HATIRALARLA "HULÛSİ EFENDİ"
Çaydan sonra hep beraber Cuma namazını kılmak için balıklı havuzun yanındaki camiye gitmiştik. Bu arada arkadaşlardan¸ Zengibar otobüsünün Suçatı'dan kaçta geçtiğini öğrenmiştim. Velhasıl otobüsü on-on beş dakika ile kaçırdığım ortaya çıkmıştı. Caminin içine girdiğimizde üzerimdeki manevî havaya yeni boyutlar eklenmişti. Tüm kötülüklerden uzakta ve en temiz duygularla gökyüzüne doğru yükseldiğimi hissediyordum. Berrak bir duyguydu hissettiklerim. O an için dünyevî zevkler silinmişti sanki hafızamdan. Namazı Hulûsi Efendi kıldırmıştı. Sesindeki samimiyet¸ içimi saran huzurun sınırlarını da
Dört arkadaştık: Özcan¸ Şenol¸ Levent ve ben. Lise son sınıf öğrencisi olmanın kendi çapımızda keyfini çıkarıyor¸ açıkçası biraz da sıra dışı olmaya çalışıyorduk. Okuduğumuz kitaplar¸ okul dışı faaliyetlerimiz ve bazı hocalarımızla kurduğumuz ilişkilerle farklı bir yol tutturmuştuk. Dört lise öğrencisinin bu denli frekanslarının uyuşması da ilginçti doğrusu. Âdeta farklı yönlerimizle birbirimizi tamamlıyorduk. Aramızda güçlü bir bağ vardı. En büyük ortak yönümüz muhafazakâr dokumuzdu. Okuduğumuz kitaplar da bu dokuya hitap eden türdendi. Doğal olarak bu kitapların etkisi altında kalıyor ve kendi anlayışımız¸ algımız çerçevesinde konuşuyor¸ tartışıyor¸ kısacası okuduklarımızı sindirmeye çalışıyorduk. O zamanki Gürün Müftüsü Mehmet Bey ile en az haftada bir görüşüyor ve kafamıza takılan meselelerle ilgili fikir teatisinde bulunuyorduk. Aynı zamanda bir yazar olan müftünün hoş bir konuşma tarzı vardı. Olayları anlatırken kullandığı etkili dil¸ verdiği çarpıcı misaller bizi âdeta can evimizden vuruyordu. O kadar yoğunluğuna rağmen bize zaman ayırır¸ bizi dinler¸ düşüncelerimize saygı duyar ve meselelere farklı açılardan bakmamız yönünde bize telkinlerde bulunurdu. Gerçekten de onunla konuştuktan sonra kendimizi daha rahat¸ daha mutlu ve daha umutlu hissederdik. En önemlisi ise bir arayış içine girerdik
Yine bir gün arkadaşlarla okul çıkışı bir çay bahçesinde muhabbet ederken¸ konu tarikatlardan¸ evliyalardan ve evliyaların gösterdiği kerametlerden açılmıştı. Bu konularda her birimizin söyleyeceği bir şeyler vardı. Kitaplardan öğrendiklerimize bir de kulaktan dolma bilgilerimiz eklenince konuşmalarımız dallanıp budaklanıyordu. Keramet konusunda ayrıldığımız noktalar daha fazlaydı. Arkadaşın biri hemen yanı başımızda Darende'de yaşayan Hulûsi Efendi'den bahsediyor ve kerametlerini sıralıyordu. Bir diğer arkadaş¸ keramet olayına karşı çıkıyor¸ böyle şeylerin İslâm'da olmadığını ileri sürüyordu. Uzun süren tartışmalarımız sonunda bir karara varmıştık: En kısa zamanda Hulûsi Efendi'yi ziyaret edecektik. Açıkçası kendi gözlerimizle bir keramet' görmek istiyorduk. Daha sonraki günlerde ziyaretin günü de belli olmuştu: Yarıyıl tatilinin ilk cuma günü.
O gün gelip çatmıştı. Plana göre Adana'ya giden Zengibar otobüsüyle gidecektik. Arkadaşlar Gürün'den binecek¸ ben de Suçatı'dan katılacaktım aralarına. Cuma günü sabah¸ sözleştiğimiz gibi Suçatı Belediyesinin önünde beklemeye başlamıştım. Biraz geç kalmış olmalıyım ki bir türlü¸ önünde "Zengibar" yazan otobüs gelmiyordu. Sonunda otobüsü kaçırdığımı düşünerek Doğu'ya giden bir başka otobüsle Darende'ye gittim. Hulûsi Efendi'nin ikamet ettiği yeri bilmediğim için sokakta rastladığım bir amcaya sordum. Tarif üzere "Zaviye" denilen yeri buldum. Daha önce babamlardan duyduğum¸ Balıklı Havuz'u büyük bir ilgiyle izlemeye başladım. Ortam çok güzeldi. Bir an önce Hulûsi Efendi'nin ikamet ettiği dergâhı bulmalıydım. Ama görünürde dergâhı andıracak yapı falan yoktu. Bir zaman ortamın manevî havasını teneffüs ederek gezindim.
Vakit ilerliyor ben ise çeşitli alternatifler üzerine kafa yoruyordum. İşin ilginç tarafı dolaştığım yerlerde kimsecikler yoktu. Bir müddet sonra otuz beş-kırk yaşlarında bir adam şadırvana abdest almaya geldi. Adamı gözüme kestirdim. "Büyük ihtimal bu adam da Hulûsi Efendi'yi ziyarete gelmiştir¸ en iyisi bu adamı takip edeyim." diye geçirdim içimden. Adam¸ abdestini aldıktan sonra bir yöne doğru yürümeye başladı. Ben de adamı biraz geriden takip etmeye başladım. Adam biraz sonra güzel bir apartmanın kapısına dayandı. Evin önünde park halinde bir sürü araba vardı. Kuvvetle ihtimal Hulûsi Efendi'nin dergâhı burasıydı. Adamın peşinden ben de daldım içeriye. Adam önde ben arkada¸ çıktık merdivenleri. Oda kapısından içeri girdiğimizde ilk dikkatimi çeken şey¸ içerideki kalabalık olmuştu. Neredeyse oturacak yer yoktu. Adam sol köşede oturan beyaz sakallı ihtiyara doğru yöneldi. Evet¸ Hulûsi Efendi o kişi olmalıydı. Adam büyük bir saygıyla eğilerek Hulûsi Efendi'nin elini öptü. Aynı şeyleri ben de yaptım. Hulûsi Efendi'nin elini öptükten sonra oturacağım yer konusunda kısa süreli de olsa bir tereddüt yaşadım. Hulûsi Efendi bu tereddüdü anlamış olacak ki eliyle hemen yanındaki yeri işaret ederek¸ oturmamı istedi. Ben de oraya oturdum. Odadaki insanları şöyle bir göz ucuyla süzerken kapının hemen yanında bana bakan arkadaşları fark ettim. Dikkat çekmeyecek bir şekilde arkadaşlarla uzaktan uzağa beden diliyle selamlaştık.
Odada derin bir sessizlik vardı. Herkes görülmemiş bir saygı ve sükûnetle Hulûsi Efendi'nin ağzından çıkacak sözlere odaklanmıştı. Hulûsi Efendi pek konuşmuyordu. Ara ara odada bulunanlara bakıyor ve yanındaki ihtiyarların konuşmalarına eşlik ediyordu. Yalnız bir ara¸ şu an hatırlamadığım bir hadisten bahsetmiş ve kısaca bu hadisi açıklamıştı. Etkileyici bir bakışı¸ güven veren bir siması vardı. Bakışlarındaki derinlik ve kararlılık doğrusu çok etkileyiciydi. Ben de diğer arkadaşlar gibi dikkatli bir şekilde Hulûsi Efendi'yi izliyor¸ âdeta farklı bir şeyler yakalamaya çalışıyordum. Bu arada¸ hakkında duyduğumuz kerametler aklıma geliyor¸ sanki her an bir kerametine şahit olacakmışız gibi tetikte bekliyordum. Ama olağan dışı bir olay cereyan etmiyordu. Her şey normaldi
Biraz sonra çay servisi başlamıştı. İçtiğim o çayın kokusunu ve lezzetini hâlâ unutamıyorum. Sanki bir farklılık vardı o çayda.
Çaydan sonra hep beraber Cuma namazını kılmak için balıklı havuzun yanındaki camiye gitmiştik. Bu arada arkadaşlardan¸ Zengibar otobüsünün Suçatı'dan kaçta geçtiğini öğrenmiştim. Velhasıl otobüsü on-on beş dakika ile kaçırdığım ortaya çıkmıştı. Caminin içine girdiğimizde üzerimdeki manevî havaya yeni boyutlar eklenmişti. Tüm kötülüklerden uzakta ve en temiz duygularla gökyüzüne doğru yükseldiğimi hissediyordum. Berrak bir duyguydu hissettiklerim. O an için dünyevî zevkler silinmişti sanki hafızamdan. Namazı Hulûsi Efendi kıldırmıştı. Sesindeki samimiyet¸ içimi saran huzurun sınırlarını daha da genişletmişti.
Namazdan sonra dergâha geri dönmüştük. Sırada yemek vardı. Oturduğumuz büyük oda dâhil¸ birkaç küçük odaya sofra kurulmuştu. Sanki yemeklerde de ayrı bir tat ve ayrı bir çekicilik vardı. Galiba biraz da acıkmış olacağız ki sofradan en son kalkanlar arasındaydık. Yemeğin ardından ziyaretçiler teker teker ayrılmaya başlamıştı. Biz biraz daha kaldıktan sonra ayrılmıştık.
Dönüş yolunda arkadaşlarla günün kritiğini yapmıştık. Yaşadığımız günle ilgili değerlendirmelerimiz aşağı yukarı aynıydı. Mekânın manevî havasından hepimizin etkilendiği bir gerçekti. Evet¸ o gün¸ belki Hulûsi Efendi'nin bir kerametini görememiştik. Ama o kadar insanın böylesine huzur dolu bir ortamda buluşması¸ ibadet etmesi¸ manevî havayı teneffüs etmesi de bir keramet sayılmaz mıydı? Sonuçta bir âlim ve onu ziyarete gelen Müslümanlar söz konusuydu. Elbette ki niyetleri gerçek anlamda okuyan Allah'tı. Kimse hakkında peşin hükümle karar vermek doğru değildi
Musa TAKÇI
Yazar“Yaratılanı yaratandan ötürü sevmek” mefhumu, insanlara genel manada güzellikleri telkin eder. Yaratılmışların en şereflisi olan insan elbette ki, “ahsen-i takvim” olduğu için fıtrî olarak da, cismî o...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Tefsir, hadis ve fıkıh âlimi. Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey’in bacanağı, Şeyh Edebali’nin hemşehrisidir. Doğum tarihi bilinmemektedir. Sultan Orhan devrinde vefat etti. Karamanlı olan Durs...
Yazar: Muammer YILMAZ
Daha çok küçükken rahmetli dedem beni sık sık sevindirirdi. Yattığım odadan salona kadar geçeceğim yola aralıklarla bir bir bozuk ve kâğıt para koyardı. Sonra da seslenerek beni çağırırdı. "Tarık, ge...
Yazar: Erdal KARASU
Sultan I. Ahmed, 18 Nisan 1590 günü Manisa’da doğdu. Babası Sultan III. Mehmed, annesi Handan Sultan’dır. Çok mükemmel bir tahsil gördü. Arapça ve Farsçayı mükemmel derecede konuşurdu. Ok atmak, kılıç...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE