HÂL VE KÂL
Aşk, muhabbet, bir kâl (söz) meselesi değil bir hâl (yaşama, hissetme) meselesidir. Hâli söze dönüştürmek ise nerdeyse imkânsızdır. Zira büyüklerin dediği gibi “Bilen söylemez, söyleyen ise bilmez.” Ne var ki söylemeden de olamaz. Yunus Emre bu durumu şöyle ifade eder: “Sevdiğim söylemez isem, sevmek derdi beni boğar.” Bu durum ise, âşığı söylemek durumunda bırakır. Fakat hâli, söze nasıl dönüştürecektir? Geçmişten bugüne aşkı söylemenin tek yolu şiirler olmuştur. Zira kalbin sesidir şiir. Söylenebilecekse ancak onunla söylenir. Buradaki tek imkân ise aşkı en derin ve yoğun biçimde yaşamış aramızdaki kahramanlardır. Kimdir bunlar? Bunlar bazen gül ile bülbüldür. Bazen şem ile pervanedir. Kimi zaman ise Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre ya da Leyla ile Mecnun’undur. Evet, görünüşte bunlar, beşerî bir aşkı dile getirirler. Fakat bu beşerî olan durum en çok da Leyla ile Mecnun’da görüldüğü gibi nihayetinde çoğu kez ilahî olana dönüşür. Onları bugüne kadar getiren hikâyelerin sırrı da gücü de aslında burada saklıdır. İşte onlardan sonra gelen âşıklar da aşklarını bu aşk kahramanların hikâyelerinden hareketle dile getiririler. Seven gül, sevilen bülbül ya da seven Mecnun, sevilen de Leyla olur. Hikâyenin nihayetinde Leyla sevgisi, Mevla sevgisine dönüşür. Gül ile Bülbül Meseli Hulûsi Efendi de şiirlerinde bu yola başvuran isimlerdendir. Divan’ında bu isimlere atıfta bulunarak Mevlâ aşkını coşkulu bir şekilde dile getiren çok sayıda şiir söylemiştir. Bunlardan biri de “Seherde bülbül ağlar gül ise handândır aşkından Ne hikmet biri handâan diğeri giryândır aşkından” beytiyle başlayan gazelidir. Bu gazelde önce bu beyitte görüldüğü gibi gül ve bülbül metaforlarından hareket edilir. Aşk, bu noktada bu iki kahramanda tam zıt bir hâlde tezahür eder. Bülbüle gülden ayrı olmanın hasretiyle feryat ve figan içindedir. Gül ise aksine sevinçlidir. Bülbülün yanık feryadıyla kendisine ona aşkını dile getirmesinden dolayıdır bu sevinç. İkinci beyitte ise gülün yerini şem (mum), bülbülün yerini pervane alır. Feryat ise bu defa mum ateşinin etrafında yanma arzusuyla dönme şeklinde kendini gösterir. Çünkü aşk, kendinden vazgeçip sevilende yok olmaktır. Bülbül nasıl gülün dikenleriyle düşüp ölürse pervane de ateşte ölecektir. Ama bu ölmek yok olmak değil sevilenin varlığında yeniden doğmaktır. “Yanıp şevk ile şem her bezmde isar-ı nur eyler Ana pervane canın terk eder suzandır aşkından” beyti bize bu hikâyeyi anlatır. Aslında seven, ister bülbül olsun ister pervane, gülün yahut şemin varlığında Hakk’ı temaşa ederler. Arzu ile iştiyakla yanmak, yok olmak meselesi bu yüzden ortaya çıkar. Ama hiçbir şey o ihtişamlı mutlak güzelliği tam olarak yansıtamaz, eksik kalır. “Cemalin perdesizken perde perde aç derler Ne perde bir yüze kim perdesi seyrandır aşkından” Yani aslında mutlak güzellik perdesizdir. Ama tümüyle onu temaşa edebilmek imkânsızdır. Çünkü insan âcizdir. Bu yüzden kademe kademe açılmalıdır ki perdeler, mutlak güzellik ona göre görülebilmelidir. Mecnun’un Söylediği Gazelin sonraki beytinde söz gül ile bülbül, şem ile pervaneden sonra Leyla ile Mecnun’a getirilir. “Cemalin seyrine ya doymamış ya görmemiş Mecnun Neden kim çöl-be-çöl Leyla için nalândır aşkından” beytiyle anlatılan bu durum çöl, cemal kelimelerinin imkânlarıyla ortaya konulur. Çöl, sonsuzluktur. Kişiyi maddî âlemden koparır. Bu, aslında insanın bağlarından kurtulup asıl bağlanması gereken varlığı düşünmesi, temaşa etmesi için ona bir imkân sağlar. Malum, Leyla bir çöl kızıdır. Güzelliği ile bir güneş misalidir. Mecnun ise tüm bağlarından hatta aklını da terk ederek kurtulmuş bütün varlığını Mecnun’a odaklamıştır. O da tıpkı bülbül gibi feryat içinde, pervane gibi yanma derdindedir. Ağlaması, inlemesi bu yüzdendir. Çünkü dert, ağlatır. Ardından da söyletir. Bunu bizzat Mecnun söyleyemese bile şairler söyler. Ama bilelim ki şairlerin amacı, onların hikâyelerinden istifade ederek kendi hikâyelerini anlatmaktır. O yüzden Fuzulî, “Bende Mecnûn'dan füzûn âşıklık isti'dâdı var Âşık-ı sâdık menem Mecnûn'un ancak adı var.” diyerek bu durumun mahiyetini ortaya koyar. Mesele Hakk’ı eserlerinde temaşa etmek, onun varlığını gönülde hissetmektir. Ama bunun için sır perdelerinin açılması gerekir. Bu durumda tek imkân Allah’ın kendi sırrını izhar ederek kendisini sevene kapı aralamasıdır. O, bütün varlıkların diliyle konuşur, kendini aslında esen rüzgârla, açan gülle, izhar eder. Çünkü O, bir kudsî hadiste de belirtildiği gibi “bilinmek” istemiştir. "Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim (bilinmeye muhabbet ettim) ve kâinatı yarattım." Hadis-i kudsî aslında sevenle sevilenin adına aşk dediğimiz hâlinin mahiyetini açıklayan bir sözdür. “Yine esrarını senden sana izhar eden sensin Anı gafil ne bilsin zahiri pinhandır aşkından” sözündeki mana kapısını aralamak için Yunus’un söylediği “can gözü”, “can kulağı” gerekmektedir. Buna sahip olmayan ne kadar kitap okursa okusun cahildir yani gafildir. Çünkü gaflet bilgisizlik hâli demektir. Aşk ve Akıl Hulûsi Efendi’nin gazelinin sondan bir önceki beyti şöyledir: “Sana talip olan aklın yitirdi vaslına daldı Anınçün başı açık sinesi uryandır aşkından.” Bunu anlamak için “Ömrün bitirmiş virâne miyem Aklın yitirmiş, divane miyem?” ilahisine bakmak gerekir. Şöyle bakılır çoğu zaman. Aşk gelince akıl gider. Aslında bu durum, aklın yok olması değil onun da aşka dönüşmesidir. Yani ikiliğin sona ermesi, birliğin (vahdet) gerçekleşmesidir. Şöyle ki Hakk’a vuslata talip olan terk makamında o zahiri aklı da terk etmelidir ki yürüyüşünü engelleyecek bağlardan kurtulsun. İşte zahiri akıl böyle bir bağdır. Arzusu vuslat olan bu bağdan kurtulmadan maksuduna eremez. Kurtulanın da “başı açık sinesi uryan” olur. Yani kendine ayak bağı olan her şeyden soyunur. Gazelin son beytinde ise şair sevdiğine şöyle seslenir. “Hulûsi’nin sözü mazur tut ey hublar şahı Ki zira derdmendin ciğeri büryandır aşkından” Bu gazel baştan sona bir feryat, arzu lisanında söylendiği ve muhatap da sevilen (Allah) olduğu için, bir yanlış ifade olabilme ihtimaline karşı ona sığınılmalı ve mazur görmesi niyaz edilmelidir. Zira bu aşkı dile getiren şairin onun aşkından “ciğeri biryan olmuş yani yanmış, kavrulmuştur. İşte bu kendinden geçme hâliyle hatalı sözler söylenmiş olabilir. Gazel böyle bir niyazla biter ama şunu da eklemek lazımdır. Muhabbetullah’ı bütün mana ve muhtevası ile anlatan bu gazel, ele aldığı konu ve tema itibariyle her çağa hitap eder. Hepimiz özellikle böyle bir aşka ve vuslat arzusuna çokça ihtiyaç duyduğumuz bir çağda yaşamaktayız. Zira varlığımız aşktır, aşktandır. Gönlümüze hakikat mayası aşkla çalınmıştır. Ama ne var ki bu çağda varlığımızı sadece beden olarak algılıyor, onun ihtiyaçlarının peşinde koşuyoruz. Oysa bir kalbimiz var ve onun ihtiyaçları var. En başta geleni ise Allah sevgisidir. Zira o sevgi olmadan başkalarını da sevme imkânımız olamaz. O yüzden güle ulaşmak isteyen bülbül, şem’e ulaşmak isteyen pervane, Leyla’ya ulaşmak isteyen Mecnun olmadıkça maksuduna eremez.
Mustafa ÖZÇELİK
YazarSavaş Meydanlarından Şiir Meclislerine Osmanlı’da “şair sultanlar” geleneğinin önemli bir ismi de “Selimî” mahlasıyla şiirler yazan “Yavuz” lakaplı Sultan 1. Selim’dir. O da atalarından pek çok isim ...
Yazar: Mustafa ÖZÇELİK
13. Osmanlı sultanı. III. Murad Han’ın oğlu. 26 Mayıs 1566’da Manisa’da doğdu. O da her Osmanlı şehzadesi gibi çok iyi bir eğitim gördü. Malum şehzadelerin eğitimi din, siyaset, askerlik alanlarında o...
Yazar: Mustafa ÖZÇELİK
Osmanlı Sultanları Osman Gazi’den itibaren bir yandan küçük bir beyliği bir cihan devleti haline getirmek için sınırlarını genişletirken bir yandan da şiirin tesirli diliyle hem Türkçenin anlam ve anl...
Yazar: Mustafa ÖZÇELİK
Cenab-ı Allah’ın en güzel nimetlerinden olan aile, insanoğluna huzur ve sükûnet veren, çocuklar ve temiz rızıklarla güzelleşen kutsal bir birlikteliktir. Aile, Rabb’imizin yeryüzündeki ayetlerinden bi...
Yazar: Yusuf HALICI