İMAM-I RABBANİ (K.S.)’YE GÖRE GÖRÜLENİN BİRLİĞİ (VAHDET-İ ŞUHÛD)
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî (k.s.)’ye göre, sûfîler seyr-u sülûk yani mânevî yolculuk esnâsında varlığı farklı şekillerde algılarlar. Bu algılama çok çeşitli olsa da temelde iki türlüdür. Birincisi varlığın birliği (vahdet-i vücûd), ikincisi de görülenin birliğidir (vahdet-i şuhûd). Vahdet-i vücûd mertebesinde sâlik “varlığı bir olarak bilir” ve böyle inanır. Allah’tan başkasını yok bilir, tecellîlerini de hayâl olarak kabul eder. Vahdet-i şuhûd mertebesinde ise sâlik “Allah’ın varlığını görür” ancak ondan başka varlıklar da olduğunu inkâr etmez ya da âlemi gölge olarak görür. “Her şey O.” değildir, ancak “Her şey O’ndandır.”[1]
Ahmed Sirhindî vahdet-i şuhûdu daha iyi anlatabilmek için eserlerinde bazı örnekler vermiştir. Bu örnekler şunlardır:
- Güneş ve yıldızlar örneği: Gündüz Güneş doğunca yıldızlar görünmez hâle gelir. Bu esnâda bir kimsenin “Gökyüzünde yıldız yok, sadece Güneş var.” (ya da yıldızlar hayâl ve Güneş’ten farklı değil) demesi ve böyle inanması vahdet-i vücûd ehlinin hâline örnektir, ilme’l-yakîn mertebesidir. Yani Sirhindî’ye göre, vahdet-i vücûd bir algı yanılmasıdır. “Gökyüzünde Güneş’ten başka bir şey göremiyorum, ancak bu durum yıldızların olmadığı anlamına gelmez, yıldızlar vardır ancak Güneş’in yoğun ışığı sebebiyle örtülmüş, görünmez hâle gelmişlerdir” diye düşünen kişi ise vahdet-i şuhûd ehlinin hâline örnektir, ayne’l-yakîn mertebesidir. Eğer bu kişinin görüşü güçlenir ve Güneş ile yıldızları ayrı ayrı görebilirse bu, diğer ikisinden daha yüksek bir mertebe olan hakka’l-yakîn (abdiyyet: kulluk) mertebesidir.[2]
- Dönen noktadan kaynaklanan hayâlî dâire örneği: İmâm-ı Rabbânî Allah ile âlemin ilişkisini ve âlemin varlık durumunu anlatabilmek için birçok defa bu örneği kullanmıştır. Karanlık bir gecede bir sopanın ucu yakılıp kor hâline getirilir ve diğer ucundan tutulup havada dâire çizecek şekilde hızla döndürülürse, uzaktan bakanlar ışıklı bir dâirenin var olduğunu zannederler. Oysa gerçekte (hâriçte) aslî olarak var olan sadece kor hâline gelmiş olan noktadır. Dâire ise vehmîdir.[3] Bu örnekte, dönen nokta Allah’ı, ondan oluşan dâire de âlemi sembolize etmektedir. Esâsen bu örneği İmâm-ı Rabbânî’den önce İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240) de kullanmıştır.[4] İbnü’l-Arabî bu örneği, âlemin hayâl olduğu ve bir varlığının bulunmadığını anlatmak için kullanmıştır. İmâm-ı Rabbânî ise “hayâl” kelimesinden ziyâde “vehmî” kelimesini kullanmış ve âlemin vehim mertebesinde var olduğunu söylemiştir. Ona göre, âlemin gerçekliği olmayan bir hayâl olduğunu söylemek sofestâîlerin (âlemi tümüyle hayâl sayan filozofların) yoludur.[5] İmâm-ı Rabbânî’ye göre âlem vehmîdir ancak vardır, vehim mertebesinde yaratılmış ve istikrar bulmuştur. Vehmin ortadan kalkmasıyla da âlem yok olmaz. Zîrâ o, vehmin ve hayâlin ürettiği bir şey değildir.[6]
- Ayna ve aynadaki yansıma (akis) örneği: İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî Allah ile âlemin ilişkisini ve varlık durumunu anlatmak için bu örneği de kullanmıştır. Bir kişinin görüntüsü aynada yansıdığı zaman yansıyan akis, vehim mertebesindedir.[7] Sirhindî bazen bu örneğin bir benzeri olan “insan ve gölgesi” örneğini de kullanmıştır. İnsanın gölgesi bir ateşin üzerine düşse, o ateşten insan acı duymaz. Sirhindî bu örnekte asıl ile gölgenin, Allah ile âlemin birbirinden farklı olduğunu anlatmak istemiştir.[8]
- Sihirbazların oluşturduğu bahçe örneği: İmâm-ı Rabbânî meşhur bir Hint hikâyesini örnek olarak kullanmıştır. Bu hikâyeye göre sihirbazlar bazı sihirler yaparak meyveli ağaçları olan bir bahçe görüntüsü meydana getirmişledir. Bu bahçe sûretinin bir süre sonra yok olacağını, ancak sihirbazlar öldürülürse gerçek bir bahçeye dönüşüp kalacağını duyan padişah sihirbazların öldürülmesini emreder ve bahçe kalıcı olur. Âlem de vehmî olmakla birlikte Allah onu yaratıp sübût ve istikrâr verdiği için vehmin kalkması ile ortadan kalkmaz, bir tür varlık ve kalıcılık kazanmıştır.[9]
- Âlim ve ondan çıkan harfler ile sesler örneği: İmâm-ı Rabbânî bir âlimin bildiklerini ifâde etmek için bazı sesler ve harfler çıkardığı zaman bu ses ve harflerin âlimin aynısı olmadığını söyleyerek, Allah ile âlemin farklı olduğunu anlatmak istemiştir.[10] İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî’ye göre tevhîd-i şuhûdî (vahdet-i şuhûd), seyr-u sülûkün zarûrî hâllerindendir. Tevhîd-i şuhûdî hâsıl olmadıkça mâsivâya gönül bağlamaktan kurtuluş mümkün olmaz. Tasavvuf yolunda fenâ hâlinin gerçekleşmesi için tevhîd-i şuhûdî mertebesine ulaşmak gerekir.[11] Ancak Sirhindî’ye göre vahdet-i vücûd gibi, vahdet-i şuhûd da aşılması gereken bir mertebedir. Bu ikisinden daha üstün olan mertebe Allahu Teâlâ ile âlemi ayrı ayrı görmek anlamındaki “Abdiyyet” mertebesidir.
[1] Sirhindî, ae, II, 31 (no. 13).
[2] Sirhindî, Mektûbât, I, 111-112 (no. 43).
[3] Sirhindî, Mektûbât, II, 121 (no. 44), 253 (no. 98), III, 402 (no. 58), 421 (no. 68); a.mlf., Mükâşefât-ı Ayniyye, s. 64.
[4] İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, Beyrut ts., I, 140; a.mlf, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi (şerh: Ahmed Avni Konuk, Hz.r. Mustafa Tahralı), İstanbul 1992, s. 95-97.
[5] Sirhindî, age, II, 119 (no. 44), III, 422 (no. 68).
[6] Vahdet-i vücûd ile vahdet-i şuhûdun birbirinden ayrıldığı temel nokta budur.
[7] Sirhindî, ae, II, 121 (no. 44), III, 404 (no. 58).
[8] Sirhindî, ae, I, 264 (no. 160).
[9] Sirhindî, ae, II, 122 (no. 44). 709 Sirhindî, ae, I, 88 (no. 31). 710 Sirhindî, ae, I, 111 (no. 43), II, 216 (no. 77); a.mlf, Mükâşefât-ı Ayniyye, s. 43.
[10] Sirhindî, ae, I, 88 (no. 31).
[11] Sirhindî, ae, I, 111 (no. 43), II, 216 (no. 77); a.mlf, Mükâşefât-ı Ayniyye, s. 43.