HZ. PEYGAMBER (S.A.V.) VE SAHÂBE ÖRNEKLİĞİNDE “SAMİMİYET”
Sahâbe ile Hz. Peygamber (s.a.v.) arasındaki ilişkide herhangi bir resmiyet yoktu. Canlarından çok sevdikleri Peygamberlerine karşı sonsuz bir güven, samîmiyet, sevgi ve saygı hâkimdi. Allah Rasûlü, ashâbına karşı ne denli düşkün ise, sahâbe de ona karşı o derece gönülden bağlı idi.
Allah tarafından insanlara rehber olarak seçilmiş bütün peygamberlerin ortak özelliklerinden birisidir samîmiyet. Bu, onların Allah’a karşı özden bağlılıklarını ifade ettiği gibi, inananlarına karşı da içten bağlılık şeklinde gösterir kendini. Nitekim çeşitli âyetlerde Hz. Nuh, Hz. Hud ve Hz. Salih Peygamberlerden her birinin samîmî ve güvenilir oldukları ifade edilmiştir.1
Peygamberlerin sonuncusu olan Rahmet Elçisi de kelimenin tam anlamıyla samîmiyet timsâli idi. Hatta onun bu yönü, ne risâlet öncesinde, ne de sonrasında değişti. Mekke’de “Muhammed el-Emîn” diye nitelenen bu yüce ahlâkı Medine’de eksilmeden devam etti. O, herkese karşı içten davrandı. Yapmacıklıktan, çıkarcılıktan, gösterişçilikten daima sakındı. Özüyle, sözüyle dâvâsının şâhidi oldu.
Samîmiyetle Yaşanmış Bir Ömür
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hayatına bakıldığında, samîmiyetle yaşanmış bir ömür çıkar karşımıza. Tam kırk yıl Mekke halkına karşı, kalan yirmi üç yıl bütün Müslümanlara karşı samîmî, örnek bir hayat sergiledi. Ashâbıyla arasındaki ilişkilerde ne bir resmiyet, ne de sun’îlik vardı. Aksine tamamen tabiî ve samîmî bir ilişki söz konusuydu. Bu ilişkilerde Kur’anî ve nebevî ölçüler doğrultusunda samîmiyet hâkimdi. Allah Rasûlü, köle-câriye olmasına, zengin-fakir olmasına bakmaksızın herkesle ilgilenmiş, arpa ekmeğine davet edenin davetine icâbet etmiştir. Özellikle bîçâre ve gariplere, kimsesizlere, öksüzlere ve yetimlere değer vermiştir. Cemâate gelmeyenleri sormuş, hastaları ziyâret etmiş, cenâze namazlarını kıldırmış, borcunu ödeyemeyenlerin borcunu kendisi üstlenmiştir. Rahmet Elçisi, sosyal statüsüne bakmaksızın hemen herkese karşı son derece ince ruhlu, edep ve tevâzu sahibi idi. Medine câriyelerinden biri, merhametli bir baba samîmiyeti içerisindeki Hz. Peygamber (s.a.v.)’in elinden tutar, kendisini götürmek istediği yere götürünceye dek elini bırakmaz
2, o da elini câriyenin elinden çekmezdi.
3
Veda Haccı’na geldiklerinde, yüz bin civârındaki ashâbını o zaman için Mekke dışındaki Ebtah denilen mevkie, açık araziye yerleştirmişti. Mekke’deki bazı akrabaları Peygamberimiz (s.a.v.)’i Kâbe’nin yanı başındaki evlerine buyur etmişlerse de o kendi rahatını değil, ashâbıyla birlikte kalmayı tercih etmişti.
Samîmiyet yahut özden bağlılık denilince, iki tarafın birbirlerine karşılıklı bağından söz edilmelidir. Zira samîmiyet tek taraflı olamaz. Hz. Peygamber (s.a.v.) ile ashâbı arasındaki samîmiyetten söz edeceğimiz bu yazımızda, aynı zamanda yöneten ile yönetilen arasındaki samîmiyetin sınırları ele alınacaktır. Konu her iki tarafın da samîmiyetini dile getiren iki hadis üzerinden anlatılacaktır. İlk hadisimiz, yöneticilerde olması gereken samîmiyeti ifade etmektedir
: “Müslümanların yönetimini üstlenen, fakat onlar için bütün gücüyle çalışmayıp, onlara içtenlikle davranmayan yönetici, onlarla birlikte Cennete giremez.”4 , “Allah’ın kendisine bir toplumun yöneticiliğini nasip ettiği kimse, halkın tamamına aynı içtenlikle sahip çıkmazsa Cennetin kokusunu bile alamaz.”5
Bu iki hadisin verdiği mesaja göre, Müslüman bir yönetici, yönettiği halkına karşı samîmî olmalı, onlara içten davranmalıdır. Bu durum sadece belli bir kesime dönük olmamalı, halkın bütününü kuşatmalıdır. Yani herkese karşı eşit muâmele, herkese karşı adalet, herkese karşı hakkâniyet istenmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.), bu konudaki hassâsiyeti gereği,
“Kızım Fâtıma da olsa cezâlandırırdım.”6 diyecek; en sevdiği sahâbîlerinden Üsâme’nin suçlu bir hanımın cezâsının düşürülmesi teklifini hiç tereddüt etmeden reddedecektir.
7 Aksi takdirde yöneticinin cennete girmesi şöyle dursun, kokusunu dahi alması mümkün olamayacaktır. Hadisin başka bir versiyonunda ise samîmiyetin zıddı olan ğill u ğışş, yani aldatma, hatta daha açık bir ifade ile halka ihânet etme durumundan söz edilmektedir:
“Kendisine bir toplumun yöneticiliğini nasip ettiği kimse, halkını aldatıp hıyânet ederek ölürse Allah ona cenneti haram kılar.”8
Allah, İhânet Edene Cenneti Haram Kılacaktır
Hadisten açıkça anlaşılmaktadır ki, yönettiği insanlara karşı samîmi bir idarecilik beklenen yönetici, bunun yerine onları aldatmaya kalkışırsa, diğer bir ifade ile onlara ihânet ederse, Allah ona cenneti haram kılacaktır. Şu hâlde samîmiyetin zıddı, aldatma ve ihânet etme demektir. Bu, hiç şüphesiz iki taraf için de söz konusudur. Yani ne yönetici halkına, ne de halk yöneticisine ihânet etmelidir.
Bazı kaynaklarımızda ‘nasîhat’ kelimesinin karşılığı olarak ‘ğışş’, yani ‘aldatmak’ veya ‘adâvet’, yani ‘düşmanlık’ kelimesinin kullanılması bu açıdan çok manidardır. Nitekim Allah Rasûlü, husûmetleşme sonrasında hasmına facirlik yapmayı, din kardeşine her türlü fısk u fücûru revâ görmeyi, açıkça münâfıklık alâmeti olarak görmekle kalmamış;
9 ğıll u ğışş içine girenleri, yani her türlü entrikalara soyunanları,
“Bizi aldatan bizden değildir!”10 buyurarak sert bir şekilde uyarmıştır. Halkın yöneticisine karşı samîmiyeti ise hadiste şöyle ifade edilmektedir: Allah Rasûlü, “Din, samîmiyettir.” buyurunca biz, “Kime?” diye sorduk. O şöyle cevap verdi:
“Allah’a, Kitabına, Rasûlü’ne, Müslümanların yöneticilerine ve bütün Müslümanlara.”11
Peygamberimiz’in bu hadisi, 5 maddelik içeriği ve vermiş olduğu mesajı sebebiyle bazı âlimler tarafından İslâm’ın dörtte birine denk kabul edilmiştir. Hadisimizin dördüncü maddesi, Müslümanların idarecilerine karşı samîmiyetini ifade etmektedir. İdeal bir idareden söz edebilmek için idareci ile tebaa arasında karşılıklı bir bağlılığın olması kaçınılmazdır. Yukarıdan aşağıya koruyan, kollayan, emânet bilinciyle ve adalet prensibiyle sevk ve idare eden, himâye edip yöneten bir bağlılık; aşağıdan yukarıya doğru ise meşrû otoriteyi cân u gönülden kabul edip ona itâat ve ittibâ eden, hak ve hayr işlerde daima ona arka çıkan ve destek veren bir bağlılık. Ancak hemen belirtmeliyiz ki burada söz konusu olan, aslâ kayıtsız-şartsız körü körüne bir bağlılık değildir. Aksine, ma’rûf olan işlerde itâat etmek, özden bağlanmak ve desteklemek demektir; münker olan işlerde ise samîmî bir şekilde itiraz ve muhâlefet etmek, onu uyarmaktır. Âyet-i kerimede Allah Rasûl’üne dahi,
“iyi işlerde isyân etmeme”12 kaydının düşülmesi; aynı şekilde,
“Allah’a isyân husûsunda itâat yoktur. İtâat
, ancak ma’rûf işlerdedir.”
13 buyrulması, söz konusu itâatin mutlak bir itâat olmadığını ortaya koymaktadır.
Allah Rasûlü’ne İtâatin Eşsiz Örneği
Bu âyetlerin nüzûl ortamı ile bu hadislerin vürûd ortamını Hz. Peygamber (s.a.v.)’le birlikte yaşayan sahâbîler, Mekke ve Medine’de bunun birçok canlı örneğini sergilemişlerdir. Onlar, peygamberleri olduğu kadar, liderleri ve yöneticileri olan Allah Rasûlü’ne itâatin eşsiz örneklerinin yanı sıra samîmî bir şekilde itirazların, eleştirilerin hatta muhâlefetlerin de oldukça ilginç örneklerini gerçekleştirmişlerdir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’e karşı sahâbenin bağlılığını Hudeybiye’de müşâhede imkânı bulan Kureyş’in ulularından Urve b. Mes’ud’un Kureyş’e aktardığı izlenimleri şöyledir: “Ey kavmim, ben birçok krallar gördüm, heyet olarak Kayser’e, Kisrâ’ya ve Necâşî’ye gittim. Vallâhi, Muhammed’in ashâbının ona ta’zîm ettiği kadar, hiçbir kralın adamlarının ta’zîm ettiğini görmedim.”
14 Yine Hudeybiye sulhunu yenilemek için Medine’ye gelen, fakat Hz. Peygamber (s.a.v.)’den de, sahâbeden de olumlu bir cevap alamayan Ebû Süfyân da Mekke’ye vardığında, “Size hepsinin kalpleri tek bir kalbe bağlı bir kavimden geldim.” demekteydi.
15
Sahâbenin Rasûl-i Ekrem’in otoritesini kabullerinde iman, hidâyet, muhabbet, teslîmiyet ve samîmiyet vardı. Onlar Allah Rasûlü’nü her yönüyle kendilerine örnek ve rehber edinmişler, ona cân u gönülden bağlanmışlardı. Yüce Allah, Kur’an’ın birçok âyetinde, inananlara Allah ile birlikte Rasûl’üne de itâat etmelerini emretmiş
16, hatta Rasûl’e itâat eden kimsenin, Allah’a itâat etmiş olacağını
17, kezâ ona biat edenlerin de Allah’a biat etmiş olacaklarını haber vermiştir.
18 Öyle ki, Allah’ı sevme iddiasında olanların, Allah sevgisine nâil olabilmeleri için, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e uymaları şart koşulmuştur.
19
Şüphesiz, câhiliyeyi tasvîb etmeyen ya da o çirkefliğin içerisinde horlanan insanlar, kendileri için hem dünya, hem de âhiret saâdetini vadeden Hz. Peygamber (s.a.v.)’e güvenmişler, inanmışlar, içtenlikle ona bağlanmışlardır. Onların bu içten bağlılıkları, onun otoritesine de uygun olarak, ona itâat edip uymayı beraberinde getirmiştir. Sahâbe ile Hz. Peygamber (s.a.v.) arasındaki ilişkide herhangi bir resmiyet yoktu. Canlarından çok sevdikleri Peygamberlerine karşı sonsuz bir güven, samîmiyet, sevgi ve saygı hâkimdi. Allah Rasûlü, ashâbına karşı ne denli düşkün ise, sahâbe de ona karşı o derece gönülden bağlı idi. Böyle bir ilişki, İslam toplumunun ilk örnek neslini, “asr-ı saâdet” neslini oluşturdu. Bazı usulcülerin dediği gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hiçbir mûcizesi olmasa, onun 23 senede oluşturduğu bu sahâbe toplumu, mûcize olarak yeterdi. Sahâbe ile Rahmet Elçisi arasındaki bu samîmi ilişki, aslında Müslümanlar arasındaki ast-üst ilişkileri açısından ideal bir model oluşturmaktadır. Ve bugün, bu samîmî ilişkiler ağına olan ihtiyaç, her zamankinden daha fazladır.
Dipnot
* Prof. Dr. Bünyamin ERUL
1. Bkz: 7/A’raf, 62, 68, 78, 79, 93; 11/Hud, 34. Bu âyetlerde geçen N-S-H kökünden türeyen kullanımlar meallerimizin birçoğunda hep “öğüt vermek, öğüt veren” şeklinde çevrilmiştir. Oysa bu ifadelerin “samimi davranma, özden bağlı olma” şeklinde çevrilmesi daha uygun düşmektedir. Diğer âyetler için bkz: 9/Tevbe, 91; 28/Kasas, 12, 20; 66/Tahrîm, 8.
2. Buhârî, Edeb 61.
3. Ahmed b. Hanbel, Müsned, III. 174.
4. Müslim, Îmân, 229.
5. Buharî, Ahkâm, 8.
6. Nesâî, Kat’u’s-Sârık, 6.
7. Müslim, Hudûd 8-11.
8. Buharî, Ahkâm, 8; Müslim, Îmân, 227-228.
9. Buharî, İman, 24; Müslim, Îmân, 106.
10. Müslim, Îmân, 164.
11. Müslim, Îmân, 95.
12. 60/Mümtehine, 12.
13. Müslim, İmâre, 39; Buharî, Ahkâm, 4; Ebu Dâvud, Cihâd, 87.
14. Ahmed, Müsned, IV. 329-330.
15. Abdurrazzâk, Musannef, V. 375-6, no: 9739.
16. Bkz: 3/Âl-i İmrân, 32, 132; 4/Nisâ, 59; 5/Mâide, 92; 8/Enfâl, 1, 20, 46.
17. 4/Nisâ, 80.
18. 48/Hucurât, 10.
19. 3/Âl-i İmrân, 31.