İKİ DEĞERİMİZ “DİNİMİZ VE MİLLETİMİZ”
Dinimiz ve milletimiz iki kıymetli değerimiz... İnancından aldığı manevî kuvveti, önce seferlerle sonra zaferlerle taçlandıran aziz Türk milleti din-i mübîn-i İslâm’ın sancaktarlığını yapmıştır. Allah’a teslimiyette samimi bir Müslüman, kahramanlık ve İslâm’a hizmette “Türk gibi cesaretli olmak” dillere destan olmuştur. Avrupalılar Viyana kapısına kadar dayanan Osmanlı ordularının iman kuvvetinden korktuklarından dolayı, “Türkler geliyor.” derken, Müslüman Türk milletinden bahsetmişlerdir. Irk üstünlüğü ekseninde değil; imanından aldığı güçle şahlanan bir milletin destanıdır bizim destanımız. Onun için de altı yüz yıl İslâm’ın bayraktarlığını yapan aziz milletimiz şimdi dünya sahnesinde yeniden kendini göstermektedir. Dinî ve millî değerlerin bir bütün olarak toplumları ayakta tutan en sağlam harç olduğu artık ayan beyan ortadadır.
Onun içindir ki Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri, inandığımız İslâm dini ve mensup olduğumuz aziz Türk milleti hakkında bir beyit buyurmuştur. Öncelikle bu beytin doğuş hatırasını zikredelim:
“El kadar bir taş geçse elime onu memleketimin istifadesine kullanırım.” diyen Hulûsi Efendi Hazretleri her fırsatta aziz vatanımıza, kendi memleketimize hizmet etmiştir. Onun kalbindeki vatan sevgisi her fırsatta kendini gösterebilecek coşkunluk taşımaktadır. Darende’de 1963 yılında neşredilmeye başlayan Zengibar gazetesinde yayınlanan Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi ile bir habere ve buyurduğu bir beyte bu yazımızda yer vereceğiz. Hac ziyareti sonrasında İntibalarımız, başlığı altında yayınlanan yazıdaki Hulûsi Efendi Hazretleri’nin sözlerinin bir kısmını birlikte okuyalım:
Hac İntibaları
“Türk hacılarımız tüm davranışlarıyla diğer hacı adaylarına örnek oluyorlardı. Gazeteleri bizim milletimizden en başta söz ediyorlardı. Bizim en çok sevdiklerimizden birisi de Pakistanlı kardeşlerimizdi. Onlarla samimi ilişkiler kurduk ve bu kardeşlerimizin çok yakın bir Türk dostu olduklarını gördük. Mekke ve Medineli Araplar samimi ve dostça, İslâm’ı tam yaşayanlar çoğunlukta. Taşradan gelenlerde bu fazla görülmüyor. Yıllar yılı İngilizlerin propaganda ve tahrikleri geçici de olsa bir Arap-Türk düşmanlığını ortaya çıkarmış. Bu gerçeği görüp eski sevgi ve güven bağlarını kurmak için hepimiz çok çaba sarf etmeliyiz.”
İsterseniz, hac yolculuğumuzun bu yönü üzerinde biraz daha duralım: “Hac dönüşümüzde, Ürdün’ün başşehri Amman’ın Melikgazi Camii’nde Amman Müftüsü kürsüye çıkarak, Cuma namazı için toplanan binlerce cemaate hitap ederek: ’Yabancı hacılardan özellikle Türklere bazı sorular sormak istiyorum, kendine güvenen âlim varsa ayağa kalksın...’ dedi. Riya olmasın diye başkalarının kalkmasını bekledimse de kimse kalkmayınca İslâm’ı yaşayan bir Türk olarak ben kalktım ve buyurun:
Müslümanım, Müslümanlık öz şiârımdır benim,
Tabiiyyetim Türkdür ve Türklük iftiharımdır benim
dedim. ‘Türklerde mukaddesata saygı azalmış öyle mi?’ dedi. Ben, ‘Hiçbir Müslüman Türk üç bin kilometre uzaklıkta da olsa Kâbe’ye, kıbleye karşı ayağını uzatıp yatmaz... Gene hiçbir Türk, Kur’an-ı Kerim’i okuyup ayağının yanına koymaz. O’nu en az, göbeği hizasından yukarda bir yere kor.’ dedim. ‘Güzel, güzel.’ dedi. Cevaplarıma sadece soran değil, dinleyenler de hayran kalmışlardı.”
Müslümanlık Hayat Şiarımızdır
Şimdi de beytin birinci mısraındaki hakikati anlamaya çalışalım:
Malum olduğu üzere İslâm, kelime itibariyle, teslim olmak, Müslim olmak anlamlarını taşır. Müslüman, Cenab-ı Allah’a her hususta itaat eden, her emrine boyun eğen, sıdkı candan bağlanan, kendini Allah’a veren kimsedir. Samimi ve ihlâslı bir şekilde Allah’a yönelenler ancak hakkıyla Müslüman olan kimselerdir.
Cenab-ı Allah’ın bütün emir ve yasaklarına, ilahî hükümlerine teslim olmaksızın İslâm olmaz. İslâm, Allah’a itaat edip teslim olmak demek olduğu için, bütün bu varlıkların isyan etmeden Allah’a itaat ettiklerini görmekteyiz. Yani teslim oluşlarına, Müslüman oluşlarına şâhidiz.
“Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi ister istemez O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülüp götürüleceklerdir.”1 Bu âyette gökte ve yerde olanların teslimiyeti insana örnek olarak gösteriliyor ve deniliyor ki “Ey insan, İşte sen de böyle teslim olmalısın!” Hz. Ali’nin de dediği gibi “İslâm teslimdir, teslimiyettir.” Allah’a teslim olmayan kimse, Müslüman sayılmaz.
Müslüman; kıyamete, âhiret ve hesap gününe, cennet ve cehenneme iman eder. Hiçbir müminin bunda ufak bir şüphesi bile yoktur.
Hakiki bir Müslümanın ahlâklı bir şekilde yaşamasının gayesi maddî bir menfaat değildir. Dinî açıdan üzerine düşen vazifeleri yapmak suretiyle manevî bir kemâle ermek, Allah rızasını kazanmak ebedî bir saadete kavuşmaktır. Bir Müslüman ahlâkî vazifelerini büyük bir aşk ile ve manevi bir neşve ile yapmaya çalışır. Müslümanlar vazifelerini cennet ümidiyle, cehennem korkusuyla yapmazlar. Yalnızca rıza-i ilahî için yaparlar. İslâmî kurallar açısından ahlâkın en birinci hedefi, gayesi rıza-i İlâhî’dir. Cenab-ı Hakk’ın rızası her şeyin üzerindedir.
Müslümanlık Ahlak Dinidir
Müslümanlığın en büyük ehemmiyet verdiği bir şey var, o da ahlâktır; ahlâk güzelliğidir. Ahlâkın yükselmesi İslâm dininin yegâne gayesidir. Müslümanlıkta ahlâkî emirlerin hem dinî esaslarla hem de fer’î ibadetlerle çok sıkı bir münasebeti vardır. O kadar ki ahlâkî vazifeleri, sırf dinî olan emirlerin, vazifelerin hâricinde tutmak mümkün bile değildir. Konuyu Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri’nin Hutbeler adlı eserindeki şu cümleleriyle izah edelim:
“Din; beşeriyyetin zarurî bir ihtiyâcıdır. İnsanlar arasında bu duyguyu hissetmeyen hiçbir ferd yoktur. Beşerin Hazret-i Âdem’den beri devâm edegelen hakîkî ve yegâne dîni ise Müslümanlıktır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’in bir âyetinde:
“Allah indinde makbul din ancak Müslümanlıktır.”2 buyuruyor. Bununla beraber İslâmiyet’in diğer dinlere ve dinlerde olanlara karşı müsamahalı ve hatta lütufkâr kaldığı ilmî ve tarihî bir gerçektir.
İslâm gerçek dinin adıdır. Sonradan uydurulmuş bir kelime değildir. Bu dine Kur’ân-ı Kerîm, bu adı vermiştir. Çünkü İslâm kelimesinin lafız ma’nâsıyla tezâmmun ettiği muhteva hakîkatte bu dinin ruhunu ifâde etmektedir. Şöyle ki: İslâm müsâlemet demektir. Yani Müslüman Allah (c.c) ile insanlarla ve bâ-husûs içinde yaşadığı cem’iyyet ferdleri ile tam bir barış ve iyi niyet üzere bulunan ve bu esâsa riâyette devam eden kimsedir. Nitekim Peygamberimiz, Müslüman’ı
“Başkalarına eli ile dili ile zarar vermeyen kimsedir.” diye ta’rîf eder. Anlaşılıyor ki Müslümanlık içtimaî ve ahlâkî bir dindir. Bu dinin gayesi ferdi, cem’iyyete faydalı olarak yetiştirmektir. İlk bakışta yalnız ferd ile ilgili olduğu zannolunan ibâdetlerimizde bile ahlâkî ve içtimaî çok hikmetler vardır. Yeter ki basîretle görüp dikkatle tatbîk edelim.”
3
İftihar Vesilemiz Olan Türk Milletinin İslâm’a Hizmetleri
Beytin ikinci mısraında Türk milletinden olmanın bir iftihar vesilesi olduğu Hulûsi Efendi Hazretleri tarafından beyan edilmektedir.
Tabiiyyet, millet demektir. Millet; tarih içerisinde hadiselerin yoğurarak oluşturduğu bir varlıktır. Milliyet ise, tarih ve toprak şuuru demektir. Geçmişten günümüze doğru akıp, geleceğe doğru giden bir nehre benzer. Millet, var olmayı hak sayan, çalışmayı vazife telakki eden, var olmayı çalışma ile elde eden varlıktır.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)’nin kastettiği milliyetçilik; bugün algılanan milliyetçilik mefhumundan çok farklıdır. Vatan ve din esasları üzerine bina edilen kuvvetini tarihin derinliklerinden alan bir milliyetperverlik, bütün Müslüman unsurları bir arada tutan bir anlayıştır. Bu milliyetçilik anlayışı, özü İslâm’a uyan bir fikirdir. Ruhunu, tarihten, maziden ve ecdattan alır. Bu anlayış, ahlakî yapının varlığını koruyan temel binadır.
Prof. Dr. Sönmez Kutlu “Türk Müslümanlığı Üzerine Yazılar” adlı eserinde çok önemli tespitlerde bulunurken bu mısraının anlaşılmasına katkı sağlamaktadır:
“Türklerin İslâm’la şereflenmeleri sadece Türk tarihinin değil, İslâm tarihi ve dünya tarihinin de en büyük hâdiselerinden birisidir. Bu olay, özellikle Türk tarihi için bir dönüm noktası oldu. Çünkü Türkler, İslâm’dan önce de pek çok dinle temasa geçmelerine karşın bunlardan hiçbirisini toptan benimsemediler. Türklerin İslâmlaşma süreci bir anda gerçekleşen basit bir hadise olmayıp, siyasî, iktisadî, kültürel ve toplumsal pek çok yönü olan; uzun bir süreçte ve geniş bir coğrafyada gerçekleşen karmaşık bir hadisedir. Bu sebeple İslâm’ın Türkler için bir din, medeniyet ve hayat tarzı haline gelmesi I./VII. asırdan başlayarak V./XI. asra kadar ve hatta bazı konar-göçer Türk boyları için X./XVI. asra kadar sürdü. İlk Müslüman ordularla karşı karşıya gelenler ve İslâm’ı ilk kabul edenlerin başında Karluklar, Türgişler, Uygurlar, Oğuzlar ve Hazarlar gelmekteydi. Yerleşik hayata geçmiş olan Türkler, konar-göçerlere kıyasla İslâm’ı daha önce kabul ettiler. Onlar, sosyolojik açıdan dinî-toplumsal değişimin temel ilkelerine bağlı olarak karşılaşma, birbirini tanıma, yüzleşme, uzlaşma ve içselleştirme aşamalarından geçerek başlangıçta yavaş ve yüzeysel bir ilişki içerisinde oldular, ilerleyen süreçte ise siyasî, toplumsal, iktisadî ve dinî-kültürel hayatlarında köklü bir değişime rıza göstererek İslâm’ın samimi dindarları haline geldiler.”
4
Türklerin ata ve baba adını verdiği Türk dervişleri, göçebe Türk topluluklarının İslâmlaşmasında büyük bir gayret göstermişlerdir. Bu çalışmalar sayesinde, X. yüzyıldan itibaren göçebe Türkler de İslâmiyet’e ısınmaya ve kitle halinde bu dine girmeye başlamışlardır. Göçebelerin İslâm’a geçişiyle birlikte İslâm artık Türklerin çoğunluğunun dini haline gelmiştir. Somuncu Baba Hazretleri de bu derviş tiplerinin en önemli şahsiyetlerinden biridir.
Türk Milleti ve Tasavvuf Ahlâkı
Türkler, İslâm’ın yayılmasında ve savaş meydanlarında gösterdikleri başarılar kadar hem Müslümanların hem de insanlığın ilmî hayatının gelişmesine takdirle karşılanabilecek değerli katkılarda bulundular. Onlar, kendi toplumsal ihtiyaçlarına uygun olarak bir dindarlık geliştirmeyi başardılar ve fethettikleri yerlerde din ve vicdan özgürlüğüne, insan haklarına büyük önem verdiler. Gaza ve ilim öğrenmeyi ibadet olarak algıladılar. Öyle ki bu ikisi, kılıç ve kalemle sembolize edildi. Âlimler, hem gazi, hem müderris, kadı ve fakih idiler.
İslâm dünyasında sadece bilim ve eğitim öğretim kurumlarının gelişmesinde değil, hayır kurumlarının, hastane, kütüphane ve rasathanelerin doğup gelişmesinde de Türklerin önemli katkılarda bulunduğu görülmektedir. Çünkü en eski kütüphane kurucuları ve kitapseverleri arasında Türklerin şerefli bir yeri vardır.
“Türkler, fıkıh ve itikada olduğu gibi tasavvufta da kendine özgü ahlak merkezli bir dindarlık geliştirmiştir. Bu dindarlık Ahmet Yesevî’nin önderliğinde Yesevîlik olarak örgütlenmiştir. Ahmed Yesevî, Sir-derya boyunda, Taşkent ve çevresinde, Seyhun ötesindeki bozkırlarda büyük bir nüfuz kazandı. Onun etrafında toplananlar, İslâmiyet’e çok kuvvetli ve samimî bağlarla bağlanmış göçebe yahut köylü Türklerdi. Türk Sufi geleneğinin kurucusu olan Ahmed-i Yesevî (öl. 1167) Pîr-i Türkistan olarak bilinir.” Ahmet Yesevî’nin görüşleri, kendinden sonra onun Mansur Ata, Harezmli Said Ata, Süleyman Hâkim Ata ve Zengi Ata gibi dervişleri ve halifelerinin çabalarıyla Türkler arasında yayılmaya devam etti.”
5
Türklerin ahlak merkezli bir İslâm yorumu olan Yesevîlik, Nakşbendîlik şeklinde bazı değişmelere maruz kalmışsa da Orta Asya, Anadolu, Balkanlar ve Kafkaslarda yaşayan Türk boylarının dindarlığının tasavvufî boyutu olarak canlılığını günümüze kadar sürdürmüştür.
Anadolu’nun İslâmlaşma sürecinde tasavvufî irfan ocaklarının çok büyük tesirleri olmuştur. En önemli hareket unsuru bir nevi sûfî dervişlerin manevi faaliyetleridir. Bölgeyle İslâm’ın kaynaşmasını temin edecek bütün imkânları bünyesinde barındıran sûfîler bölgenin, İslâmî bir temelde kurulmasında sınırları sonuna kadar zorlamışlar, muhitin hayat şartlarını değiştirmesi için gerekli unsurları hazırlamışlardır.
Tasavvuf; bütün bunları İslâmî bir merhaleye taşıyarak devrin ve bölgenin üstüne yükselmiş, bölgenin daimi surette İslâm’a doğru akmasını sağlamıştır.
Millî birlik ve beraberlik ruhuyla milletimizin yükselmesi için asırlardır gayret gösteren tasavvuf büyükleri bu milleti manevî değerlerle yoğurmuş, İslâm potasında bir kıvama getirmişlerdir.
Yazımızı H. Hamideddin Ateş Efendi’nin bu anlattıklarımızı teyit eden şu satırları ile taçlandıralım:
“Milletimizin yükselmesi, bizlerin birlik ve beraberlik içinde bulunmamıza bağlıdır. Birliğin olmadığı yerde dağılma, parçalanıp bölünme, kin, nefret ve düşmanlık vardır.
Bir toplumda, millî birlik ve beraberliğin sağlanması için o toplumda yaşayan herkese birtakım görevler düşmektedir. Bu görevlerin başında, fertlerin kendi çıkarlarını bir yana bırakıp, milletinin çıkarlarını ön plana alarak bunların gerçekleşmesi için çalışması gelir. Mü’minlerin
‘Mü’minler ancak kardeştirler.’6 ayeti gereği dindaşlarını kardeş olarak görmesi gerekir. Herkes kendi görevini eksiksiz yaptığı, milleti ve vatanı için istenilen fedakârlığı gösterdiği sürece o toplumda ilerleme, yükselme, huzur, vardır.”
Dipnot
1. 3/Âl-i İmran, 83.
2. 3/Âİ-i İmran, 19.
3. Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Şeyh Hamid-i Veli Minberinden Hutbeler, (Haz: Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, Ankara, 2006, 3. Hutbe, s. 10-11.
4. Sönmez Kutlu, Türk Müslümanlığı Üzerine Yazılar, Ötüken, İstanbul, 2017, s. 10.
5. Kutlu, a.g.e., s. 18.
6. 49/Hucurat, 10.