II. Abdülhamid Han’ın Kalemi Kuvvetli Kızı Ayşe Sultan
Sultan II. Abdülhamid'in, baş ikbal iken dördüncü zevcesi olan Müşfika Kadınefendi’den dünyaya gelen kerîmesidir. 1 Kasım 1887 tarihinde Yıldız Sarayı’nda doğmuştur. Babası Abdülhamid Han, doğmadan önce; “Kız doğarsa Ayşe, oğlan olursa Musa adını vereceğim.” dediği için ismini Ayşe olarak koymuştur. Doğumun ardından Dilesrar Kalfa’yı çağırmış ve “Kızım sana emanet!” diyerek dadılık vazîfesine onu tâyin etmiştir. Süt ninelik görevine de Pervin Hanım getirilmiştir. Bu mânâda Ayşe Sultan’ı büyüten Pervin Hanım olmuştur.
Ayşe Sultan anılarında, doğum ve sonrasına ilişkin bunların haricinde şu ayrıntılara yer vermiştir: “Ben dünyaya geldiğim gün babam çok sevinmiş. Müjdeyi götüren hazînedar Filürye Kalfa’ya bir broş ihsân etmişti. Doğumum hizmetinde bulunan Ebezâde Kamile Hanım’a 300 lira ihsânda bulunmuştu.
Annemin hamileliği esnasında her hafta muayene ve tedavisinde bulunan o zamanın kadın hastalıkları mütehassısi Doktor Triandafilidis ayrıca nişanla taltif edilmişti. Ben üç buçuk kilo ağırlığında, sıhhatli bir bebek olarak dünyaya gelmişim. Babam, doğduğumun ikinci günü annemin odasına kıbleye karşı seccadesini yaydırmış, kulağıma ezân-ı Muhammedî okutarak üç defa adımı tekrar etmiş.
Hazineden, altın yaldızlı beşiğim ve o zamana göre işlemeli örtüler, havlular, gümüş taslar, pek eski ananelerden olan (uzun ömür sembolü olarak verilen) gümüş kaplumbağa tas, mâbeyn hademeleri tarafından getirilmiş. Annemin kına gecesi, yedinci akşam, sarayın kadınlardan kurulmuş incesaz takımı çalmış, şeker ve şerbet dağıtılmış, paralar serpilmiştir.”
Abdülhamid Han tüm şehzâdeler ve sultanları gibi Ayşe Sultan’ı ziyâdesiyle severdi. Tabii Ayşe Sultan’ın da bu sevgi ve şefkate karşı mukâbelesi çok daha fazlaydı. Hâtıralarında babasına beslediği sonsuz muhabbeti; “Annemi çok severdim. Ama babamı ondan çok seviyordum. Babama karşı duyduğum sevgiye, saygı ve tâzim de karışıyordu. ‘Güzel kızım, melek evladım!’ diyordu. Bu tatlı sözlerine pek seviniyordum.” sözleriyle târif ve telaffûz etmiştir.
Biraz büyüyünce babasının üçüncü musâhibi Said Ağa kendisine lala tâyin edilmiştir. Dört-beş yaşlarından itibâren lalası, abası ve dadısı tarafından terbiye edilmeye; akranı beş kızla arkadaşlık kurması, onlarla çeşitli oyunlar oynaması ve sağlıklı bir çocukluk hayatı geçirmesi sağlanarak, sağlam bir kişiliğe sahip olması temin edilmeye çalışılmıştır.
Hâtıralarında nasıl bir çocukluk ve oyun çağı geçirdiğinden şu şekilde söz etmiştir: “Beni selâmlık kapısına kadar aban ve dadım götürürler, lalama teslim ederlerdi. Küçük arabama binerek bahçede dolaşırdım. Yanımda daima gümüş kaplı bir çanta içinde bana lüzumlu olacağı tahmin edilen şeyleri, gümüş suluk ve şemsiyemi de küçük haremağaları getirirlerdi. Günaşırı sabahları babama götürüp gösterirlerdi. Babam beni sevip okşarmış. Dört beş yaşlarına geldiğim zaman, beni eğlendirmek için ben yaşta beş küçük kız almışlardı. Bu küçük kızlara iyi bakılır, temiz ve güzel giyinirlerdi.
Ben bu küçük arkadaşlarımı çok severdim. Öğleden sonra oyuncak odamda hep beraber bebeklerimle oynardık. En sevdiğim oyuncak çalgılı bebeklerimdi. Biz oynarken, dadım Nilifelek Kalfa da daima kapının önünde oturur, bize nezaret ederdi. Eğer bu çocuklardan biri çirkin bir harekette bulunur, fena bir söz söylerse derhal onu oyundan çıkarır, ceza verirdi. O zaman ben pek üzülürdüm.”
Yine çocukluk ve ilk gençlik döneminde annesi, kız kardeşleri, kalfalar ve diğer saray mensuplarıyla birlikte yaptıkları eğlenceli kır gezintileri, piknikler, burada geçirdikleri hoş vakitler, zevkli oyunlar ve eğlenceler ve sarayın bahçesindeki birbirinden sevimli hayvanları görmek ve sevmek için sık sık gerçekleştirdiği ziyâretleri ise şöyle anmıştır:
“Bizim en büyük eğlencemiz, Yıldız bahçelerinde gezmekti. Selamlıklardan sonra sarayda kır dediğimiz büyük parktaki köşklere gider, hep birlikte vakit geçirir; bahçe takımları dediğimiz soğuk yemekleri her hafta birimiz masraf edip getirir; akşama kadar oralarda eğlenirdik. Çadır Köşkü’ne, Malta Köşkü’ne, Bahçıvanbaşı Köşkü’ne, Acem Köşkü’ne, Talimhane Köşkü’ne gider, oralarda gezerdik. Bu gezintilerde genç sultanlar bir araya gelirdik. Annelerimiz de iştirak eder, maiyetimizdeki yaşlı ve genç kalfalar da bizimle beraber bulunurlardı.
Eğlencelerden sonra akşam saraya dönerdik. Arada Kâğıthane’ye gittiğimiz de olurdu. Sarayın bahçelerinde birçok cins hayvanlar vardı. Acem Köşkü’nün olduğu yer adeta hayvanat bahçesi gibiydi. Küçük ayılar, devekuşları, maymunlar, zürafalar ve bir çift zebir (zebra) hep orada idi. Harem tarafındaki Selâmlık Bahçesi’nde ise her cins kuşlar vardı. Tavuslar, sülünler, türlü türlü papağanlar, güvercinler bulunurdu. Büyük Havuz’daki Japon ördekleri çok güzeldi. İsviçre’den kuğular da getirilmişti. Bunları pek sever, daima görmeye giderdim.”
Ayşe Sultan iyi bir eğitim öğrenimden geçmiştir. Kendisinin de ifade ettiği gibi, hakîkî bir Osmanlı terbiyesi ve sağlam bir dinî îtikat ile yetiştirilmiştir. Eğitiminin nasıl başladığı, ilk okumasının nasıl cereyan ettiği, bundan kendisi, annesi, lalası, bakıcıları ve nihayet babası Sultan Abdülhamid’in duyduğu mutluluk ve heyecanı, hocaları ve aldığı özel dersleri tüm teferruatıyla hatıralarında şu sözlerle hikâye etmiştir:
“Artık okuma çağımız gelmiş, annem bunu babama arzetmişti. Doğduğum Küçük Mabeyn Dairesi’nde bu defa da bir okuma odamız ayrılacaktı. Benden üç ay büyük olan hemşirem Şadiye Sultan’la beraber sabahları oraya gidip, bize tahsis edilen hocalardan ders alacaktık.
Biz gitmeden önce sarayın hademeleri, dairenin büyük salonuna kırmızı kadife minderler ve rahleler koyacaklardı. Rahlelerin üzerinde divitli, rıhdanlıklı porselen yazı takımlarımız, kamış kalemlerimiz duracaktı. Hocalarımız Sırkâtibi Hasib Efendi ile Husûsi Şifre Kâtibi Kâmil Efendi idi. Hasib Efendi Kur’ân-ı Kerim, Arabî, Farisî; Kâmil Efendi de Türkçe, yazı ve kıraat, kavâid-i Osmanî, hesap, tarih ve coğrafya derslerini verecekti. Sevincimize son yoktu. Annem, mektep çantamı hazırlamıştı.
Fevkalâde güzel mor kadife üzerine gümüş işlenmiş bir çanta içine kıymetli yaldızlar içinde bir elifba cüzü, altın ve uçları elmaslı hilâller (harfleri göstermeye yarayan ince çubuklar) konmuştu. Mor rengi çok sevdiğim için çantamı bu renkte hazırlamışlardı. Mevlid Ayı’nın (Rebiülevvel) birinci Perşembe günü seçildi. İlk Besmele-i Şerif’i çekmek üzere lalalarımıza teslim edilerek mektebimize gidiyorduk. Bütün saray halkı, harem kapısının önünde bizi uğurluyorlardı. “Allah zihin açıklığı versin!” diyorlardı.
Mektebe gitmeden önce annem beni karşısına almış, hocalarımıza itâat edeceğimizi, sözlerini dinleyip çalışacağımızı, hoca hakkının ana ve baba hakkından büyük olduğunu birçok misallerle anlatmış, epeyce öğütler vermişti. Hocalarımız bizi bekliyorlardı.
Onları hürmetkerâne selâmladık. Rahlelerimizin önüne oturup Besmele-i Şerif’i çektik. Birkaç harf okuduk. Yazı hocamız da bir iki harf yazdırdı. O günkü dersimiz bitmişti. Lâkin biz allâme-i cihan olduğumuzu zannetmiştik. Hocalarımıza çok iyi çalışacağımızı vaat ederek doğruca babamın dairesine gitmiştik.
Mektebe gidip okumuş olduğumuzu söylemek, Efendimizin elini öpmek istediğimizi bildirdik. Annem, “Efendiciğim! Sultanlar geldiler. İlk derslerini almışlar. Efendimizin elini öpmek istiyorlar!” dedi. Babam, “Gelsinler!” emrini verince Şadiye Sultan önde, ben arkada ellerimizi kavuşturarak girdik.
Doğruca bir temenna ederek elini öptük. Çenelerimizden okşayarak kendine çekti. Alınlarımızdan öptü; “Bugün okudunuz öyle mi? İnşallah iyi çalışırsınız, göreyim sizi!” dedi. Biz de; “Evet Efendimiz, çalıştık!” dedik. Güldü; “Pekâlâ aferin! İşte böyle olmalı!” dedi. Annem bize, “Durmayınız!” işaretini vermişti. Arka arka çekilerek temenna ettik. Sevinçle dışarı koştuk.”
İlk okuma ve yazma talimleri ve yine babası Sultan Abdülhamid ile bu sevincini paylaşması ve aralarında geçen hoş diyalogla alâkalı bir başka çocukluk anısı ise şöyledir: “Küçüklüğümde, ilk okumaya başlayıp da hocam Kâmil Efendi’nin yazısını biraz kopya edebildiğim zaman, yazımı kendisine göstermek için babama hitaben, bana bir dua yazdırmış, bu kâğıdı büyük bir zarfa koyarak elime vermiş; cülus günü tebrikten sonra babamın eline vermemi tembih etmişti.
Tembihini tuttum, elimde kâğıt, içeriye girip elini öptükten sonra kâğıdı verdim. Babam kâğıdı gülerek aldı. Açıp okudu. Sonra beni kendine doğru çekti. Yanaklarımdan öptü. Başımı eliyle okşayarak; “Aferin meleğim! Pek güzel yazmışsın. Teşekkür ederim. İnşallah çok terakki edersin!” dedi. Pek sevinmiştim. Hocam da iftihar etmişti. Bu yazıyı, annem çerçeveletmişti.”
Ayşe Sultan ayrıca, Mızıka-yı Hümayun muallimi François Lombardi’nin talebesi Hazinedar Dürrüyekta’dan -Padişah’ın tüm kızları gibi musiki dersleri almış; piyano çalmayı öğrenmiştir.
Babasının saltanatının son yıllarında Beyrut eşrafından (sonradan Suriye Cumhurbaşkanı olan) Fahri Beyzade Ahmed Nami Bey ile nişanlanmıştır. Fakat Sultan Abdülhamid’in 1909’da tahttan indirilmesi ve Selanik’te mecburî ikâmete tâbî tutulması Ayşe Sultan’ın düğününü geciktirmiştir.
Ayşe Sultan, babasını çok sevdiğinden ve ona çok bağlı olduğundan, annesi de yanında olduğu hâlde Selânik’e hareket etmiştir. Damat Ahmed Nami Bey’in evlenmek için hükümete başvurmasıyla bir yıl sonra Ayşe Sultan, kardeşleri Şadiye ve Refia Sultan ile birlikte İstanbul’a geri dönmüştür.
Ayşe Sultan’ın nikâhı 1910 yılında Refia Sultan’la aynı günde Dolmabahçe Sarayı’nda Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi tarafından kıyılmıştır. Düğün ise iki ay sonra Ayşe Sultan’ın Bebek’teki köşkünde tertiplenmiştir. Babası Abdülhamid Han sürgünde olduğundan düğün merasimi özel bir biçimde düzenlenmiş; masraflar hazineden karşılanmıştır. Düğünün tamamlandığı Sultan Abdülhamid’e telgrafla bildirilmiştir.
Ayşe Sultan’ın, Ahmed Nami Bey’den 1911’de Ömer Nami, 1913’de Âliye Sultan ve 1918’de Osman ismiyle üç çocuğu olmuştur. Bir süre ailecek, İsviçre’nin Cenevre şehrinde yaşamışlardır. 1921’de Ahmed Nami Bey’den ayrılmış; bir yıl sonra hassa müşiri Rauf Paşa’nın oğlu Yarbay Mehmed Ali Bey ile ikinci evliliğini yapmıştır.
Bu evliliğinden de, 1922 yılında Abdülhamid Rauf adıyla bir oğlu daha doğmuştur. 1924’de Osmanoğulları’nın yurt dışına gönderilmesi söz konusu olduğunda eşiyle beraber Fransa’ya gitmiş ve Paris’e yerleşmiştir. Vatanı hangi duygularla terk etmek zorunda kaldıklarını hatıralarında şu hazin cümlelerle dile getirmiştir:
“Nihayet korktuğumuz günler gelip çatmıştı. Memleketi, sevgili vatanı terk etmeye mecbur olmuştuk. Hangi diyarlara gidecektik? Biz Türkiye’nin taşından, toprağından yaratılmıştık. Cesetlerimiz, kemiklerimiz, o toprağın mahsûlü idi. Yabancı ülkelerde ölmek istemiyorduk.
Suçsuz olarak vatandan kovuluyorduk. Bu ne kadar acı idi. Yegâne günahımız, hânedan azası olmaktan ibaretti. Yol hazırlığımızı yapmak için mevcut eşyamızı haraç mezat satıyorduk. Tabi hem acelemizden, hem de bu gibi işleri bilmediğimizden hiçbir zaman hakîkî değeriyle satamıyorduk. Topladığımız bu parayla, bizim gibi çoluk çocuk sahibi olanlar kaç yıl yaşayabilirdi? İşte bu hâlde, gözyaşları içinde vatanı terk ettik.”
1937’de eşi Mehmed Ali Rauf Bey’i Paris’te kaybeden Ayşe Sultan, bir daha evlenmemiştir. 1952’den itibaren hânedanın kadın üyelerinin Türkiye’ye dönmesine izin verilmesiyle 1953 yılında vatana dönmüştür. Gurbet yıllarında yaşadığı acıları, vatana beslediği büyük sevgi ve özlemi, yurda döndüğü esnâda duyduğu sevinci hatırlarında şöyle satırlara dökmüştür:
“Elde avuçta kırıntı, döküntü ne buldumsa, ne kalmışsa bir müddet onları satmakla geçindik. Fakat bu da kâfi gelmiyordu. Biz zaman el yazısıyla “İnnallâhe ma’assâbirîn/Allah sabırlılarla beraberdir.” yazılmış bir levhayı kopya ederek, bir de tuğralar yaparak satmakla vakit geçirdim.
Pul koleksiyonumu verip parayı aldığım zaman gözlerimden yaşlar boşandı. Kıymetli elmaslarımı bile satmıştım. Bizler, yersiz yurtsuz, vatansız topraksız kamış bir sürü insandık. Fransızlar hâlimize acıyorlar, bizi incitmiyorlardı. Ama biz onlardan ne bekleyebilirdik?
Herhangi bir yabancı devletin tebaası olmak gururumuza dokunuyor, nefsimize ağır geliyordu. İşte bu acıklı hayatın içinde kavurup giderken, günün birinde gazetelerde, bugünkü Cumhuriyet hükümetimizin bizleri memleketimize kavuşturacağını, nihayetsiz bir sevinçle okudum.
Yirmi dokuz yıldan beri ihtiyar anacığımı görmediğimden, hasretiyle yanıyordum. Şimdi yollar bize açılmıştı. Anneme kavuşmak, vatana dönmek, aziz topraklarına yüz sürmek, en büyük emelimdi. Kendimi derhal uçağa atarak vatana kavuştum.
Uçaktan inip de kendimi burada gördüğüm dakikanın saadet ve şaşkınlığını hiçbir vakit unutamayacağım. Mukaddes vatan topraklarına bir gün ayaklarımın değeceğini asla ümit etmeyerek geçirdiğim bu 29 yılın ağırlık ve ıstırabını hâlâ hissetmekteyim. Annemin kucağına atılıp da döktüğümüz hasret gözyaşları birbirine karışırken ilk sözümüz, ‘Allah vatana, millete zeval vermesin!’ duâsı olduğu gibi, hayatımız sona ererken son sözümüz yine bu olacaktır.”
İstanbul’da, validesi Müşfika Kadınefendi’nin Serencebey Yokuşu’ndaki evinde ikâmet etmiştir. “Osmanoğlu” soyadını alarak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmuştur. Türkiye’ye döndükten sonra hatıratını kaleme almaya başlamış ve 26 Ağustos 1955’de tamamlamıştır.
Hatıralarını yazmaktaki maksadını şöyle açıklamıştır: “Hatıralarımı yazmaktan maksadım, sevgili milletime bir küçük yadigâr bırakmak, sarayda geçen husûsi hayatımızı hikâye etmek ve tarihimizin son devirlerinde yaşadığım ve şâhidi olduğum vukuatı bildirmekle ufak bir hizmette bulunmak arzusudur. Son nefesime kadar milletimin, vatanımın ebedîliğine ve saadetine duâ etmek, en büyük, en mukaddes borcumdur.”
“Babam Abdülhamid” başlığını taşıyan bu hatıratı, Hayat Mecmuasında tefrika edilirken yayının yarıda kalmasıyla, 1960 yılında kitap hâline getirip neşretmiştir. Bu eserin, günümüzde farklı yayınevleri tarafından yapılan baskıları mevcuttur. Kaynak niteliği taşıyan bu hatıratta, kendi hayat hikâyesi yanında, babası Sultan II. Abdülhamid’in de hayatını, saltanatını, kişiliğini ve devrindeki mühim hâdiseleri hem onun ağzından hem de kendi tanık oldukları ışığında anlatmıştır.
Ayşe Sultan, kalemi, kelâmı, edebiyatı, hafızası ve bilgi dağarcığı kuvvetli, irfan sahibi kültürlü bir hanım sultandı. Sanatkâr rûhlu, iyi piyano çalan, alafranga besteler yapan ve iyi resim çizen bir kadındı. 10 Ağustos 1960 tarihinde İstanbul’da Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Kabri, Yahya Efendi Kabristanı’ndadır.
Kaynakça:
Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid, Selçuk Yayınları, İstanbul, 1986.
Çağatay Uluçay, Padişahların Kadınları ve Kızları, Ankara, 1992.
İsmail ÇOLAK
YazarOsmanlı cemiyetinin oldukça zengin ve renkli bir yelpazesi vardı. İnsanî hoşgörü iklimi altında, çok sesli bir harmoni içerisinde birlikte yaşama becerisini gösteren, faziletli bir içtimâî bünyeye sah...
Yazar: İsmail ÇOLAK
1870’lerden itibaren Avrupa ve Amerika’da, sözde ‘uygar’ insanları eğlendirmek amacıyla fuarlar ve hayvanat bahçeleri gibi yerlerde kolonilerden getirilen farklı renkten ve ırktan insanlar teşhîr edil...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Edebâli muştusu okunurken dillerdeBir oymaktan uzandı, devletliğe bu şehirFetretteyken Türk yurdu, filizlendi Osman’laTürk’ün gücü şahlandı, zamana oldu âhirÇerağları Söğüt’ün, Türk-İslâm’ca yanarkenC...
Şair: Celalettin KURT
Bu dünya gurbetine gönderilirken iki önemli varlık bize yoldaş kılınmış: Kalp ve nefs. Bu yazıda nefis üzerinde duracağız. Nefis aslında dönüşmesi her an mümkün olan bir varlık… Boynundan tutulup hiza...
Yazar: Mahmut KAPLAN