Hz. Mevlânâ’ya Göre İnsan
İnsan Arapça bir kelime olup "üns” ve "nesy” terimlerinin müşterek bir terkibidir. Üns yabanîliğin aksine; yakınlık, sevecenlik, ülfet ve alâka anlamlarına gelir.[1] Bu duygu insanın hemcinsleriyle ve yaratıcısıyla kolayca kurabileceği ilişki ve iletişimi ifade eder. Nesy ise, hayvanîliğin aksine; gaflet, bildikten sonra unutmak, anlamamak, hata etmek[2] gibi mânâları kapsamakta olup, insanın "ilk misâk”ı [3] her zaman örtebileceği, yani yaratıcısına başkaldırıp ilişkiyi koparabileceğini vurgulamakla birlikte psikolojiye konu olan hafıza kaybı, unutkanlık mânâsına da gelmektedir.
İşte insan kelimesinin etimolojisinde her iki anlamı da içeren bu tanım, Mevlânâ’nın tanımıyla örtüşür. Ona göre insan; ulvîlik ve süflîliğin, akıl ve şehvetin buluşma noktası[4] olup, bütün problemlerine rağmen varlıkların en değerlisidir. Mevlânâ, insanı tanımada Kur’ân’a başvurulmasını öğütler ve şu âyete dikkatleri çeker:[5]“Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.”[6]
Yukarıdaki âyette vurgulandığı gibi, varlıklar içerisinde yaratılışı en güzel olan insandır. İslâm bilginlerinden Mücâhid (ö.104/722) bu âyette geçen "ahseni takvîm” ibâresini suret ve yaratılış güzelliği[7] Kurtûbî (ö.671/1273), insanın gençliği ve kuvveti,[8] İbn Kesîr (ö.774/1373) boyu bosu düzgün, organları yerinde, güzel bir biçimde yaratılmış olması,[9] şeklinde zâhirî (dış) güzellik olarak yorumlamışlardır.
Kısaca "ahseni takvîm,” insanın gerek boyunun posunun doğruluğu ile günden güne artan görünen şeklinin güzelliği ve gerek aklının, zihninin hak ve hayır âyetlerini ve hatırlatılan güzellik ve yücelikleri idrak edebilecek şekilde güzel kabiliyeti ve gerek ilâhî ahlâk ve niteliklerle ahlâklanıp derece derece gelişme ve olgunlaşmaya elverişli olan ahlâk güzelliği gibi maddî ve manevî her türlü güzelliği kapsar.[10]
İnsanın güzelliği, salt duygusuz olan şekil ve sûretinde değil, asıl duygu ve manevîyatında ortaya çıkar. İşte Mevlânâ Tîn Sûresi’nin beşinci âyetine vurgu yapmakla, insanın yaratılış bakımından hem zâhirî ve hem de bâtınî/mânevî güzelliğine dikkat çekmiş olmaktadır.
Mevlânâ’ya göre insan ve diğer varlıklar, Yüce Allah’ın varlığını ve birliğini bilmede en büyük delildir. Nitekim bir âyette şöyle buyrulur: “İnsanlara, ufuklarda (âfâk) ve kendi nefislerinde (enfüs) varlığımızın belgelerini göstereceğiz.”[11]
Bu âyette geçen ‘âfâk” sözcüğü beş duyu vasıtasıyla kavranan ve büyük âlem diye ifade edilen tabiat âlemi; “enfüs” ise, küçük âlem diye nitelendirilen insanın kendisidir. Varlığın bilgisini kavrayan insan, hem biyolojik ve rûhî yapısından ve hem de kendisini çevreleyen dış dünyadan hareketle Allah’ı bilme imkânına her zaman sahiptir.
Yüce Allah kendi sanatını göstermek için evreni, kendi Zat’ını göstermek için de insanı yaratmıştır. Dolayısıyla insan varlıktan hareketle Var Edici’nin bilgisine ulaşabilir.
Diğer taraftan Hz. Mevlânâ’nın ele aldığı insan, İslâm ahlâkını içselleştirmiş inanmış insandır. Nitekim O, “Allah bizim huyumuzu/ahlâkımızı, kendi huyuna/ahlâkına uygun yarattı.”[12] görüşüyle, “Allah’ın ahlâkı ile ahlaklanınız.”[13] rivâyetine vurgu yapmıştır.
Yüce Allah’ın en güzel isimleri davranış plânında inanmış insanın hayatında ete-kemiğe bürünmelidir. Örneğin; Allah kerîmdir, biz de kerim/cömert olmalıyız. O, affedicidir, biz de affedici olmalıyız. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Mevlânâ bu hususu açıklarken Yaratıcı der, nasıl ki kendisine şükür ve hamt edilmesini istiyorsa, aynı şekilde insan da kendisinin övülmesini ve takdir edilmesini ister.[14]
Bu sözünden de anlaşılıyor ki Mevlânâ’nın bütün çabası, Allah-insan ilişkilerine dikkatleri çekerek, ahlâkî anlamda ‘insan-ı kâmil’ modeline ulaşmanın en büyük erdem olduğu gerçeğini ortaya koymaktır. İnsan, bu mertebeye, ‘kurb-u illallâh’ı gaye edinici bir çaba olan seyr-i sülûkla ulaşabilir.
Büyük bir ahlâk insanı olan Hz. Mevlânâ ahlâkî anlamda insanları iki grupta tasnif eder.[15]
Bunlardan ilki, hayatlarını Allah yoluna adamış olanlardır. İman ve amel bütünlüğüne sahip olan bu insanlar, âdeta Hz. İsa gibi melekleşme sürecine katılanlardır. Bunlar, surette insan, hakîkatte Cebrâil gibi olanlardır. İç âlemlerini; öfke, dedikodu, hevâ ve hevesten arındırmışlardır.
Oruç, bunu çok güzel sembolize eder. Çünkü oruç tutan bir Müslüman, gün boyunca; yemeden, içmeden ve nefsânî arzulardan uzak durmakla melekleşme yanını öne çıkarır. Elbette, diğer ibâdetler de mânevî açıdan insanı yüceltir, iradesini kuvvetlendirir, duygularını inceltir, melekî niteliklere bürünmeye ve hatta onları aşmaya sebep olur.
Mi’raç Gecesinde Hz. Peygamber (s.a.v.)’le birlikte yaptıkları mânevî yolculukta melek Cebrâil’in belli bir noktadan sonra öteye geçememesi buna çok güzel bir örnektir.
İkincisi ise, eşeklere katılmış olan kimselerdir. Bu ikinci sınıfta yer alan insanlar kızgınlığın ta kendisi olmuşlar, tepeden tırnağa kadar şehvet kesilmişlerdir. İnsanın dışındaki diğer mahlûkat gibi, sırf bedenî ihtiyaçlarını karşılamak için yerler, içerler ve behimî arzularını tatmin ederler.
Allah’la ilişkileri kopuk olduğu için, bunlarda meleklik/ruhânîlik sıfatı yoktur. Mevlânâ’nın bakış açısında canı/imanı olmayan adam, mânen ölüdür. Bu gerçeği Mevlânâ şu âyetle temellendirir:[16] “Ey inananlar! (Allah Rasûlü) hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın çağrısına uyun!”[17] Demek ki insana, can veren, dirilten imandır. Onun düşünce dünyasında inanmayan insan mânevî anlamda ölü hükmündedir.
Bu sebeple Mevlânâ, bütün zamanların yolunu şaşırmışlarına “Kendine aklı ve dini kılavuz et.”[18] demek sûretiyle izleyecekleri yöntemi göstermiştir. Elbette, vahiyle aydınlanmayan insanlar ışığını belli bir süre sahte/beşerî kaynaklardan alabilirler.
Ama ışığını Allah’tan almayan bir birey, belli bir zaman aralığından sonra hayatını anlamlandıramadığı için karanlıklar içerisine düşebilir. Nitekim Kur’ân bu gerçeği çok güzel bir şekilde sunduğu temsillerle ortaya koymaktadır: “Onların durumu (aydınlanmak için) ateş yakmak isteyenin durumuna benzer. Ateş çevresini aydınlatınca, Allah onların (gözlerinin) nûrunu giderdi ve karanlıklar içinde görmez bir hâlde bıraktı. (Onlar) sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar dönmezler.”[19]
Kurtuluş, Mevlânâ’nın ‘pergel metaforu’ndadır. Eğer insanın bir ayağı şerîatta, diğer ayağı da İlâhî hakîkatlere çağrı adına yetmiş iki milleti dolaşıyorsa, ayak merkezden ayrılmadığı sürece insan, bitimsiz aydınlanma kaynağına tutunduğu için yeni ve taze fikirler üretmeye devam edecektir.
Bunun en açık delili, bizzat Hz. Mevlânâ’nın kendisidir. O, ışığını Kur’ân ve sünnetten aldığı için yüzyıllar geçmesine rağmen bıraktığı eserlerle binlerce insanın İslâm’la dirilişine vesile olmaya devam etmektedir.
Hâsılı, insan, Yüce Yaratıcı’sını bulmakla yükümlü bir varlıktır. İnanma aşamasını geçmiş bir inanmışın esas görevi, ibadetlerden hareketle güzel ahlâkı kazanma derecesine ulaşmaktır. Zaten İslâm’da ibadetlerin nihâî amacı, güzel ahlâk sahibi olan insanı yetiştirmek değil midir?
İyi’yi eylem hâline getiren ve kötü davranışlardan da uzak duran makbul Müslümandır. Büyük bir ahlâk eğitimcisi olan Hz. Mevlânâ da hayatı boyunca kendisi bizzat güzel ahlâkın temsilcisi olmuş, bıraktığı eserlerle de güzel ahlâk dersleri vermeye devam etmiştir ve hâlâ da devam etmektedir.
Mevlânâ gibi insan-ı kâmillerin terbiye rahlesi güzel ahlâk sahibi insanları yetiştirmektir. Onun “Nice (kâmil) insanlar gördüm üzerinde elbisesi yok, nice elbiseler gördüm içinde insan yok.” derken kastettiği; gerçek iyi ahlâk sahibi insanlarla kötü ahlâk sahibi insanları dile getirmesidir. Esas olan maddî elbise ile birlikte takvâ elbisesine bürünebilmektir.
[1] İsfehânî, Râgıb, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’an, İstanbul, 1986, s.34; el-Askerî, Ebû Hilâl, el-Furûku’l-Lügaviyye, Kum, 1974, s.227.
[2] İsfehânî, a.g.e., s.748; el-Askerî, a.g.e., s.227.
[3] Bkz. 7/A’râf, 172.
[4] Mevlânâ, Mesnevî, (çev. Veled İzbudak), İstanbul, 2004, IV, 128.
[5] Mevlânâ, Mesnevî, VI, 87 (B:1005).
[6] 94/Tîn, 5.
[7] Taberî, Ebû Cafer Muhammed b. Cerir, Câmiu'l-Beyân fî Tefsîri'l-Kur'an, Beyrut, 1988, XV, 243.
[8] Kurtûbî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed b. Ahmed el-Ensârî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'ân, Beyrut, 1994, XX, 314.
[9] İbn Kesîr, Ebu’l-Fida İsmail b. Ömer, M. Tefsiru İbn Kesir, (tahk. M. Ali es-Sabunî), Beyrut, 1981, III, 655.
[10] Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, 1979, VIII, 5936.
[11] 41/Fussillet, 53.
[12] Mevlâna, Mesnevî, IV, 106
[13] Bkz. Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed, el-Maksadu’l-Esnâ fi Şerhi Esmâillahi’l-Husnâ, Mısır, ts., s.110; er-Râzî, Fahreddîn, Mefâtîhu’l-Gayb, Tahran, VII, 68; Elmalılı, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, ts., I, 110.
[14] Mevlânâ, a.g.e., IV, 106.
[15] Bkz. Mevlânâ, Mesnevî, IV, 128-129.
[16] Bkz. Mevlânâ, Mesnevî, IV, 124-125.
[17] 8/Enfâl, 34.
[18] Mevlânâ, a.g.e., IV, 53.
[19] 2/Bakara, 17-18.
Ramazan ALTINTAŞ
YazarŞefâat, sözlükte; günahlarının affedilmesi ve isteğinin yerine getirilmesi için kendisinden bir şey istenen kişiye yardımcı olmaktır. Yine birisine iyi bir işte aracılık etmek ve kötü işlerden s...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi bu gazelini şu olay üzerine yazdığını anlatmıştır: Bir gün Aşağıulupınar’da sohbet olduğunu duyduk. Ahmet Nuri Ağabeyimle birlikte gittik. Gittiğimizde bize kapıyı açmayı...
Yazar: Resul KESENCELİ
İslâm’ın ilk yılları... Hz. Peygamber (s.a.v.)’ın alenî olarak İslâm’ı açığa vurduğu günlerdi. Hz. Ömer’in İslâm’la şereflendiğini gören Mekke müşrikleri infiâle ve telâşa kapıldılar. Derhal Mekke müş...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Bu makalemizde tezkiye kavramı ve bu kavramın mâhiyeti üzerinde duracağız. Sözlükte tezkiye; “, temizlemek, geliştirmek, feyizlendirip büyütmek, arıtmak, temize çıkarmak” gibi anlamlara gelir.[1] Dinî...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ