HİCÂZ NOTLARI VII "MEKKE"
Otelimizden ve yukarıya doğru giden caddeden bakıldığında Suudilerin diktikleri yeni oteller devasa görüntüleriyle insanı ürküten bir pozisyonda duruyorlardı. Gerçi bizim kaldığımız otel de yirmi katlı idi¸ fakat yeni yapılanların yanında gecekondu gibi kalıyordu. Bu oteller mevki itibariyle de atalarımızın inşa ettirdikleri Ecyâd Kalesinin yerine yapıldığında daha yüksek gözüküyorlardı. Harem'in içine girene kadar da pek önem vermemiştim bu yapılara¸ fakat Harem'in içinde ister istemez bu devasa yapılar insanın dikkatini çekmekteydi. Namaz kılarken gözünüzü almaması için b
Bir önceki sayımızda Mekke'ye ulaştığımızda otelimizin Mesfele'de bulunan Bedir Oteli olduğunu belirtmiştim. Dernek başkanımız otelimizin Aziziye'de değil de daha yakın bir yerde olmasının daha iyi olacağını yetkililere söylemişti. Otobüsler bizi otelin önünde indirdiğinde ihramlı halde hemen odalarımıza yerleşmiş kısa bir istirahat sonrasında Beytullâh'ı görmek için yola koyulmuştuk. Otelin önünde bekleyen servis araçları Kâbe'ye gitmek isteyenleri naklediyordu. Biz de bir servis aracına bindik. Araç hareket ettikten sonra neredeyse binişimiz ile inişimiz bir oldu. Otelimizin Kâbe'ye çok yakın olduğunu söylemişlerdi¸ fakat bu kadar da yakın olduğunu o an fark etmiştik. Serde yabancılık vardı tabii. Birçok hocamızın "bu kadar yakın olduğunu bilseydik servis beklemezdik" dediklerini duymuştum. Artık ileriki günlerde özellikle hocalarımız Kâbe'ye gidiş gelişlerini yürüyerek yapmaya başladılar.
Arap dilinde mesfele "sfl" fiilinden türemiş olup¸ "alçalmak¸ inmek¸ yukarısından aşağıya inmek" anlamlarına gelmektedir. İsm-i mekân olan mesfele ise "bir şeyin aşağısı¸ dibi" anlamlarında kullanılmaktadır. Bizim otelimizin bulunduğu yerde aşağıda bulunuyordu zaten. O zaman bir de bunun yüksek kısmı olsa gerekti. Aynen dilimize Farsçadan geçen bâlâ ve zîr gibi. Mesfele'nin yukarısına da Mu'allâ deniliyor. Cennetü'l-Mu'allâ ya da kısaca Ma'lâ şeklinde kullanımı söz konusudur. Cennetü'l-Mu'allâ eski ismiyle Hacun Mezarlığı Mekke'nin en eski mezarlığı idi. Peygamberimizin sevgili amcası Ebû Tâlip ile sevgili eşi Hz. Hatice'nin kabirleri de buradadır. Kâbe ve Harem Mesfele ile Ma'lâ arasında yer almakta idi.
Otelimizden ve yukarıya doğru giden caddeden bakıldığında Suudilerin diktikleri yeni oteller devasa görüntüleriyle insanı ürküten bir pozisyonda duruyorlardı. Gerçi bizim kaldığımız otel de yirmi katlı idi¸ fakat yeni yapılanların yanında gecekondu gibi kalıyordu. Bu oteller mevki itibariyle de atalarımızın inşa ettirdikleri Ecyâd Kalesinin yerine yapıldığında daha yüksek gözüküyorlardı. Harem'in içine girene kadar da pek önem vermemiştim bu yapılara¸ fakat Harem'in içinde ister istemez bu devasa yapılar insanın dikkatini çekmekteydi. Namaz kılarken gözünüzü almaması için bu ucube beton yığınlarını arkanıza almanız menfaatiniz icabı olabilir. Gerçi hemen yanında Ebû Kubeys Dağı'nda kralın sarayı bulunmakta olup¸ bu yapı da diğerlerine göre çok büyük gözükmese de fark edilebiliyordu. Ömer Dağı tarafları da henüz inşaat halindeydi. Anlayacağınız Suudiler¸ Haremi çepeçevre beton binalarla kuşatmaya ahdetmişler. Bunları yaparken de teknolojik imkânlar sayesinde Kâbe'nin çevresindeki dağları bile ortadan kaldırmaktadırlar. Osmanlının son dönemlerinde çekilen fotoğraflardan görebildiğimiz kadarıyla eski Mekke ile şimdiki mukayese edilecek olursa Kâbe ve Harem'in çevresine Suudiler tarafından¸ hiç de güzel gözükmeyen tamamen kar maksatlı beton dağları dikilmektedir.
Yıllar önce bir gazetede okumuştum¸ hatırlayabildiğim kadarıyla Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hayatını¸ Çağrı filminde izleyen ve öğrenen bir çocuk babasıyla ziyaret ettiği Mekke ve Medine'yi hiç sevememiş ve Çağrı filmindeki Medine'yi istediğini¸ burada durmak istemediğini ifade etmiştir. Her Müslüman gibi küçüklüğümden beri görmek istediğim¸ kitaplarda okuduğum¸ Sevgili Peygamberimizin doğduğu bu şehrin betonlaşmaya mahkûm bırakılması beni de oldukça üzmüştü. O çocuk gibi ayrılalım demedim¸ fakat Kâbe ve Harem'in dışında ki onlar da son dönem Suudî tadilatlarıyla modern yapılaşmaya kurban verilmiştir- şehirde insanı cezb edecek bir şey kalmamıştı. Tabii bu arada "Siz oraya turistik bir gezi için mi gittiniz?" dediğinizi duyar gibiyim. Tamam¸ öyle değil¸ ama insan tarihine ve hatta Müslümanların ortak tarihine en azından biraz saygılı olur diye düşünüyorum. Suudilerin ne kendi şehirlerine ne de Müslümanların ortak tarihine saygılı olmadıkları şehrin halinden hemen anlaşılmaktadır.
Bizim otelimizin üzerinde bulunduğu cadde boyunca çok katlı onlarca bina sağlı sollu dizilmişti. Cadde oldukça dardı. On sene belki de 20 sene önceki binaların yerine yapılmış olan şu anki oteller¸ boyut itibariyle artmış¸ fakat ne hikmetse caddenin genişliği olduğu gibi kalmıştır. Müneccim olmaya gerek yok. Belki de önümüzdeki yıllarda bu oteller de daha büyükleri ile yer değiştirecekler ve de cadde yine aynı şekilde kalacak. Bu sefer Kâbe ve Harem'e gidiş ve geliş sorunu baş gösterecektir.
Burada kaldığımız yedi gün boyunca sadece Mesfele tarafı değil diğer yerlerin de aynı şekilde olduğunu üzülerek gördüm. Şehrin ciddi anlamda bir trafik sorunu bulunuyor. Eğer yanlış anlamadıysam özellikle akşam geç vakitlerde cadde boyunca dizilen su kamyonlarından¸ otellere su basılmasından şehrin daha da önemli sorunlarının olduğunu göstermektedir. Kutsal şehirlerimizin gelecek nesillere daha güzel hitap edecek tarzda genişletilmesi ve sorunlarının çözülmesi daha önce de belirttiğimiz üzere- artık sadece Suudîlerce değil; ortak akılla yapılmasının zorunluluğunu ortaya koymaktadır.
Şehrin bu günümüz sorunlarını zikrettikten sonra Mekke'nin kuruluşu ve müteakip devirlerde gerçekleşen¸ şehir tarihiyle ilgili bir kısım olaylara burada kısaca yer vermek istiyoruz.
Kur'ân-ı Kerim'de "şehirlerin anası"[1] tabiri kullanılan Mekke¸ Çin ve Hindistan'dan gelip¸ Yemen üzerinden geçen ticaret yolları üzerinde bulunduğundan¸ eski zamanlardan beri ehemmiyetini hiç kaybetmemiştir. Mekke insanların rahatça ibadet yapabildikleri¸ huzur ve güven duydukları bir yerdi. Mekke'nin kendi sakinleri de bu huzur ve güvenin sağlamış olduğu nimetlerden fazlasıyla yararlanmışlardı. Allah bu hususla ilgili olarak "Görmediler mi çevrelerinde insanlar kapıl(ıp öldürülür veya esir edil)irken biz (kendi şehirleri Mekke'yi)¸ güvenli¸ dokunulmaz bir bölge yaptık? Hâlâ batıla inanıp Allah'ın nimetine nankörlük mü ediyorlar? "[2] buyurmaktadır.
Huzur ve güven yeri olan Mekke'nin sakinleri¸ civar bölgelerde yaşayanların da saygısını kazanmıştı. Şehrin sakinleri¸ güvenlik içinde yaz ve kış yolculuklarında bulunmaktaydılar[3] ve bu sayede diğer ülkelerin hükümdarları ile de iyi ilişkiler kurarak¸ kendileri için çok kazançlı bir ticarî düzen[4] oluşturmuşlardı.[5] Ayrıca¸ yarımadada yaşayan diğer Arap kabileleri de¸ Kâbe'ye hac vazifelerini yapmak için geldiklerinde¸ buralar canlanmakta ve ticaret hacmi daha da artmaktaydı.[6]
Mekke şehri¸ sarp ve çıplak iki sıra tepeler grubu arasında yer alan¸[7] ot ve ekinin bitmediği bir vadide kurulmuştur. Vadi'nin uzunluğu kuzeyden güneye doğru¸ 3 km¸ eni ise doğudan batıya doğru 1¸5 km kadardı.[8] Devamlı surette su sıkıntısı çeken şehir sakinleri¸ su ihtiyaçlarını zemzem kuyusunun haricinde başka kuyulardan da temin etmekteydiler.[9] Belâzurî¸ Fütûhu'l Büldân isimli eserinde "Mekke'de ki kuyulara dair" başlığı adı altında¸ Mekke'de açılmış olan kuyular ve isimlerini zikretmektedir.[10]
Çok seyrek yağan yağmurların dışında şehirde kuraklıkların üç dört yıl sürdüğü olmuştur.[11] Oryantalist Emile Dermenghem¸ yağmurun yağdığı zamanlarda şehrin durumu ile ilgili olarak şunları söylemektedir; "Bazan iki¸ üç¸ dört sene yağmursuz geçerdi; fakat mübarek bir kere de geldi mi birdenbire yıkıcı bir bolluk ve şiddetle boşanır ve şehrin şekli sebebiyle korunup sakınmak kâbil olmazdı." Yağmur'un sebep olduğu seller yüzünden Kâbe müteaddit defalar yıkıldı ve avlusu sular altında kaldı. Suların çekilmesi sonrasında ise buralar çamur halinde kalırdı.[12]
Su baskınlarının önlenebilmesi için bir takım tedbirler alınmıştır. Hz. Ömer'in hilâfeti esnasında vukû bulan Ümm-i Nahşel adlı selin¸ Mekke'nin yukarı tarafından Mescidi basması nedeniyle buraya iki ayrı bent yaptırılmıştır. Cühaf (veya Cüraf) diye isimlendirilmiş olan bir diğer sel ise Emevî Halifesi Abdülmelik b. Mervân döneminde vukû bulmuştu. Bu sel¸ Kâbe'yi tavaf etmekte olan hacıları basmış¸ onların eşyalarını ve mallarını su altında bırakmış ve alıp götürmüştür. Bunun üzerine Mekke valisi olan¸ Hâlid b. Süfyân Mahzûmî meseleyle ilgilenmiş; kapıları ovaya doğru açılan evlerin ve mescidin önüne duvarlar ördürmüştür. Ayrıca¸ su baskınlarına karşı sokak başlarına da bentlerin yapılmasını sağlamıştır. Bu çalışmalarda bir Hıristiyan usta görev yapmıştır.[13] Yapılan bu çalışmalara yeterli olmamış olacak ki Hişâm b. Abdülmelik'in halifeliğinde 120/738 yılında şehirde yine bir su baskını vukû bulmuştur.[14]
Emevî idarecileri¸ şehirde meydana gelen su baskınlarına karşı yüksek setler oluşturmakla suyun akış hızını yavaşlatmayı hedeflemişlerdir. Bu çalışmaların yapılması esnasında Kâbe'nin yakınında bulunan bir kısım ev istimlâk edilmek suretiyle yıkılmış ve bu evlerin bulunduğu sokaklar da kaldırılmıştır.[15] Müteakip devirlerde de su baskınlarının önüne geçilmeye çalışılmış ise de 1946 yılındaki Kâbe ve Harem'i sel sularının bastığını gösteren fotoğraf¸ son dönemler de bile şehrin sele maruz kaldığının açık delilidir.
Eski zamanlarda şehirde ki evler¸ Kâbe'ye duyulan saygı ve hürmetten dolayı¸ Kâbe'den daha yüksek yapılmıyorlardı. Zaten buranın sakinleri de bu hürmet nedeniyle çok katlı inşaatların yapımına girişmemişlerdir.[16] Fakat Hamidullah'a göre evlerin ikinci katları bulunmaktaydı.[17] Söylemezoğlu ise bu bölgelerde bulunan evlerin pek çoğunun¸ şehir alanının küçük olması dolayısıyla¸ inşa edilecek evler için tahsis edilecek arsaların dar olması sebebiyle evlerin bir zemin ve birinci kattan oluştuğunu¸ evlerin iç kısımlarında gölgeliklerin yer aldığı birer iç avlularının bulunduğunu¸ evlerin çatılarının ise¸ düz damlarla örtülü olduğunu¸ yazın sıcak aylarında¸ bizdeki Güneydoğu Anadolu Bölgesinde bulunan evler de olduğu gibi¸ geceleri yatak odası olarak da kullanıldığını ifade etmektedir.[18]
Mekke'nin Medine gibi savunmaya yönelik bir suru yoktu. Malum olduğu üzere Ebrehe'nin ordusuna karşı Allah'ın göndermiş olduğu bir yardım söz konusu idi. Emevîler döneminde ise burada halifeliğini ilan eden Abdullah b. Zübeyr¸ Emevî ordularına karşı Kâbe ve Harem'de bir tahkimat oluşturarak bir savunma savaşı yapmış idi. İlk Emevî ordusunun saldırısından o¸ dönemin halifesi Muâviye'nin oğlu Yezîd'in vefatı üzerine kurtulmuştu. Müteakiben Abdülmelik b. Mervân'ın halifeliğinde ise onun komutanı ve başarıları sonrasında Irak valisi olacak olan Haccâc b. Yûsuf tarafından uzun bir kuşatma sonrasında öldürülmüştü.[19]
Mekke¸ 916 yılında hac kervan yollarını kapatan Karmatîlerin¸ 930 yılında bir saldırısına sahne oldu. Bu saldırıda birçok insan hayatını kaybederken¸ Hacerü'l-Esved Bahreyn'e nakledildi. 950 yılında geri gönderilene kadar da Hacerü'l-Esved Bahreyn'de kaldı.[20]
Abbâsîlerin güçten düşmesiyle Hicâz'da Selçuklularla başlayan¸ Eyyûbîler ve ardından da Memlüklerle devam eden Türk hâkimiyeti kendisini göstermeye başladı¸ Yavuz Sultan Selim Han'ın 1517 yılında Mısır'ı ele geçirmesiyle birlikte¸ Hicâz'da bu sefer Osmanlı Türklerinin hâkimiyeti söz konusudur.[21]
Osmanlı idaresinde Mekke istikrarlı bir hayat sürmüştür. Bu devrede hacıların güvenliği ve şehrin asayişi için 1781-1783 yılları arasında I. Abdülhamit zamanında¸ Yemen hükümdarı Esedü'l-Himyerî'nin safkan atlarını yerleştirdiği ve ordusunu burada konaklatmasına nispetle Ecyâd denilen yere bir kale yapıldı. (Ecyâd Kalesi olarak bilinen bu kale 2002 yılında Suudiler tarafından otel yapımı için yıktırıldı.) Şehrin güvenliği için bu kale yeterli görülmemiş olacak ki III. Selim tarafından 1800-1801 yıllarında Fülfül Kalesi ile 1806 yılında Hind Kalesi adıyla iki kale daha inşa edildi.
Takriben 300 yıllık istikrar sonrasında bölgede giderek güçlenen Vahhâbîler¸ 1803 yılında Emir Mes'ûd'un komutasında bir orduyla Mekke'yi ele geçirdiler ve burada bulunan türbeler ve Vahhâbî inancına uymayan birçok şeyi yok ettiler. Vahhâbîler bununla da yetinmeyip Suriye ve Mısır hac kervanlarını şehre sokmadılar. Bunun üzerine Mısır'da iktidarını güçlendirmiş olan Mehmed Ali Paşa¸ 1813 yılında Mekke'yi bunların elinden geri aldı. 1840 yılında ise Hicâz tekrar ve doğrudan Bâb-ı Âliye bağlandı.
Osmanlı Devleti'nin I. Dünya Savaşı'na girmesiyle 1916 yılında Şerif Hüseyin bağımsızlığını ilan etti¸ fakat Necd Sultanı Abdülaziz el-Su'ûd'un 1924 yılında Tâif ve Mekke 1925 yılında ise Cidde ve Medine'yi ele geçirmesiyle¸ Kıbrıs'a kaçmak zorunda kaldı. Böylece Hicâz'da ve özellikle de Mekke'de Suud ailesinin hâkimiyeti başlamış oldu.[22]
[1] 28/Kasas¸ 59; 6/En'am¸ 92.
[2] 29/Ankebut¸ 67; yine 28/Kasas¸ 57. ayette; "...Biz onlara kendi katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği¸ güvenli¸ dokunulmaz bir yeri (Mekke'yi) mekân vermedik mi? Fakat çokları bilmiyorlar. "
[3] 106/Kureyş¸ 1-4.
[4] Arap Yarımadasından geçen iki ticâret yolundan birisi¸ İran Körfezini takip edip Hadramevt'den Bahreyn'e kadar giderdi. Diğeri ise Hadramervt'den başlayıp Kızıldeniz boyunca Doğu Akdeniz'den batıya doğru uzanmaktaydı. Mekke şehri de hemen hemen bu yolun tam ortalarında bulunmaktaydı. Bu ticâret yolları Araplara çok büyük yararları dokunmuştur. Arapların bir kısmı¸ yol hattında bulunan şehirlerde kendi hesaplarına ticâretle uğraşmışlar¸ diğer bir kısmı ise kervan sürücüsü¸ muhafızı ve yol gösteren rehberler olarak görevlerde bulunmuşlardır. Ahmet Emin¸ Fecrü'l İslâm¸ (Trc. Ahmet Serdaroğlu)¸ Ankara 1976¸ s. 29¸ 41.
[5] H. Lammens¸ "Mekke"¸ İA¸ İstanbul 1957¸ VII¸ 630.
[6] Sabri Hizmetli¸ Başlangıçtan İlk Dört Halife Devri Sonuna Kadar; İslâm Tarihi¸ Ankara¸ 1995¸ s. 77
[7] Lammens¸ agm¸ VII¸ 632
[8] Ahmed Emin¸ age¸ 529.
[9] Lammens¸ agm¸ 632.
[10] Belâzurî¸ Ahmed b. İsâ b. Ca'fer¸ (279(895)¸ Fütûhu'l Büldân¸ (Çev.: Zâkir Kâdiri Ugan)¸ İstanbul 1956¸ I¸ 82-89.
[11] Lammens¸ VII¸ 632; Emile Dermenghem¸ Muhammed'in Hayatı¸ (Trc.: Reşat Nuri)¸ İstanbul 1930¸ s. 38.
[12] Dermenghem¸ 38.
[13] Belâzurî¸ I¸ 89-91; Lammens¸ VII¸ 635.
[14] Belâzurî¸ I¸ 91.
[15] Lammens¸ VII¸ 635.
[16] el-Ezrakî¸ Ebû'l-Velîd Muhammed b. Abdullah b. Ahmed¸ (250/864)¸ Kâbe ve Mekke Tarihi¸ (Trc.: Y. Vehbi Yavuz)¸ İstanbul 1980¸ s. 23.
[17] Muhammed Hamidullah¸ İslâm Peygamberi¸ (Çev.: Salih Tuğ)¸ İstanbul 1993¸ II¸ 1052.
[18] H. H. K. Söylemezoğlu¸ İslâm Dini İlk Camiler ve Osmanlı Camileri¸ İstanbul 1954¸ s. 18
[19] Geniş bilgi için bkz. Fatih Erkoçoğlu¸ Emevî Devleti'nin Dönüm Noktası Abdülmelik b. Mervân¸ Ankara 2011¸ s. 162-180. Haccâc'ın bu kuşatma sırasında İbnü'z-Zübeyr'in tahkimatını yarabilmek için mancınık kullandırması¸ onun kutsal mekânları yıktırmaya yönelik bir teşebbüs ve saygısızlık olarak algılanmasına neden olmuş ve bu durum onun¸ İslâm toplumu nezdinde olumsuz bir ün kazanmasına yardımcı olmuştur. Hâlbuki o¸ sadece kendisine emredilen bir vazifeyi icra etmekteydi¸ yoksa Kâbe'ye karşı bir saygısızlığı söz konu değildi.
[20] A. J. Wensinck¸ "Mekke"¸ İA¸ İstanbul 1957¸ VII¸ 637; Ali Avcu¸ Karmatîlerin Doğuşu ve Gelişim Süreci¸ Basılmamış Doktora Tezi¸ Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü¸ Ankara 2009¸ s. 219¸ 241.
[21] Wensinck¸ VII¸ 636-640.
[22] Bkz. Wensinck¸ VII¸ 641¸ 642.
Fatih ERKOÇOĞLU
YazarŞehre dış surlardaki kapıdan girdim. Yürüyerek ribâtın bulunduğu yere ulaştım. Ribâtın çevresinde çok sayıda ay yıldızlı Tunus bayrağı yer almaktaydı. Hemen yapının önündeki caddenin arkasında beyaz k...
Yazar: Fatih ERKOÇOĞLU
Her ilim dalı ‘hoca-talebe’ münasebetinin zorunlu olduğu süreçlere şahitlik eder. Örneğin bir ustanın dizinin dibine oturmadan usta bir marangoz olunmayacağı gibi bir kimsenin alanında uzman bir hocan...
Yazar: Fatih ÇINAR
Hayatın ayrılmaz bir parçası olan ölüm, tarih boyunca düşünürler, din önderleri ve âlimlerin varlığı anlama ve anlamlandırmalarını sağlayan temel kavramlardan biri olmuştur. Bu anlamda ölüm, şairleri ...
Yazar: Bilal KEMİKLİ
1. DİLEDİĞİNE MADDÎ VE MÂNEVÎ NİMETLERİNİ BOL BOL VEREN, RUHLARI BEDENLERE YAYAN El-Bâsıt da bir şeyi yayan ve genişleten demektir. Yüce Allah'ın en güzel isimleri arasında yer alan ‘el-...
Yazar: somuncueditor