HATTAT FUAT BAŞAR İLE RÖPORTAJ
“DÜNYADAKİ BÜTÜN SANATLARIN BAŞ TACI YAZIDIR, İSLÂM YAZISIDIR, HÜSN-İ HATTIR.” Özgeçmiş 7 Mart 1953 tarihinde Erzurum’da Dünyaya geldi. Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne bir süre devam etti. 1977 yılında ebru sanatına olan ilgi ve merakıyla Mustafa Düzgünman’a mektup yazarak ebru çalışmalarına başladı. Aynı dönemde Hâmid Aytaç ile de mektuplaşarak hat dersi almaya başladı. 1980 yılında sanat aşkını tıp öğrenimine tercih etti ve hocalarından feyz alabilmek için İstanbul’a geldi. 10 Eylül 1980 tarihinde Hattat Hâmid Aytaç’tan hat icazeti aldı. İcazet almasına rağmen vefatına kadar hocasının dizinin dibinden ayrılmadı. 10 Eylül 1989 tarihinde ise büyük ebru ustası Mustafa Düzgünman’dan, biri Osmanlı Türkçesi olmak üzere üç ebru icazeti aldı. Hocalarının vefatı ile kendi atölyesini kuran Fuat Başar, bu tarihten itibaren profesyonel ebrucu ve hattat olarak hayatını sürdürmektedir. Günümüzde Türkiye’nin her bir köşesinde icazetli talebeleri ebru ve hat sanatını öğretmektedir. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin tuğrasını tasarlayan Başar; yurtiçi ve yurtdışında birçok sergiye katıldı. 2019 yılında Cumhurbaşkanlığı Kültür-Sanat Ödülleri kapsamında “Geleneksel Sanatlar Ödülüne” layık görüldü. Hüsn-i Hat sanatına merakınız nasıl başladı? Hat sanatına merakım şöyle oldu benim: Ben hat kelimesinin kelime manasını bile bilmezdim. Bir gün ben Osmanlıcayı okumuşum ama hatla ilgim yok. Niyetim atom fizikçisi olmakken gitmiş tıbba girmişim tıpla uğraşıyorum. Bir gün Kalem Güzeli isimli kitabı Dergâh Yayınlarında elim gayri ihtiyarî giderek aldım, bilerek almadım. Karıştırdım, yarım saat kadar ayakta yazılara bakmışım. Onların içinden Neyzen Emin Efendi’nin beyzî şekilde yazmış olduğu celi sülüs şaheser bir yazı, ayeti kerime: “Esteuzubillah. ‘Veinneke le ala hulukin azim.” O levhaya gözüm takılmış. Kendimden geçmişim, bu dünyada yokum. Kitapçının omuzumu sarsmasıyla kendime geldim. Dedi ki; “Daldın, noldu?” Dedim ki; “Hacı Abi, bu kitap çok enteresan.” İki cildi var, biri kırk lira diğeri kırk beş lira. Cebimde de okul harçlığı işte, o zaman da param vardı aldım. Emirgan Çay Bahçesi vardı, şimdi yıkıldı tabi. Oraya gittim, Cumhuriyet Caddesi’ne Yakutiye Medresesi’ne doğru yüzümü çevirdim. Camdan dışarıya bakarken hemen camın dibindeki masaya oturdum. Oturduğum çayevinde sade arka tarafta bir masada bir kişi oturuyor. Kitabı karıştırmaya başladım. Niyet ettim, ben bu yazıyı mutlaka öğrenmeliyim. O ara içeriye uzun boylu, cübbeli, sarıklı, sakallı bir zât girdi. Selam verdi, selamını aldım. 1976 yılı bu. 76’da nolduysa bana oldu zaten ya… İçeriye girdi selamını aldım, oturdu, önce arkamda oturan kişiye iki mısra söyledi. Başka hiçbir kelam yok. “Ben Allah’ı arar idim/Buldum ise ne oldu?” Bu söz dedim acayip bir söz, nasıl bir söz. Onların ikisi konuşmaya başladılar. Önce orada olan zât Erzurum’un yetiştirmiş olduğu büyük bir filozof Ali Karaavcı imiş, sonradan öğreniyorum bunu. Selam veren o sakallı zât Ömer Faruk Kızılcık. Çok sonradan hayatımda önemli roller oynayacak bunlar. Kitabı okurken, ya bu yazılar ucu kesik bir kalemle yazılıyor olmalı, yuvarlak bir kalemle o şekil izler çıkmaz. Daha sonraki günlerde kalem ararım, kamış kalem yok, Erzurum’da bilen yok. Marangoz kalemi aldım. Ucunu açtım. Oradaki yazılara bakarak beyaz kâğıtlara çalışıyorum. Ama işte her cahil cesur olur hesabı yazılarım öyle güzel görünüyor ki bana, Hafız Osman niye bu kadar sene uğraşmış ki yani, ben de onun ayarında yazıyorum… Daha sonra ya bu yazının kamışla yazıldığını öğrendim ama kamışı nereden bulacağımı sorarım, üstüme gülerler. O devirde yazı yasaktı. İrticai faaliyet kapsamında değerlendiriliyordu. Bir duyarız eski Erzurum sökülüyor, damından kamış çıkmış. Hâlbuki izolasyon için kullanılan sıradan kamış, çürük. Gideriz tozun toprağın içerisinde kamış ararız. Az bir şey sağlam biri olduğunda bana sanki bağları bahçeleri bağışlamışlar gibi sevinirdim. Daha sonraki yıllar, kendi kendime çalışıyorum. Ustası? Ustası yok. Bir gün Lalapaşa Camii’nin müezzini “Benim dayım yazı yazmayı bilir, öğretmeyi de sever ona git.” dedi. Gittim Allah rahmet etsin, kapısından kovdu beni. O tarihte demek ki rahmet kapıları açıldı. Orada görevli, kovmakla görevliymiş. Sonradan anlıyorum. İçime düştü bir ateş. Ya Rabbi, bunun en büyük ustasından ders almayı nasip et. Tıp Fakültesi’nde okuyorum. Yazıyla ilgileniyorum. Arkadaşlar sürekli bana laf atıyorlar: “İşinle uğraş, fakülteni bitir.” Yok, niyeti bozmuşum. Türkiye’nin nüfusu o zaman 42 milyon, Türkiye’deki mevcut hekim sayısı 42.500. Hesaplıyorum aşağı yukarı 1000 kişiye 1 hekim düşüyor. O ara duymuşum Hâmid Bey diye birisi var İstanbul’da, ona ulaşmam lazım. Daha sonra 1978’e kadar kendi kendime yaz çiz. 1978’de İstanbul’da tanıdığım bir gazete muhabiri vardı, onun adresini telefonunu buldum, yazılarımı ona yolladım, rica ettim, Hâmid Bey’e götür tarif falan yapsın. Hiç olmazsa öylece yaptıklarımı bir görsün… İstanbul’a gelme durumum yok o zaman. 2 yıl kadar mektupla ders almak nasip oldu. Hiç görmedim Hâmid Beyi, İstanbul’a gelene kadar. Erzurum’dan İstanbul’a gelişiniz nasıl oldu? 1980’de bir hadiseden dolayı zaten fakülteyi bıraktım. Hesabımı yaptım, Türkiye’ye bir tane Hâmid Bey düşüyor, 1000 kişiye 1 doktor düşüyor. 1 doktor olmasa bir şey olmaz. Hatta şimdi sık sık televizyonlarda gördüğüm İsmail Hakkı Aydın, çok sevdiğim, kardeş gibi sevdiğim bir arkadaş, bana kızdı. Kendisi İmam-Hatiplidir aslen yazıya falan aşinadır, bilir. Bana kızdı: “Etme eyleme böyle bir fakülte bırakılmaz.” Yahu arkadaş yazı bitiyor yazı! Hâmid Bey de göçer giderse bu sanat tarihe gömülecek. Başka yazıp çizen var mı onları da bilmiyorum. Niyetimi bozdum, ihtilalden bir hafta önce ver elini İstanbul… Hattat Hâmid Bey’le geçen yıllarınızdan bahseder misiniz? Ölümüne kadar (1986) Hâmid Bey’le çalıştık. İstanbul’a beni kim ne tanır ne bilir. Kendi kendime yazı falan çalışıyorum. İşin piyasası nasıl oluşacak bilmiyorum. Bir gün Topkapı Otogarı’nda, arka tarafı eski bitpazarıydı. Arkadaşlar vardı orada, orada onların yanındayım. Birisi geldi baktı ki yazı yazıyorum. Bir ithalat-ihracat firması kurmuşlar onun Arapça ismini istiyorlar. Ola ki işlerinde bir faydası olur. Firmanın ismi AREK. Elif-re-elif-kef. İstanbul’da ilk yazıp birkaç kuruş para aldığım yazı odur. O zaman bekârım tabi, otelde falan kalıyorum. Derken, Cağaloğlu’nda matbaalar ile tanışmalar, yavaş yavaş yazı çevresi oluşmaya başladı. Ama yazı hâlâ yasak, mecbur yine kaçak göçek yazıyoruz. Kitap falan yazarım, kitap metinleri, nesihle. Erzurum’a bir gidişte, ikindi namazından sonraydı, akşam yedi haberlerinde Hâmid Bey’in vefat haberini duydum. Erzurum’dayım, cenazesine gelip yetişemedim tabi. Ondan sonra İstanbul’a geldik, yerleştik. 1986 yılında hiç aklımda yokken annemin zoruyla evlendim. Bir yıl sonra oğlum dünyaya geldi. Annem rahmetli dedi ki, bunun ismini senin hocanın ismi olarak ver, Hâmid olarak ver. Dedim ki, iki isimli olsun, Hâmid Aytaç olsun. O ismi verdik. Annesinin kızlık soyadı da Aytaç, garip bir tevafuk oldu. Hem annesinin soyadını isminde taşıyor hem benim soyadımı soyadında taşıyor. Kayınpeder, rahmetlinin ismi Reşit, Hâmid Bey’in kaldığı hanın ismi Reşit Efendi Hanı. Dedim bunda bir işler var. Bu arada ebruyla falan da uğraşıyorum. Mustafa Düzgünman’a da devam ediyorum. Çünkü bunlar son ustalar. Bir nevi sırtımda şu milletin tarihinin yükünü hissettim. Bunları öğrenip gelecek kuşaklara aktarmalıyız. Ondan sonra evde çalıştım. 1987 yılında bu semtte (Küçükayasofya) atölye tuttum. Binbir türlü zorluklarla zaman zaman polis baskınları dahi yiyerek bu günlere çıktık geldik. İşin özeti bu ama detayı birkaç cilt kitap olur. Hangi hocalardan ders aldınız? İlk önce tabi, Hâmid Bey’den mektupla başladım. Ondan sonra buraya gelişimde Hâmid Bey’e -Allah mekânını cennet etsin- Cemil Bilgiç diye bir arkadaşımız vardı, onunla beraber giderdik. Vefatına kadar öyle devam etti. 1987 yılında o zaman ebrudan hocam Düzgünman, her pazar günleri onun saat on ile bir arası dersi var, ona devam ederim. 1987 yılında da Ali Alparslan Hoca ile tanışmışız. Talik, divani, celi divani, rika yazılarına ondan devam ettim. Yani yazıda, ebruda maceram çok çok kısa olarak bu kadar. Hattat Hâmid Aytaç ile olan hatıralarınızdan bahseder misiniz? Hâmid Bey’le ilgili de çok hatıralarım var. Bir kısmı çok özel ki her halde benle mezara gidecek. Bir kısmı öyle. Şimdi o hana giderim, Reşit Efendi Hanı’na girip sağa dönünce merdivenlerinden çıkılıyor. Orada bir Kahveci Mahmut var. Hâmid Bey’e çok gelip giden olduğu için onu kıskanıyor. Bir gün çay getirdiğinde “Ne yani, sen Hâmid’sen ben de Kahveci Mahmud’um.” diyor. Hâmid Bey anlıyor tabi, “Her handa bir tane Çaycı Mahmud bulunur ama her handa bir Hâmid bulunmaz.” diyor. Bu dediğim tarihten önceleri, Hâmid Bey kaldığı handa kiracı olarak kalıyor olmasına rağmen hanın sahibi bundan kira almıyor. Han satılıyor, bir Ermeni vatandaş alıyor. Kiracılarını boşaltmak istiyor tabi. Hâmid Bey ayakkabılarını boyatırken bu Ermeni geliyor, hanın yeni sahibi benim oradan çıkacaksın, diyor. Bu dönüp omuzundan Ermeni’ye bakıyor diyor ki “Halt etmişsin, mülkün sahibi Allah’tır.” Üç gün sonra Ermeni vefat ediyor. Hanı yeni alan kişi durumu bildiği için demiş ki; “Ölünceye kadar kira istemiyorum, burada dur.” Şimdi hocaya derse gittiğimiz zaman eğer kalabalıksak asla gürültü istemezdi. En ufak bir hışırtıda bile dikkati dağılırdı. Kimsenin yanında yazı da yazmazdı. Ama ben yanımda Kaddafi’nin tuğrasını çektiğini görmüşüm. Yalnız çok enteresandır, çok ağır yazı yazardı. Bir harfe başlar, ben de kenarda ellerimi dizime koyar bakardım. Atıyorum, 20-30 cm’lik bir satır yazacak, başlar. Derdim Allah’ın izniyle ikindide başladı ancak akşama bitirecek bu harfi. O kadar ağır yazıyor ki hatta gören arkadaşlar anlattı, yazı yazarken, kalemi yürütürken -geceleri pek uykusu da yoktu- uyku gelip içi geçiyor ama eli harfin üstünden zerre kadar kımıldamıyor, uyandıktan sonra çekip tamamlıyor. Hatta uykuya geçtiği anda tamamladığı harfler var. Ben seyrederdim, bu satır derdim, hafta sonuna ancak biter. Garip bir şeydir yarım saat, bir saat sonra satır bitmiş. Yaşlılık tabii, bir yerde elini yazının ön tarafında bulunan bir şeye ulaştırırken eli kurumamış mürekkebe bulaşıp yazıya da bulaştırıyorsa, -öyle pratik zekâlı bir adamdı ki- bir kenarını keskinleştirmiş olduğu bir silgiyi diliyle hafifçe ıslatır onunla harfin kenarını tashih ederdi. Bir de bu eski ilaçlardan ampul şeklindeki ilaçların içinde testere verirlerdi, ampulün boğazını kesmek için. Onun ağzını bileği taşında iyice keskinleştirmiş, tashih kalemtıraşı yapmıştı. Sert alüminyum onlar, epey dayanıklı fakat sap takmaya bile hiç uğraşmamış, parmaklarının arasına sıkıştırır onunla kazırdı. Kurşun kalemle ön çalışmalarını yapıyordu. Bugün piyasadaki birçok yazının etrafında hâlâ kurşun kalem izleri durur. Onu da şöyle hazırlardı: Daha önce bir kalıp hazırlamış, kalıbın arkasını yumuşak kurşun kalem ile her tarafını çizer, karbon kâğıdı görevi görüyor o. Onu yazacağı yere koyar, sert bir kurşun kalem ile yazının harflerin kenarını geçer, ondan sonra alır, yazar. Öyle ağır ağır yüzlerce, binlerce yazı yazdı. Onunla bir tane hatıra fotoğrafım vardı. Az önce bahsettiğim gazeteci de kaldı, bir türlü ulaşamadım. İrtibatımız da koptu sonradan. Çok gelip gidenler oluyordu, orada nice milletvekilleri görürdüm, konsoloslar görürdüm. Kimlerle tanışmadık ki orada, çok feyizli bereketli idi. Fakat bak, şöyle bir hatıramı anlatayım mesela: Oturduğu yerin karşısında yukarıda küçücük bir pencere vardı. Bazen dalar o pencereden dışarıya uzun uzun bakardı. Gözlerine bakardım, sanki mazisini yaşıyor orada. İki defa yangın tehlikesi geçirmiş, ikisinde de hiç kılını kıpırdatmamış; “Burada yazı yazılıyor, Allah'ın izniyle bu han yanmayacak.” diyor. İkisinde de yanmadı o han. Öyle bir enteresandı, inancı vardı. Sonra o pencerenin sol tarafında çerçeveli bir fotoğraf vardı. Bizim Turan Sevgili’nin icazeti imiş. Ona baktığımda “Bak evladım, Turan Sevgili diye bir ressam var, onun yazısı. Maşallah güzel yazmış.” derdi. Turan Abi’yi o zaman orada tanımıştım. Sonradan tabii 40 küsur yıllık bir dostluğumuz oldu Turan Abi ile. Ve şu anda hayatta olan Hâmid Bey'in en eski öğrencisi Turan Sevgili’dir. Çok güzel günlerimiz geçti tabii. Sonra Hâmid Bey'in vasiyeti var; “Şeyh Hamdullah’ın ayakucuna gömün beni.” diye, IRCICA (İslâm Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi) epeyce uğraştı mezarına nakletmek için. Bir sürü formalite, sonunda izin çıktı. Vasiyet yerine geldi. Mezar taşının başındaki “Hâmid” yazısını Turan Abi yazdı, geri kalan kısmını Hasan Çelebi yazdı. Mezarına nakletmek de ben ve eski öğrencilerinden İsmail Yazıcı’ya nasip oldu. Odur budur orada yatıyor. Allah inşallah cennet bahçelerinde ağırlar. Vefatından sonra çok rüyalarımda gördüm. Yazı ile yoğun uğraştığım zamanlar rüyama girerdi. Hüsn-i hat çalışmalarınız ve talebe yetiştirmeniz hakkında bilgi verebilir misiniz? Artık piyasaya yazı yazıyorum. Tuttuğumuz atölye de gayet mütevazı. Bir an önce öğrencilere bunu öğreteyim, bende kalmasın. Kim ne zaman göçecek Allah bilir. Zaten 80'li yıllarda Erzurum’da iken, geliş gidişlerde birçok kişiye öğretiyordum. Onlar da öğrenci yetiştirdiler. Onların öğrencileri derken yavaş yavaş yazı hakkındaki yasak epey gevşedi. Erzurum'da yazı yazarken hep tembih ediyordum; “Gelin yazıyı öğrenin, yarın öbür gün yasak kalkar, bu iş üniversiteler bazında ele alınır, kürsüleri kurulur…” Kim inanır bana, kim inanır? Daha sonra orada da ders verip yetişmesine hizmet ettiğim insanların büyük bir kısmı şimdi üniversitelerde hocalar. Geriye dönüp bakıyorum; memlekete bu yazı konusunda hizmeti yeterince yaptım mı diye. Yapabildiğim kadarıyla bahtiyarım, şükür. Yedi kuşak sonraki öğrencimi gördüm. Benden sonra yedi kuşak, ebruda da yedi kuşak gördüm. Hizmet yeter mi? Yok. İşte az önce gördüğümüz gibi hâlâ insanlara yardım etmeye çalışıyoruz. Yazı insanın hayatı oluyor bir yerde. Eskilerin duası, -şimdi çok iyi anlıyorum- aynı temenniyi, aynı duayı ben de ediyorum: “Ölüm geldiği zaman elimde kalem olsun isterim.” Eskilerin de duası hep bu. Yazının ocağı, ucu, bucağı, sınırı yok. Manevî yolda mürşid, sanatta usta yol göstericidir. Ustasız bu işlerin olmayacağı bilinmektedir. Manevî hayatta olduğu gibi sanat hayatında babalık, evlatlık ve yol arkadaşlığı nasıl olmalıdır? Bunu en iyi şöyle bir misalle açıklıyayım: Sami Efendi öğrencilik yıllarında ders alıyor. Devrin en büyük talik üstadı Ali Haydar Bey yazılarını görmüş, haber yollamış. “Evladım senin bunu ilerletmenin lazım bana gel.” diye. Sami Efendi meydanda yok. Bir gün Ali Haydar Bey'in kapısı çalınmış, açıyor Sami Efendi. “Evladım bu zamana kadar sen neredesin? Haber yolluyorum gelmiyorsun.” Demiş ki, “Hocam benim bildiğim, hocayla talebenin arasını ancak ölüm ayırır. Dün hocamızı toprağa defnettik, bugün sizin kapınızdayım.” Peki, bu Sami Efendi’de nasıl tecelli etmiş? Medrese-i Hattatîn’de, en büyük hocaların hepsi Sami Efendi'nin öğrencisi olmuş. Tecelliyat böyle. O, Sami Efendi'nin sözüydü. Benim şu anki düşünceme göre hoca ile talebe arasını ölüm bile ayırmıyor. Babalık evlatlıktan daha ileri bir mertebe. Mutlaka bir hocanın dizinin dibine çöküp, Şeyh Hamdullah Efendi'nin tabiri ile “Gönlünü hocanın gönlüne, gözlerini kalemin ucuna raptedecek.” Sır burada ve dünyadaki bütün eğitimin temeli, bugün üniversite eğitimi dediğimiz ucube eğitimin bile temelinin aslında böyle olması lazım. Hele hele uzaktan uzağa eğitim… Yani İstanbul'da duran bir gencin internet üzerinden Yeni Zelanda'da biriyle evlenip de ertesi gün çocuk beklemesine benzer bu iş. Bir de talebe öğrendiğine ihanet etmeyecek, bozmayacak, yeni akımlara, yeni yorumlar, yenilikler deyip yazıya ihanet etmeyecek. Yazı tarihine, hocalarına ihanet etmeyecek. Önce öğrenecek. Eğer yarın, öbür gün bir atılım yeni bir yazı çeşidi olursa, yeni bir kompozisyon olursa, öğrendikten sonra yazar-çizer. İşten anlayan arkadaşlarıyla görüşüp onların fikrini alır. Eskilere ihanet etmemek için yapar bunu. O durumda kişinin feyzi artar. Yoksa dün bir tane kamış kalem bulup, bugün düzmece bir boya alıp çok keskin yazıları internet-bilgisayar yardımıyla çıkartıp, yeni yorum yaptım, derken ayeti yanlış yazmış olmanın farkına varmamak da var. Bunların hepsi gördüğümüz, yaşadığımız şeyler. Bir de şu var: İnsan eğer bu yolda samimi olarak ilerlemeye niyetliyse rüyasında bile eski büyük ustalar ders veriyor. Tarihen sabittir; akşam buradaki öğrencimi yolcu ederken dışarıya çıktık. Bana bir rüya anlattı. Rüyasında aynen bu konuyu söylemişler: “Sen Hâmid Bey'den çok istifade edeceksin, aman onun yolunu bırakma.” demişler. Az önce rüyasını söyledi bana, en son bu akşam yaşadık. Yani bunlar yaşanıyor. Millî ve manevî değerler açısından hat sanatının (geleneksel İslâm sanatının) öneminden bahseder misiniz? Bana sorulursa, sadece İslâm Sanatları değil dünyadaki bütün sanatların baş tacı yazıdır, İslâm yazısıdır, hüsn-i hattır. Arap yazısı tabirini özellikle kullanmadım. Bunu Cenab-ı Hak Müslümanlara nasip ve hediye etmiştir. Ancak onun bağışta bulunması ile bir insan yazıya sahip çıkar. Çünkü Hazreti Ali Efendimizin sözü; “Yazı İslâm'a devam ile olur.” Gayrimüslimlerden yazıda başarılı olan hiç kimse yok. Basit bir misal vereyim; Hikmet Barutçugil ebru konusunda epeyce ülkeleri gezmiş birisidir. İngiltere'de Prens Charles'ın İslâm sanatları okuluna da sık sık gider. Oraya bir gittiğinde, galiba Cezayir asıllı bir hattatın üniversitede ders verdiğini görmüş. Öğrencileri ile konuştum diyor, İngiliz olan öğrenciler bana şunu itiraf ettiler: “Beş senedir yazı dersi alıyoruz, biz geri zekâlılar da değiliz ama yazıyı başaramıyoruz.” Dedim ki; “Müslüman olmayanlara bu iş nasip değil.” Bunun bir istisnası Alman Şair Goethe. Onun muhakkak yazı ile yazmış olduğu Felak ve Nas Surelerini gördüm. Ama sonradan bir öğreniyorum adam gizli Müslümanmış. Yazı, manevî yönden insanın elinden tutan bir sanat. Bir heykeltıraşlıkta bunu görmemiz mümkün değil. Çünkü yazı ayetle sabit, yazı hakkında ayetler var. Kur'an ne ile zaptedildi? Yazıyla. Medeniyetin bugüne gelmesi yazı sayesindedir. Dünya hayatının temelidir yazı. Ne mutlu Müslümanlara ki Allah böyle bir kapıyı açmış. Hem ilmi kaydetmeye kullanmışlar hem güzelleştirmişler. Diğer ulusların, ülkelerin, milletlerin kendi güzel yazıları var. Onlara da kaligrafi diyorlar ama bizde bunun adı hüsn-i hattır. Bu hüsn-i hat ilmidir, sanatı değil. Müslümanlar da buna mukaddes bir gözle bakmış, Kur'an yazısı diye sahip çıkmış, hizmet etmişler. Cenab-ı Hakk’ın vaadi var: “Kur'an'ı biz indirdik onu muhafaza edecek olan biziz.” buyuruyor. Cenab-ı Hak sahip çıkıyor. Tekkelerde de çok önem verilen hat sanatının insanın manevî tekâmülüne nasıl bir katkısı bulunmaktadır? Eskiden tekke şeyhlerine hüsn-i hattan icazet almadan ve havas ilminden haberdar olmadan şeyhlik pek nasip olmazdı. Şimdi dikkat edilirse hüsn-i hat veya hüsn-i hattın yan dallarına ebruya, ciltçiliğe, kalemtıraşcılığa, cetvelkeşliğe varıncaya kadar bunlar Osmanlı Dönemi’nde esnaf loncalarına bağlıydı. Ahilik ahlakı ve geleneği üzerine işlerine devam ediyorlardı. Kıl kadar bir harama tevessül etme yoktu. Sonra günümüzden şöyle geriye doğru bir bakarsak yazı yazanların neredeyse tamamı bir tarikat mensubu. Şeyh Hamdullah diyoruz, Şeyh Hamdullah'ın şeyhliği boş değil. Sühreverdiye Tarikatı şeyhi, aynı zamanda Okçular Tekkesi şeyhi. Hafız Osman Sümbüliye Tarikatı’ndan. Her hattat bir tarikata mensup. Tamam, gerçi o zaman yaygın olan bir şey ama tasavvufun o manevî feyzini alarak da ilerlemişler. Mümkün değil, maneviyatsız sanat olmaz. Sanat mutlaka dinden alır kaynağını ve dinin mensuplarına hep faydalı, olumlu, yapıcı, müjdeleyici, kafayı çalıştırıcı ve inanca yönlendirici mesajlar vardır İslâm sanatında. Yoksa sadece şeklî olarak, ruhsuz olarak olumsuz bir sanat değildir. Bir yazı yazdık mesela ayet; “Festekim kema ümirte.” Şimdi bu duvara asılır mı, asılır. Asıldığı evi şereflendirir. Güzel olduğu için seyredilir mi, seyredilir. Ama onun verdiği mesaj, bakıp anlayan için; “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” O cümle kafada kaldığında, yahu ayette öyle diyor, ben dosdoğru olayım, der ve dürüst bir vatandaş kazanırız. Sanatın vermiş olduğu mesaj budur. Hadis-i şeriflerde, kelam-ı kibarlarda, tasavvuf şiirlerinde bu gibi mısralar çok. Hepsi güzelliğe davet ediyor insanı. Bakkal duvarına bir levha assa; “Er-rızku alallah.” Gözü devamlı ona ilişiyor, bir güzel görüyor, gözü güzele alışıyor. Bir de oraya baktığında “Rızık Allah'tandır.” diyor, ne gam var ne sıkıntı var. Bak şimdi toplumu nasıl hizaya getiriyor sanat. Sanat topluma mutlaka olumlu mesajlar, ince mesajlar vermeli ve birliğe çağırı vesilesi olmalıdır. Sanattan gaye; “Cenab-ı Hak her şeyi o kadar güzel yaratmış, ben de onun bir kulu olarak güzellikle uğraşayım çirkinlik bana yakışmaz.” dır. Toplum sırf bu cümleyle terbiye olur. Sanat o kadar önemli bir şey. Günümüzde nasıl anlaşılır? Özellikle de ilgili bakanlıklar, kurumlar ve vakıflar vesaire tarafından görülmesi gerekir. Bir ilkokul öğrencisi kuru kalemlerle beş yapraklı çiçek çiziyor, başını okşayıp “Aferin ne güzel sanat yapıyorsun.” diyorlar. Şimdiki makamların görüşü de maalesef bu seviyede. Allah Diyanet İşleri’ne, Kültür Bakanlığı’na sanatın gerçek yönünü göstersin. Biraz elinden tutsunlar inşallah. Geleneksel İslâm sanatlarımıza yurt içinde ve yurt dışında ilgi nasıldır, beklentileriniz nelerdir? Vallahi şu 15-20 sene öncesi itibarı ile pek bir rağbet yoktu, bilgi de yoktu. Fakat yurtdışı sergiler, konferanslar, İslâm ülkelerinde karşılıklı sanat faaliyetleri sayesinde epey tanındı, sevildi. Benim şahsen gördüğüm; eğer bir İslâm ülkesi yurtdışında temsil edilmek isteniyorsa sanatla temsil edilsin. Diğer hiçbir sahada kendimizi anlatma şansımız yok. Ama sanat ile temsil ettiğimizde dışarıdakiler ince bir şekilde ve kara kara düşünüyorlar. Onun farkına vardım ben, o konuda da epeyce maceralar yaşadım. Ülkemizin tanıtımında hat sanatının tesiri sizce ne olmalıdır? En büyük tesiri bu yapıyor, onun yanında ebru da yapıyor. Yurt dışında neler gördüm neler… Anlayamadıkları gerçek güzellik karşısında boyunlarını eğiyorlar. Nasıl oluyor? Bir defa yazının o maneviyatı ruhaniyeti, gavur bile olsa onu kendine cezbediyor. Onda garip sırlar var. Ben çok görmüşümdür. Darendeli Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin tuğrasını siz tasarlamışsınız, bunu yaparken sanat açısından nelere dikkat ettiniz? Rahmetli Hulûsi Efendi ile yüz yüze hiç karşılaşmadık ama gıyaben öyle bir muhabbetimiz vardı ki… Bir defa şiirlerinden onun derya bir zât olduğunu hemen anlamıştım. O divanını Osmanlıca olarak teslim etmiş Malatyalı/Darendeli Kadir Meral’e, Meral Yayınevi’nin sahibi: “Alın bunu çevirin, basın.” demiş. Rahmetli Ayhan Yalçın editörlüğünü yapıyor. Kadir Abi divanı okuyor. Aramızda bir iki tane büyük dolap var, ben de yazı yazıyorum. Kadir Abi okurken bir bakıyorum kelime veya terkip yanlış oldu, kulağım kayıyor o tarafa. “Kadir Abi orası yanlış oldu. O kelimenin aslı böyle olması lazım.” diyorum, “Evet öyleymiş.” diyor. Üç beş tane böyle olduktan sonra bir de baktım divanın içine düşmüşüm. Bir kısmının çevrilmesine ben yardım ettim. Rahmetli Kadir Abi dedi ki; “Yahu bunu basıp yayınlayacağız. Oldu olacak Hulûsi Efendi'nin bir tuğrasını çek.” Ben de “Seve seve olur.” dedim, tuğrasını çektim. Çektim ama böyle çok sevdiğim bir kişiye yakında hediye gidecek gibi bir hava içinde. Hazretin tuğrası, metni bir güzel de oturdu kürsüsüne. Ondan sonra benim yolum bir cami yazma işi dolayısı ile Malatya'ya düştü. Darende'nin içine girip külliyeye bir bakmak nasip olmadı. Bir seferinde de bir yerden dönerken Darende’den geçişte “Hele bir dur, buradan külliyeyi bir seyredelim.” dedim. Vaktimiz de yoktu, içeriye bir girelim Hamideddin Efendi ile tanışalım, hani bir tanışıklığımız olsun diye ama fırsat bulamadım. Sonradan devamlı duyarım ki hakikaten hayatta iken tahmin ettiğim gibi; O’nun manevî feyzi civarını sarmış halen, hissediyorum. Duyduğum kadarıyla hakikaten Darende civarına etkileri epey büyük ki o civarlarda en azından adlî bir vaka çıkmıyor. Bakın bu gibi zâtlar bulundukları yerlere feyiz saçarlar, insanlar en azından onların maneviyatından utanarak kötülüğe düşmezler. Allah sayılarını çoğaltsın. Sonradan tabii divanı çıktı, aldım, kaybettim, sonra yeniden aldım. Aklıma geldikçe ruhuna rahmet okuyorum. Allah mekânını cennet etsin. Son olarak Somuncu Baba dergisi okurlarına mesajınız nedir? Kıymetli okurlar; Hulûsi Efendi, onun oğlu Hamideddin Efendi, oradan Somuncu Baba'ya, Somuncu Baba’dan onun dedelerine, tarikat silsilelerinin en başı Peygamberimiz’e varıncaya kadar bu altın silsileyi asla unutmasınlar. Bunlar bizim rehberlerimiz. Ve hepsi toplanıyor Peygamberimiz’in buyruklarında baş ve vücut buluyor. En güzel buyruk, en güzel sözler Cenab-ı Hakk'ın ona buyurmuş olduğu sözler, bunlara Kur’an-ı Kerim diyoruz. Peygamberimiz’in yaşantısını örnek alsınlar, o yoldan ayrılmasınlar. Bütün dünyanın ikinci bir çaresi yok. Tek çare İslâm'dır. O’nun etrafında toplansınlar, dünyanın galibi Müslümanlar olacak. Ve sanata, geçmişe, maneviyata, birliğimize sahip çıksınlar. En önemli mesajım bu. Allah kendi yolundan ayırmasın.
Şerif Hamideddin TEKTAŞ
Yazarİslâm’ın Kadına Bakışı Üzerine Prof. Dr. Ramazan Altıntaş ile Bir Mülâkat- Değerli Hocam, İslâm gelişiyle birlikte kadınlara ne gibi haklar vermiştir, örnekler vererek açıklayabilir misiniz?Teşe...
Yazar: Şerif Hamideddin TEKTAŞ
Mükemmel bir dîvân eseri ortaya koyan Osman Hulûsi Efendi’yi edebî ve sanat yönünden nasıl değerlendirirsiniz?Osman Hulûsi Efendi’nin şiirlerine bakıldığı zaman halk edebiyatının da güzel örneklerini ...
Yazar: Şerif Hamideddin TEKTAŞ
Kur’ân’a Adını Yazdıran Kahraman Hz. Meryem, Kur’ân’da ismi açıkça geçen tek hanımdır. Kur’ân, geleneğe uyarak âyetlerinde kadın ismi zikretmez. Sözgelimi, pek çok âyette konu edildiği halde Hz. Âdem’...
Yazar: Ali AKPINAR
Kültür nedir?Kültür kelimesi ve kavramı için bugüne kadar dilciler, edebiyatçılar, filozoflar, sosyologlar ve farklı alanlardaki uzmanlar, çeşitli tarifler yapmışlardır. Tabii herkesin kendisine göre ...
Yazar: Şerif Hamideddin TEKTAŞ