HİÇBİR DÜNYEVÎ ÇABA BİZİ ALLAH’I ANMAKTAN ALIKOYMAMALIDIR
Medine yılları… Günlerden Cuma... Allah Rasûlü Hz. Muhammed (s.a.v.)Ravza-i Mudahhara’nın minberinde Cuma hutbesi okumaktadır.Tam bu esnada Medine’ye bir ticaret kervanının ulaştığını ilân eden sesler gelmeye başlar.Eğlence eşliğinde ticaret kervanları şehre girmiştir. Kervanın şehre girişini bildiren musiki sesleri reklam ya da bir tanıtımdı. O sıralarda ağır bir kıtlık ve yoksulluk vardı. Halk özellikle gıda maddesi temini konusunda zorluk çekiyordu. Bu sebeple kervanın Şam ya da Yemen diyarlarından yüklü gıda maddeleriyle Medine’ye girmesi dört gözle bekleniyordu. Kervanın şehre gelişi o günkü âdetlere göre, musiki eşliğinde sevinç çığlıklarının birbirine karışmış olması bir şenlik ve eğlence havası da oluşturuyordu. Peygamber mescidinde onu dinleyen Müslümanlar, ticaret kervanın giriş seslerini duyunca sokağa fırlarlar. Kervanın geldiği cihete doğru koşmaya başlarlar. Rivayetlere göre gerideHz. Peygamber (s.a.v.)’ı dinleyen az sayıda kişi kalmıştır.[1] Elbette âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.v.) buna çok üzülür. Yüce Allah hem Nebi’sini teselli etmek ve hem de Müslümanların rızık konusundaki itikatlarını düzeltmek adına şu âyeti indirir: “Ama onlar bir ticaret veya eğlence gördüklerinde ona yönelip seni ayakta bırakıverdiler. De ki: ‘Allah’ın nezdinde olan, eğlenceden de ticaretten de üstündür. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır."[2] Âyette verilen mesajın yorumuna geçmeden önce mukaddime mahiyetinde şu bilgileri vermekte fayda vardır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’ı minberde yalnız başına bırakıp gidenler ne ilk Muhacirler ve ne de Ensar’dır. Onlar daha yeni Müslüman olmuş, henüz Müslümanlığı tam olarak özümseyememiş olan yeni Müslümanlardır. İlk Müslümanlarla ilgili Kur’an’da geçen âyetlerde şöyle buyrulmuştur: “Bu mallar özellikle, Allah’tan bir lütuf ve Allah’ın dinine ve peygamberine yardım ederken yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılan fakir muhacirlerindir. İşte onlar doğru kimselerin ta kendileridir. Onlardan (Muhacirlerden) önce o yurda (Medine’ye) yerleşmiş ve imanı da gönüllerine yerleştirmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. Onlardan sonra gelenler ise şöyle derler: ‘Ey Rabb’imiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin tutturma! Ey Rabb’imiz! Şüphesiz sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin.”[3] Çünkü onlar, İslâm’ın ilk yıllarında Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yakınında yer alıp sohbetinde bulunmuşlar, onu himaye edip sünnetini kendilerinden sonraki nesillere aktarmışlardır. İslâm’ın yayılmasında hiçbir fedakârlıktankaçınmayan sahabeler, Kur’an’ın nüzulüne de şahitlik etmişlerdir. Sahâbî kuşağı, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in vefatından sonra İslâm’ın temsilcileri olarak yaşamış, gerek Hicaz Bölgesi’nde gerekse fethedilen yeni bölgelerde İslâm’ı, güçleri nispetinde duyurmuş ve öğrenciler yetiştirmişlerdir. Bu sebeple sahâbenin İslâm ilim tarihinde olduğu kadar iman, amel, edep, zühd, verâ, takvâ gibi dinî-ahlâkî alanlarda da müstesna bir konumu vardır. Bundan dolayı onlar, Kur’an’da ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hadislerinde övülmüşlerdir.[4] Biz Rasûlullah’ın ashabını tek tek hayırla anarız. Onlara karşı saygısız bir ifade asla kullanmayız. Bu sahabe hakkında ehl-i sünnetin bakışıdır. İslâm’da Her Şey Bir Şey’le, Bir Şey de Her Şeyle İlişkilidir. Benim anladığım kadarıyla Cuma Suresi’nin 11. âyetinde Yüce Allah insan karakterleri üzerinde duruyor. Müslümanların ticaret, tevhid ve rızık konusunda izlemeleri gereken yolu açıklıyor. İslâm’da herşey bir Şey’le, bir Şey de herşeyle ilişkilidir. Tasavvufta bunun adı, “çoklukta birlik” düşüncesidir. Yüce Allah herşeyle ilişkilidir, her şey de bir olan Allah’la ilişkilidir. Bunun adı tevhittir. Elbette tevhidin ticaretle de, meşru eğlence hayatı ile de ilişkisi vardır. Burada önemli olan ehem ve mühimlerin yerini değiştirmemektir. Dikkat edilirse, Cuma Suresi Yüce Allah’ı tesbih etmenin önemi ile başlar. Tesbih, O’nu daima zikretmek demektir. Bu bağlamda bütün bir varlık O’nu zikreder. Bu ilahi kural bize bir ölçü veriyor. Müslümanın 24 saati Yüce Allah’ı unutturmayacak şekilde dizayn edilmelidir. Hiçbir davranış bizi Allah’a kulluktan alıkoymamalıdır. Bu kulluğun şekle bağlı boyutları olduğu gibi şekle bağlı olmayan boyutları da vardır. Çünkü ibadet bir Müslümanın günlük hayatında Allah’ı razı etmek adına yaptığı her türlü meşru faaliyetlerdir. Nitekim yine Cuma Suresi’nde “Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Yüce Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın, Allah’ı çok zikredesiniz ki kurtuluşa eresiniz.”[5] buyruluyor. Demek ki Müslümanın kıldığı namaz ona helalinden kazanma ahlakını kazandırmalı bir de eli kârda gönlü Yâr’da olma inancını sağlamalıdır. Kur’ân sisteminde zikir, her an Allah’la birlikte olmak demektir. O’nunla birlikte olduğuna inanan bir Müslüman, yalan söylemez, dürüstlükten ayrılmaz, her türlü hileli yollardan uzak durur, alın terine değer verir, helal ve haramları gözetir, yoksullara, yetimlere kol kanat gerer, çevresindeki insanları rahatsız etmez. Allah’ı zikreden bir Müslüman her an âhirette hesap verme şuuruyla birlikte yaşar. Aynı şekilde onun eğlence hayatı da vardır. Ama bu eğlence hayatı, helal ve mubah dairesinin dışına çıkmaz, Yüce Allah’ı ona unutturmaz. Tevhid inancının düşünce ve hayatımıza yansımaları vardır. Bu düşünce ve hayat tarzlarından birisi de eğlence ve musiki hayatıdır. Eğlence anlamına gelen kelime, Cuma Suresi’nin 11. âyetinde “lehv”, Lokman Suresi’nin 6. âyetinde ise “lehve’l-hadîs” olarak geçmektedir. Fıtrat dini olan İslâm insanların meşrû eğlenme ihtiyacını dikkate almış ve bununla ilgili ilkeler ortaya koymuştur. Eğlenmede temel ilke, dinin koyduğu emir ve yasaklara doğrudan ya da dolaylı şekilde aykırı hareket etmemektir. Dinimizde oyun ve eğlencenin ibadetleri ve aslî görevleri terk ve ihmâle yol açacak şekilde birinci plana alınmaması öngörülmektedir. Cuma Suresi’nde de buna dikkatlerimiz çekilmektedir. İslâmî bakış açısında, insanı asıl yapması gereken önemli işlerden alıkoyan dünyevî ve uhrevî anlamda hiçbir fayda sağlamadığı gibi günah işlemeye sevkeden eğlence türleri haram kılınmıştır. Yoksa insanları düşündüren, Allah’la buluşturmaya, ahlaki anlamda olgunlaştırmaya hizmet eden, içinde haram olmayan eğlence ise mubah kılınmıştır. Yukarıdaki âyette “Rızık verenlerin en hayırlısı Allah’tır.” buyrulmasından maksat, Müslümanlarıdünyevileşme hastalığına karşı dikkatli olmaya çağırmadır. Varlıkta herşeyin Yüce Allah’la ilişkisi olduğu gibi rızkın da ilişkisi vardır. Çünkü tevhid, hayatın bütünüyle ilgili bir inançtır. İktisadî hayat da bundan müstağni değildir. Maalesef günümüzün Müslüman toplumlarında “dünyevileşme” hastalığı bir virüs gibi yayılmaya başladı. Dünyevileşme, Allah’a karşı ilgisizliktir. Kapitalistleşme süreçleri yaşanmamış Müslüman toplumlarda iktisadî faaliyet “rızık” kavramıyla bütünleşir, israf ise, tüketim faaliyetlerinde belirleyici bir işlev görürdü. Bugün iktisadî bir dünyevileşmeden bahsedilebilir. Git gide iktisadîhayat, dinî metinlerin otoritesinden çıkarılmaktadır. Hâlbuki iktisadî faaliyetlerde insanda kazanma ve biriktirme isteğini de yaratan Yüce Allah’tır. Bu sebeple Müslüman tecrübede rızık, bereket ve “er-Rezzâk” arasında çok yakın bir ilişki mevcuttur. Allah’ın isimlerinden birisi de bol bol rızık veren anlamına “er-Rezzâk”tır. Zihinler er-Rezzâk olan Yüce Allah’ı düşünce ve yaşama alanında tanımadıkça, iş yerlerini “er-Rızku Alallah/Rızık Allah’tan’dır.” levhalarıylasüslemenin bir anlamı yoktur. Bugün Kur’ân’ın ana konuları arasında yer alan; cihad, tevhid, rızık, tekbir, ihlâs vb. gibi dini kavramlarımız tüketim kültürünü ve alışkanlıklarını meşrulaştırıcı bir kullanım aracı haline getirildi. Bu da bir dünyevileşmedir. Bugün yeniden Müslümanlarınyeni bir iktisat teolojisi geliştirmeye ihtiyaçları vardır. Sonuç olarak, Cuma Suresi’nin 11. âyetinde ticaret, eğlence ve rızık kavramlarına değinilmiştir. Medine Dönemi’nde Müslümanların Hz, Peygamber (s.a.v.)’ı minberde terk ederek yoksulluk sebebiyle yöneldikleri şeyin eğlence değil, ticaret olduğu anlaşılmaktadır. Her ne olursa olsun; ister bunun adı alışveriş yapma isterse şenliğe katılma arzusu olsun, Cuma namazı gibi önemli bir ibadetin yarım bırakılması tasvip edilemez. Müslümanlar ibadet, cami adabı ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’a saygı konularında daha şuurlu, daha titiz ve dikkatli olunması gerektiğini bilmelidirler. Kur’an’ın bu uyarısı dün olduğu gibi bugün de ve yarınlarda da geçerlidir. Ne zaman ki inananlar din-dünya ilişkilerini dengede tutarlarsa bireysel ve toplumsal hayatta istikamet üzere Müslümanca bir hayatı yaşarlar. [1] Bkz. Buhârî “Tefsir” 62: Tirmizî “Tefsir” 62. [2] 62/Cuma, 11. [3] 59/Haşr, 8-10. [4] Bkz. Sorularla İslâm, Editör: Ramazan Altıntaş, Ankara: DİB Yayınları, 2015, s. 53-54. [5] Bkz.62/Cuma, 10.
Ramazan ALTINTAŞ
YazarDarende ilim ve irfân ehli birçok şahsı bağrında saklayan saklı bir inci izlenimi veren nadide yerleşim merkezlerinden biridir.[1] Darende, özellikle Somuncu Baba’nın bu güzide mekâna dokunuşu ile mad...
Yazar: Fatih ÇINAR
Arapça bir kelime olan “kalb”, sözlükte, insanın yolunu ve elbisesini değiştirmesi gibi, bir şeyi bulunduğu hâlden bir başka hâle çevirmesi mânâsına gelir.[1] İnsan aklının değiştiriciliği gibi ...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Arapçada “eş-şerîke” ve “eş-şirk” şeklinde kullanılan şirk sözcüğü, “ortaklık” mânâsına gelir. İtikâdî anlamda şirk, Allah’ın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde ortağı olduğunu kabul etmek, O’ndan b...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Şefâat, sözlükte; günahlarının affedilmesi ve isteğinin yerine getirilmesi için kendisinden bir şey istenen kişiye yardımcı olmaktır. Yine birisine iyi bir işte aracılık etmek ve kötü işlerden s...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ