı eşyâ ile berâber zâtî maiyyet hâlinde, ardından sırasıyla eşyâdan sonra ve eşyâdan önce gördüm. Daha sonra Allah’ı gördüm, eşyâyı göremedim. Bu, tevhîd-i şuhûdî (vahdet-i şuhûd) ve fenâ diye tâbir edilen hâl olup velîlik mertebelerinde ilk adımdır. Sonra velîlikte ikinci adım olan bakâya yükseldim. Orada ikinci defa Allah’ı eşyânın aynı, hattâ kendimin aynı ve benimle berâber buldum. Sonra sırasıyla Allah’ı eşyâdan ve kendimden önce, eşyâdan ve kendimden sonra gördüm. Daha sonra eşyâyı gördüm ama Allah’ı göremedim. Bu, başlangıca dönüş mâhiyetinde bir nihâyettir ve halkı Hakk’a dâvet makâmlarının en üstünüdür.”[10] [1] Buhârî, Tevhîd, 21; Bed’ü’l-halk, 1; Ahmed b. Hanbel, II, 431. [2] Sirhindî, Mektûbât, I, 354 (no. 33). [3] Sirhindî, Ma‘ârif-i Ledünniyye, s. 74; a.mlf., Mektûbât, I, 114 (43), 266-267 (no. 160.). [4] Sirhindî, ae, I, 86-87 (no. 31). [5] Bâkî Billâh, Külliyyât-ı Bâkî Billâh, s. 122-123. [6] Sirhindî, Mektûbât, I, 114 (no. 43) [7] Bâkî Billâh, Külliyyât-ı Bâkî Billâh (nşr. Ebu’l-Hasan Zeyd Fârûkî- Burhân Ahmed Fârûkî), Lahor 1967.s. 123. [8] Sirhindî, Mektûbât, I, 113-114 (no. 43). [9] Muhammed Pârsâ, Kudsiyye (nşr. A.Tâhirî Irâkî), Tahran 1354/1975, s. 29 (metin); Sirhindî, Mektûbât, I, 89 (no. 31), 507 (no. 272). [10] Sirhindî, Ma‘ârif-i Ledünniyye, s. 73-74; Muhammed Emîn Bedahşî, Menâkıbu’l-hazarât, İslâmâbâd, Gencbahş Ktp., nr. 12522, vr. 32a. Benzer bir rivâyet için bk. Sirhindî, Mektûbât, I, 586-589 (no. 290).
Necdet TOSUN
Yazarİmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî’nin vahdet-i vücûd ehlinden ve bu düşünceden ayrıldığı temel konu şudur: Vahdet-i vücûd ehline göre âlem Allah’ın isim ve sıfatlarının gölgesidir, ancak bu gölge asıldan ...
Yazar: Necdet TOSUN
İmâm-ı Rabbânî (k.s.)’nin tâkipçileri olan Müceddidiyye meşâyıhına göre, Kemâlât-ı Ulü’l-Azm Dâiresi’nden sonra mânevî yol ikiye ayrılır. Bu yollardan birine “Hakâik-ı İlâhiyye/İlâhî Hakîkatler”, diğe...
Yazar: Necdet TOSUN
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî (k.s.)’ye göre, sûfîler seyr-u sülûk yani mânevî yolculuk esnâsında varlığı farklı şekillerde algılarlar. Bu algılama çok çeşitli olsa da temelde iki türlüdür. Birincisi ...
Yazar: Necdet TOSUN
Tasavvuf ehli hakîkattte yalnızca Hakk’ın var olduğunu, Hak’tan gayrı görülen bütün mevcûdâtın esasında Hakk’ın kudretinin zuhûru olduğunu söylerler. Hakk’tan gayri görülmekle birlikte bütün mevcûdâtı...
Yazar: Musa TEKTAŞ