II. BÂYEZÎD DÖNEMİNİN ÜSTÜN BAŞARILARI KARŞISINDA NÜKSEDEN SAFEVİYYE TEHLİKESİ
15. yüzyılın sonları ile 16. asrın başlarında saltanatın sahibi olan (1481-1512) Sultan II. Bâyezîd, kaynaklarda “veli” ve “sofu” gibi vasıflarla anılan bir padişahtır. Dolayısıyla ona “Bâyezîd-i Velî” denilmekteydi. II. Bâyezîd ibadet yoğunluklu bir hayat sürer, cemâatle namaza özen gösterir ve bol bol sadaka dağıtırdı. II. Bâyezîd kendi adı ile anılan camiinin inşası tamamlanınca; “Her kim ömrü boyunca ikindi ve akşam namazlarının sünnetlerini terk etmemiş ise ilk cuma namazında o imam olsun.” diye ferman buyurmuş, ancak bu evsâfı hâiz kendisinden başka kimse çıkmadığı, hazerde ve seferde genelde sünnetleri terk etmediği için namazı kendisi kıldırmıştır.1 II. Bâyezîd’in Hakk’a münâcâtı o kadar içten ve o kadar samîmîdir ki Hakk’a yakarırken kendinden geçer, bütün varını Hakk’a verir. Hakk’a olan ülfeti o kadar ileridir ki kamunun varlığı onu ilgilendirmez. İşte bu durumun örneği onun Hakk’a yönelik şu meşhur münâcâtında saklıdır: Hudâyâ Hudâlık sana yaraşır Nitekim gedâlık bana yaraşır Çü sensin penâhı cihân halkının Kamudan sana ilticâ yaraşır Şeh oldur ki kulluğun etti senin Kulun olmayan şeh gedâ yaraşır Şu dil kim marîz-i gamındır senin Ana zikrin ile şifâ yaraşır Şu kim dürr-i gufrânın olmak diler Gamın bahrine âşinâ yaraşır Eğerçi ki isyânımız çokdurur Sözümüz yine Rabbenâ yaraşır Ne ümmid ü ne bîmdir işimiz Hemân bize havf ü recâ yaraşır Eğer adı ile sorasın Adlî’yi Ukûbetdür ona sezâ yaraşır Sen eyle anı kim sana yaraşır Ben ettim anı kim bana yaraşır Şu günde ki bir çâresi kalmaya Ana çâre-res Mustafâ yaraşır.2 II. Bâyezîd zamanında pek çok âlim, sanatkâr ve şair yetişmiş, İstanbul bir ilim ve sanat merkezi hâline gelmiştir. Molla Lutfî, Müeyyedzâde Abdurrahman, İbn Kemâl, Zenbilli Ali Efendi, Necâtî, Zâtî, Visâlî, Firdevsî gibi birçok âlim ve şair padişahın büyük desteğine mazhar olmuştur. 909-917 (1503-1511) yılları arasında muhtelif kimselere verilen ihsan ve hediyeleri ihtivâ eden bir İn‘âmât Defteri’nde birçok şairin, sanatkârın, ulemânın ve meşâyıhın ismine rastlanması, onun ilim ve kültüre verdiği değeri açıkça ortaya koymaktadır. II. Bâyezîd devri, büyük ilim, kültür ve hayır müesseselerinin inşâ edildiği, ilmî inkişâfın yüksek bir tekâmül kaydettiği, fıkıh tatbîkâtının tedvîn ve terakkî ettiği, inşâ ve imâr işlerinin çok hızlandığı, güzel sanatlarda büyük bir gelişmenin kaydedildiği, bir toplanma ve ilerleme devridir. Onun zamanında tıpta bir Hekimşah, matematikte bir Mirim Çelebi, inşâ sanatında Tâcizâde Câfer (ö. 921/1515), tarihte bir İdrîs-i Bitlisî (ö. 926/1520) ve Neşrî (ö. 926/1520 [?]), hat sanatında bir Şeyh Hamdullah (ö. 926/1520), denizcilikte bir Pîrî Reis (ö. 960/1553) yetişmiştir.3 II. Bâyezîd döneminde ülkenin birçok yerinde okullar, hastaneler, camiler ve medreseler kurulmuştur. Bunlara örnek olarak Bâyezîd Camii, Bâyezîd Medresesi, II. Bâyezîd Suyolu, Hâtûniye Camii (Tokat), Hâtûniye Camii (Amasya), Atik Ali Paşa Camii, Amasya ve Edirne Külliyeleri, Edirne, Osmancık ve Geyve İkinci Bâyezîd Köprüleri, Koza Hanı, Pirinç Han vs. sayılabilir. Kısaca söylemek gerekirse II. Bâyezîd için bir bayındırlık hükümdarı, bunun yanında bir kentleşme hükümdarıdır demek yanlış olmaz.4 15. asrın sonlarına doğru Erdebil tekkesinde fikrî dönüşüm gerçekleşmiştir. Erdebil tekkesini âsitâne edinen Safeviyye tarîkatı 16. asrın başlarında artık mezhep değişikliğine gitmiş, Sünnîlikten Şîîliğe meyletmiş, tarîkat cereyânıyken siyâsî bir teşekkül hüviyetine bürünmüş, Osmanlı devletine karşı tehdit unsuru hâline dönüşmüş ve Osmanlı topraklarına nüfuz etmeye başlamıştır.5 Erdebil ve çevresinde Sünnî bir tarîkat olarak kurulan ve 16. yüzyılın başından itibaren Osmanlı’ya ve Sünnî tasavvufa karşı büyük bir mücadeleye girişen Safeviyye, aslında Zâhidiyye’nin bir koludur. Safeviyye’nin kurucusu olan Şeyh Safiyyüddîn (ö. 732/1334), İbrahim Zahid Geylânî (ö. 700/1301)’nin mürîdidir. İran’ı işgal eden Moğollardan birçok kimsenin hidâyetine vesîle olan Şeyh Safiyyüddin’e her sene Osmanlı’dan çerâğ akçesi adı altında yardım gönderilirdi. Bu Sünnî tarîkatın gelişmesi, devrin Şîî ileri gelenlerini telaşlandırmış ve karşı tedbirler almaya yöneltmiştir. Böylece Şîîler kısa zamanda bu tarîkata sızmaya muvaffak olmuşlardır. Nitekim o ana kadar Sünnî olan bu tarîkat şeyhleri, özellikle Safiyyüddîn’in torunu Hoca Ali (1393-1429) döneminden itibaren Şîîlik’e meyletmeye başlamışlardır.6 Özellikle Timur’un 1402’de Ankara Savaşı sonucunda Anadolu’dan getirdiği binlerce esiri, Hoca Ali’nin aracılığıyla serbest bırakması, bu grubun tarîkata bağlanmasını sağlamıştır. Anadolu’ya geri dönenler ise onun fikirlerini yayan propagandist vazifesi görmüşlerdir. Şîîliği tam olarak benimseyen Erdebil şeyhi ise Hoca Ali’nin torunu Şeyh Cüneyd (ö. 864/1460) olmuştur. O, mevcut Sünnîliğe karşı militan Şîî ideolojisini benimsemiş ve bunu potansiyel siyasal bir güç hâline dönüştürmüştür. Şeyh Cüneyd’in oğlu Şeyh Haydar (ö. 1488), müntesiplerine on iki imamı temsil eden on iki dilimli kırmızı börk giydirdiği için, kendilerine “Kızılbaş” denmeye başlanmıştır. Onun zamanında tarîkat tamamen şîîleşmiş ve siyâsîleşmiştir. Aynı zamanda silah ustası da olan Şeyh Haydar, müritleriyle beraber binlerce kılıç, mızrak, ok ve yay yapmış, hem ders verdiği hem de savaş tâlimi yaptırdığı tarîkat merkezini bir kışla hâline getirmiştir. Bunlar olup biterken Erdebil’e ziyaretçi akını da devam etmiş; bilhassa Anadolu’dan, Karacadağ’dan ve Taliş’ten binlerce kişi namaz ve orucu bırakmış Şeyh Haydar’ı kıble ve mescidleri edinmişlerdir.7 Şîîlik’i İran’da en sert bir şekilde hayata geçirmeye çalışan Erdebil şeyhi ise Şah İsmail (ö. 930/1524) olmuştur. Çoğunluğu Sünnî olan İran’da on iki imam şîîliğini dayatmış ve bunu kabul etmek istemeyen Sünnî ulemâ ve halka gaddarca davranmış, çoğu ya Şîîliği ya da ölümü seçmek zorunda bırakılmıştır. Şah İsmail, mezhep değiştirmeyen annesini bile öldürmüştür. Ayrıca ülkede bu ideolojik devrimi gerçekleştirecek yeterince Şîî ulemâ olmadığı için Irak’tan Şîî âlimler getirilmiştir. Safevî şeyhlerinin özellikle de Şah İsmail’in, Anadolu’da yürüttüğü tarîkat faaliyetlerinin ardında dinî bir heyecandan ziyade, siyâsî amaçların bulunduğunu çok iyi bilen Sultan II. Bâyezîd, Şah İsmail’e gönderdiği mektupta onu uyarırken, “Tarîkat faaliyetlerini bu fânî dünyada hâkimiyet kurmak için bir araç olarak kullanmasını ve böylece Müslümanlar arasına ihtilaflar sokmasını” eleştirmiştir.8 Osmanlı Devleti’nin en güçlü olduğu ve kendisini dünyaya kabul ettirdiği bir dönemde tahta çıkan II. Bâyezîd, on üç sene gibi uzun bir zaman kardeşi Şehzade Cem’in, saltanatını elinden alacağı endişesi ile yaşamıştır. Bu endişe de, devlette bir durgunluk ve zaafa sebep olmuştur. İşte bu durgunluk sebebiyle bâtınî tarîkat esasları üzerine kurulan Safevî devletinin kurucusu Şah İsmail’i oldukça ümitlendirmiş ve Anadolu’da, Şîîliği ileri bir karakol gibi kullanıp sinsi propagandalarıyla yayılmaya ve Osmanlı devletinin bekâsı için tehlike arzetmeye başlamıştır. Öyle ki, bu gizliden gizliye sürdürülen faaliyetler, Osmanlı tebaasında mevcut Şîîleri, alttan alta devlet aleyhine ayaklanmaya hazırlamıştır. Bunun için Anadolu’ya halife adı altında birtakım dâîler gönderilmiştir. Şah İsmail’in “Hatâî” mahlası ile yazdığı Şîîrler, bu dâîleri vâsıtasıyla yerli halk arasında propaganda edilmiştir. Bu faaliyet o derece ileri gitmişti ki, Işk adındaki bir Şîî, II. Bâyezîd’e suikast yapmak üzereyken öldürülmüştür. Sultan II. Bâyezîd tehlikenin büyüklüğünü sezerek Teke kızıl başlarından bir kısmını Rumeli’ye sürmüştür. Selçuklular devrinin Babaî isyanı, Çelebi Mehmed devrinin Şeyh Bedreddîn isyanı ve Safevîlerin bu şekilde sürüp giden sinsi faaliyetleri, hep içtimâî aksaklık ve otorite zaafı neticesinde hurûç imkânı arayan Şîî ve bâtınî menşeli bir kıyâm hareketi olarak gözükmektedir. Bilâhere doğacak ve iki yüz sene müddetle memleketin huzur ve âsâyişini bozacak olan Zunnûn, Kalender ve Velî Halîfe gibi Celâlî isyanları Şia menşeli topluluklar içinde inkişâf zemini bulmuş, görünüşte akîdevî, hakikatte ise, İran’ın perde gerisinde bulunduğu siyâsî hareketler olarak zuhûr etmiştir.9 Bu menfî propagandaların Anadolu toprağında yayılma istîdâdı göstermesinde, siyasî hareketsizliğin yanında, doğudaki Sünnî tarîkatların ihmal edilip desteklenmemesi ve bunların da Şîîler gibi İran’a aynı silahla mukâbele etmemesi de rol oynamıştır. İhtiyarlığı ve ibadete olan temâyülü sebebiyle, devlet işlerini vezirlerine bırakarak münzevî bir hayat yaşama arzusunda bulunan II. Bâyezîd’in bu davranışı, şehzadeler arasında saltanat rekâbetini doğurmuştur. Bu rekâbetten de âzamî istifâdeyi düşünen Şah İsmail, emellerine âlet olarak kullanmak için, Hamid ve Teke ilinde çok faal olan Erdebil Tekkesi’ni bulmuştur. Şah Kulu adında birisinin kumandasında, ânîden ortaya çıkan bu kuvvetler, bazı bölgelerde kısmî başarılar da kazanmışlardır. Ancak Hadım Ali Paşa komutasında gönderilen kuvvetler sayesinde 917/1511 yılında yenilmişlerdir.10 Gittikçe gelişen bu tehlikeler karşısında, “Rahman’ı düşünmekten alıkoyan şeylerden kurtulmak” fikri ile Dimetoka sarayını tamir ettirip oraya çekilmeyi, münzevî bir hayat geçirmeyi isteyen II. Bâyezîd, “Tâ ki, bir köşede oturup ibadet edeyim. Tek dervişlik yoluna kanaat edeyim.” demiştir. II. Bâyezîd bu duygular içerisinde Dimetoka’ya giderken 28 Mayıs 1512 tarihinde yolda vefât etmiştir.11 Ortaya çıkan Şia propagandalarına ve bunların yerli halkın zihninde teşevvüş meydana getiren fikirlerine karşı II. Bâyezîd’in büsbütün sessiz ve hareketsiz kaldığı da söylenemez. Ancak yaptığı mücâdele, muhtemel tehlikeyi bertaraf edici olmamış, ancak alınması lüzumlu bazı tedbirlere nisbî bir istikâmet vermiştir. Şah İsmail ve Safevîlerin bölücü faaliyetlerine son vermek üzere II. Bâyezîd, Şîîlerin İran’a gitmelerini yasaklamış, bunlardan yakalayabildiklerini Rumeli’ye sürmüştür.12 Bu tedbirleri yerinde ve yeterli bulmayan Şehzade Selim; “Pederimle görüşüp ahvâli, devlete şifâhen arzetmek muktezâ-yı maslahattır” diyerek, İstanbul’a kadar gitmiş ve 917/1511 yılında işi babasına kılıç çekmeye kadar götürmüştür.13 Fatih’in hedeflediği düşünceler göz önünde bulundurularak II. Bâyezîd tarafından yapılan yeni bir davete Câmî, icabet etmeyi arzu etmiş ve seyâhat hazırlığını ikmâl ederek, istanbul’a müteveccühen yola çıkmış ve Hemedan’a kadar gelmiş ise de, Anadolu’da tâun salgını olduğunu işiterek, Padişah’tan özür dilemiş ve yarı yoldan geri dönmüştür.14 II. Bâyezîd’in yakın ilgi gösterdiği bir diğer Nakşî şeyhi, Emir Sultan (ö.833/1439)’ın amca-zâdesi Seyyid Ahmed b. Muhammed el-Buhârî (ö.922/1490-91)’dir. II. Bâyezîd’in bu sıcak ve samîmî alâkasından istifade ile Emir Buhârî, Fâtih civarında kendi adı ile anılan ve feyzi günümüze kadar gelen “Emir Buhârî Dergâhı”nı yaptırdı.15 Sâlik ve tâliblerin gittikçe artması üzerine ihtiyaca cevap veremez duruma gelen tekkeye, daha sonra II. Bâyezîd, bir mescid ve ilave hücreler inşâ ettirmiştir.16
Kadir ÖZKÖSE
YazarOsman Hulûsi Efendi’nin tasavvuf anlayışının merkezini vuslat arzusu oluşturmaktadır. Onun seyr u sülûk eğitiminde merasim, şekil, sûret ve gösterişe yer yoktur. Yaraları sarmak, sıkıntıları gidermek,...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
İslâm, insanlığın hem dünyada hem de ahirette mutluluğunu hedefleyen son ilahî dindir. Bu din, en doğru bir şekilde Allah’ın kitabı Kur’an’dan ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sünnetinden öğrenilebilir. Ç...
Yazar: Mehmet SOYSALDI
Yûsuf Hemedânî’nin tam ismi Ebû Yâkûp Yûsuf b. Eyüp b. Yûsuf b. Hüseyin b. Vehre el-Hemedânî el-Bûzencirdî’dir. 440/1049 tarihinde Hemedân’ın Bûzencird kasabasında doğan Hemedânî, tahsil hayatına erke...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Ahmed-i Yesevî, hikmetlerinde bizlere Kur’ân’ın öngördüğü zikir ibâdetini gündemde tutmakta, inananların zikirle uyanışa ermelerini öngörmektedir. Ahmed-i Yesevî, konuyu özellikle şu beş ana noktada e...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE