Haberlerin Ağında İslâm ve Müslümanlar
Sözlükte haber; “bir nesneyi gereği gibi bilmek için yoklayıp sınamak, bir şeyin iç yüzünden haberdar olmak” mânâsına gelen hubr (hıbre) kökünden türemiş bir isimdir. Terim olarak “geçmişte meydana gelen veya gelecekte vukû bulacak bir olayı bildiren söz, mahiyeti itibariyle doğru veya yanlış olma ihtimali bulunan söz” gibi farklı şekillerde tanımlanmıştır. Bu tanımların ortak noktaları haber konusunun duyularla algılanabilir olması, vahye dayanmışsa geleceğe de ait olabileceği hususlarıdır. Doğru veya yanlış oluşu, gerçeğe uyup uymaması haberin konusuna göre değişir. Bazı hususların doğruluğunu, bazılarının yanlışlığını onaylamak gerekli iken, bir kısım haberlerin yanlış veya doğru olma ihtimali mevcuttur.1 İslâm inancı açısından meseleye baktığımız zaman nasıl ki, güvenilir ve dürüstlük değerlerine sahip olmak bir Müslümanın şânındansa, verdiği haberin de güvenilir ve doğru olması aynı şekilde Müslümanlığın şânındandır. Verilen bu haberin sözlü ya da yazılı olması gerçeği değiştirmez. Çünkü Yüce Allah insana, doğru haber vermesini ve doğru haber edinmesini bir içgüdü olarak lütfetmiş; yalan haber vermeyi ve yalan beyanda bulunmayı da yasaklamıştır. Yalan beyan; ister sözlü, isterse yazılı yapılsın dinimizde günahtır, haramdır. Yalan haber, halkın doğru haber alma hakkının bir ihlâlidir. Yalan haberden toplum vicdânında nefret edilir. Bizler “güvenilir” bir peygamberin ümmetiyiz. Her yerde ve her zaman, sözün en doğrusunu söylemekle yükümlüyüz. Her Haberi Tahkîk Etmeli Günümüzde yazılı ve sözlü basın cinsinden bilumum yayın organları; halkın gören gözü, duyan kulağı ve konuşan dili konumundadır. Bu sebeple, basın çalışanları, her haberi tahkîk etmeli, aşırı dikkat ve titizlik göstermeli, doğruluğu konusunda emin olmadıkça kamuoyuyla bir haberi paylaşmamalıdır. Zira yerine göre haber bir emânettir, yapılan yanlış bir haber, birey ve toplum hakları açısından telâfîsi imkânsız sonuçlar doğurabilir. Onun için basın yasasına ve dinî değerlere bağlı bir basın çalışanı nedâmet duyacağı haber, resim, makâle gibi etkinliklerden uzak durmalıdır. Emânet olan haber, en az iki kişi arasında olabileceği gibi, basın yayın organları yoluyla binlerce insan arasında da gerçekleşebilir. Herhangi bir konuda ve her durumda güvenilmez kimselerin getirdikleri haberleri, doğruluğunu araştırmadan kabul etmek İslâm’a uygun değildir. Haber konusunda İslâm tarihinde, sosyal ve hukûkî hayatın düzenli yürümesi, haksızlık ve huzursuzlukların önüne geçilmesi bakımından çok önemli bir olay yaşanmıştır. “Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından Velîd b. Ukbe, Benî Musta’lik Kabîlesi’nin zekât vergisini toplamak üzere gönderilir. Velîd yolda iken birisi, bu kabîleden silâhlı bir grubun yola çıktığı haberini getirir. Velîd, onların savaşmak için çıktıklarını düşünerek geri dönüp Peygamberimiz (s.a.v.)’e durumu anlatır. O da haberin doğru olup olmadığını araştırmak ve gereğini yapmak üzere Hâlid b. Velîd’i gönderir. Hâlid, kabîleye yakın bir yerde konaklayarak durumu araştırır; söz konusu grubun ezan okuyup namaz kıldıklarını, İslâm’a bağlılıklarının devam ettiğini tesbit eder ve Medine’ye döner. Sonunda onların, zekât tahsildarı geciktiği için durumu öğrenmek veya zekâtı kendi elleriyle Hz. Peygamber (s.a.v.)’e teslim etmek üzere yola çıktıkları anlaşılır.2 Bu olay üzerine şu âyet-i kerîme nâzil olur: “Ey iman edenler! Bilmeden birilerine zarar verip de sonra yaptığınıza pişman olmamanız için, yoldan çıkmışın biri size bir haber getirdiğinde doğruluğunu araştırın.”3 Görüldüğü gibi bu âyette “fâsığın birisi size bir haber getirirse” şeklinde bir uyarı vardır. Din dilinde fâsık, “dinin emirlerine uymayan, Allah’a itâatten çıkan kimse” demektir; yalan haber taşıyan kimse de bu kavrama dâhildir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ashâbı genel olarak doğru, dürüst, takvâ sahibi insanlar olarak kabul edilmişlerdir. Buna göre âyette geçen fâsık kelimesi, Velîd b. Ukbe’nin değil, ona yalan haberi taşıyan meçhul kişinin niteliğidir. Âyetten çıkan genel hüküm, durumu bilinmeyen veya yalancı, günahtan çekinmez olarak tanınan kimselerin verdikleri haberlere ve bilgilere güvenilmemesi, bunlara göre hüküm verilmemesi, harekete geçilmemesidir.4 Dolayısıyla bir Müslümanın haber konusunda takip etmesi gereken siyaset, haberi veren kişinin güvenilir olup olmadığını araştırmak ve muhâbirin verdiği haberi değişik kanallarla tetkik ettikten ve tam bir itmi’nân sağladıktan sonra doğru ya da yanlışlığına karar vermektir. Dil, düşünce ve bu düşünceyi beyan etme arasında yakın bir ilişki vardır. Çünkü düşünce, kullanılan dil üzerine kurulur. Onun için yazılan, çizilen ve konuşulan kelimeler kuyumcu hassâsiyetinde çok dikkatli seçilmelidir. Özellikle basın-yayın organlarında ve uluslararası ilişkilerde bazen dilde bir yanlış kullanım ya da sürç-i lisan tamiri mümkün olmayan sonuçlar doğurabilmektedir. Bu sebeple, mutlaka -ister yerel, ulusal veya uluslararası yayın yapsın- başta radyo, televizyon, sosyal basın olmak üzere dergi, gazete gibi yazılı veya görsel basın sahipleri kurumlarında bir din danışmanı istihdâm etmelidirler. ABD ve Avrupa ülkelerinde dinî konularda danışman kullanma revaçta iken, bizde ise herkes din bezirgânı kesilmekte, bu sebeple zaman zaman büyük yanlışlar yapılmaktadır. Meselâ bir televizyon muhâbiri, heyecanla, “Bu sene hac mevsimi yine kurban bayramına denk geldi!” diyebilmektedir. İşte bu tip yanlışların önüne geçmek için mutlaka haberler basılıp neşredilmeden önce bir din danışmanının gözetiminden geçirilmelidir. Anlamları Çarpıtılarak Sunulan Bazı Dinî Istılahlarımız Öte yandan, bilindiği gibi İslâmî literatürde, kavram karşılığı olarak ‘ıstılâh’ sözcüğü kullanılır. Arapça’da, lafzın ilk konulduğu yerden nakledilen şeyin ismiyle bir şeyin adlandırılmasında bir topluluğun söz birliği etmesi mânâsına gelen ıstılah, “düzelmek, doğru olmak” anlamındaki “salâh” kökünden türemiştir. Salâh kökünden gelen bütün kelimelerin ortak anlamı “barıştırmak”tır.5 Bu sebeple kavramları yerli yerince kullanmak toplum hayatında birleştirici ve barıştırıcı bir işlev görecektir. Son yıllarda dünyada ve özelde İslâm âleminde oryantalist bakış açısıyla İslâmî kavramların içeriği saptırılarak İslâm ve Müslümanlar hakkında algı operasyonlarına gidilmektedir. Bu da dil ve düşünce ekseninde yapılmaktadır. Algı oluşturma operasyonları, yapanların dâvâlarına hizmet edecek boyutta çifte kârlar sağlamaktadır. Edward Said’in tabiriyle emperyalizmin keşif kolu olan oryantalistler tarafından İslâmî kavramlar üzerinden üretilen bu algı biçimleri Müslümanlar arasına çatışma tohumları ekmekle kalmıyor, dış dünyada da İslâm ve Müslümanlar hakkında doğru olan algıyı terörize ediyor. Batılı yayın organlarında bir Kur’an terimi olan “irhâbiyye”nin servis edilme ve dolaşıma sokulma biçimi buna açık bir örnektir. ABD ve Batı ülkelerinde bulunan bazı strateji merkezleri “irhâbiyye” kavramına “terör” anlamı yükleyerek, referans olarak Kur’an-ı Kerim’i göstermektedirler. İslâmî düşüncede dindarlık, korku üzerine değil, sevgi üzerine kurulur. Her ne şekilde olursa olsun, Kur’an’da ve sünnette kullanılan “rehb” sözcüğü, hiçbir âyette terör veya terörist mânâsına kullanılmaz. Meselâ Enfâl Sûresi’nin 60. âyetinde şöyle geçmektedir: “Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Onlarla Allah’ın düşmanını ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanları caydırırsınız (türhibûne).” Görüldüğü gibi bu âyette geçen “türhibûne” fiili, caydırmak, sakındırmak mânâsına gelmektedir. Kaldı ki, aynı kökten gelen “râhib ve râhibe”, Hıristiyan din adamlarına denir. Kur’an onların dünyadan el-etek çekme anlamında Allah korkusuna dayalı bir dindarlık icat etmelerini kınar.6 Hz. Peygamber (s.a.v.) de, “İslâm’da ruhbanlık yoktur.”7 buyurmak suretiyle Müslümanları uyarır. Çünkü İslâm’da din-dünya ayrımı yoktur. Her ne şekilde olursa olsun, Kur’an’da ve sünnette kullanılan “rehb” sözcüğü, terör ve terörist anlamlarına gelmemektedir. Hatta Batı toplumlarında bazı gayr-i Müslim şahıslar terör çıkarmalarına rağmen bağlı olduğu dinleriyle irtibatlandırılarak aslâ terörist muâmelesi görmezler. Müslümanlar söz konusu olduğu zaman, “irhâbiyye” hemen Kur’an’la irtibatlandırılarak gündeme taşınır. Amaç, İslâm’ın ve Müslümanların imajını bozarak, İslâm’ın yayılışının önüne geçmektir. “İrhâbiyye” sözcüğü ile Kur’an arasında kurulan ilişkiden dolayı, Batı toplumlarında Kur’an’a karşı saygısız tutumlar ortaya çıkmaktadır. Onlara göre her ne kadar her Müslüman terörist değilse de her terörist Müslümandır. Dolayısıyla Müslümanlar, Batı basın yayın organlarının mânâsını çarpıtarak Müslümanlar aleyhine kullandıkları bu kelimeyi özellikle medyada kullanmamalıdırlar. “Fundamantalizm” Ruhları Karartan ve Korkutucu Bir Kelime Bir başka kelime de “fundamantalizm”dir. “Köktencilik” anlamına gelen fundamentalizm, ilk defa 17. yüzyılda ABD’de ortaya çıkan Hıristiyan Protestan hareketinin adıdır. Hareketin temel felsefesi, Hıristiyanlığın asırlardır ürettiği konsil kararlarını ve Kilise doğmalarını reddetmektir. Bu dinî akıma göre, vahyi, kilise değil, İncil temsil eder. Geleneği reddederek sadece İncil’in köklerine dönmeyi amaçlayan bu hareket, Batı’da çok masum iken İslâm dünyasında çok korkunç anlamlar yüklenerek tedâvüle sürülmüştür. Eğer fundamantalizmin İslâm Dünyası’nda bir karşılığı olacaksa, herhalde, başta Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yaşayan sünneti olmak üzere, üretilmiş 1400 yıllık ilmî ve irfânî birikimi reddeden ve sadece Kur’an’ın köklerine dönmeyi amaçladığı iddiasında olan akımlar olmalıdır. İşin esası hiç de böyle değildir. Geleneksel mânâda İslâm’ın kök değerlerine bağlı kalan ve bu yüzyılda da İslâm’ı bir yaşama sistemi olarak benimseyen, istîlâ edilmiş ülkelerini emperyalistlerden kurtarmak için mücâdele veren Müslümanlar “fundamentalist” olarak etiketlenerek karalanmak istenmektedir. Bir başka açıdan fundamentalizm, Batı’da Hıristiyanlık için ruhları aydınlatan câzip bir kelime olurken, İslâm dünyasında ise, ruhları karartan ve korkutucu bir kelimeye dönüşebilmektedir. Netice, biz Müslümanlar için başkalarının strateji merkezlerinde ürettiği haberleri ve çarpıtılarak sunulan din dilini kullanma konusunda farkındalık bilinci oluşturmak varoluşsal bir sorumluluğumuzdur. Fâsıkların rotatiflerinden yayılan yalan haberler konusunda Müslümanların basın-yayın organları uyanık olmalı ve araştırmacı bir habercilik ilkesi geliştirmelidirler. İslâm sevmezlerin ve art niyetli kötü kişilerin İslâm ve Müslümanlar aleyhine yalan haber ve çatışmacı din dili kullanmalarının asıl hedefi, düşünce ve davranış planında Müslüman toplumları kavram kargaşasına düşürmek suretiyle zihinlerde ve davranışlarda parçalanmayı hızlandırmaktır. Saf İslâm’ın değerler skalasına bağlı her Müslüman, haberlerin ve bu haberlerde yer alan din dilinin doğru bir şekilde kullanılması konusunda hassasiyet göstermekle birlikte bunun sûiistimal edilerek ve istismar aracı olarak kullanılması karşısında duyarlı olmalı ve sessiz kalmamalıdır. Bütün Müslümanların çetin bir sınavdan geçtiği günümüzde, her mü’min, haberlerin ağına takılarak din dili ve düşünce dünyasında hileli yönlendirmeler karşısında sorumluluk bilinciyle hareket etmelidir.
Ramazan ALTINTAŞ
YazarGazze’de olup bitenler Gazze ile İsrail’in bir savaşı değil. Eğer öyle olsaydı, İsrail çoktan havlu atmış olacaktı. Bugün dünya Gazze ile savaşıyor. Siyonist İsrail’in arkasında ABD, İngiltere, Fransa...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
İslâm’a göre insan hayatı kutsaldır ve bu hayatın korunması için emniyet, huzur, güven, özgürlük ve barış ortamının sağlanması gerekir. İslâm geleneğinde Hanefî-Mâtürîdî âlimler, kimin, insan ha...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Her bidâyetin bir nihâyeti vardır. Bizler fânî varlıklarız. Bâkî olan sadece Yüce Allah (c.c.)’tır.Esas olan O’nun istediği gibi bir hayatı yaşayabilmektir. İnsan hayatı, doğum ve ölüm arasında ...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Hicretin 6. yılı…Hz. Peygamber (s.a.v.) Müstalikoğullarının Medine’ye baskın düzenlemek için asker topladıkları haberini alır. Yapılan araştırma neticesinde olay doğrulanır. Bunun üzerine Rasûl-i Ekre...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ