GÜZEL KELAM ETMEK
- Hadis
"Kim Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsa ya hayır söylesin ya da sussun.” [1]
Somuncu Baba Diyor ki:
"Söz, konuşan kişinin sıfatıdır. Kıdem sıfatlarıyla (hayat bulan) hudûs sıfatlarının insandaki tecellîsinin bir sonucudur. Bu sebeple, (kudsî hadiste) Hz. Peygamber (s.a.v.)’in (aktardığı üzere Allahu Teâlâ),
“Kulum benimle (konuşma sıfatımla) konuşur.”[2] buyurmuştur. Yani, senin lisanınla Kadîm olan Melik konuşur."
Hadisin Yorumu
Dinimiz İslâm bizlere üç yolla gelmiştir: Kitaplar, yaşantılar, anlatımlar. Dolayısıyla başta Kur’an olmak üzere dinimizi ve görevlerimizi belirten bütün kitaplar ile mütedeyyin güzel insanların hâlleri ve ağızlarından dökülen tatlı ifadeler İslâm’ın bugüne kadar gelmesini sağlamıştır. Görüldüğü üzere üç husustan hiç birinde şiddet yoktur. Nitekim İslâm Tarihi’ne bakıldığı zaman Müslümanların yeryüzünün herhangi bir bölgesinde gayr-i Müslimleri zorla Müslüman yaptıklarına yönelik bir tek örnek bulunamaz. Lakin bunun tersi örnekler tarih kitaplarını doldurmaktadır. Nitekim Endülüs kaybedildikten sonra Müslümanlara üç seçenek sunulmuştur: Dinlerini değiştirmeleri, göç etmeleri, idam edilmeleri. Hicret edemeyip orada kalmak durumunda kalanlar dışarıdan Hristiyanlığı kabul etmiş gibi gösterip evlerinde Müslümanca yaşamaya devam etmişler, ancak önce çocuklarını sonra da torunlarını velhasıl gelecek kuşakları kaybetmişlerdir. Hepsi Hıristiyanlaşmıştır. Bu yüzden İspanya’da Müslümanlardan geriye görünür olarak sadece bazı mimarî yapılar kalmıştır. Âdetâ din kardeşlerimizin kökü kazınmıştır.
Rabb’imizin Üslûbu
Yüce Allah İslâm’ın insanlar tarafından kabullenilmesini onların tercihlerine bırakmıştır. İsteseydi kalpleri çeviren kendisi olduğu için öncelikle Arabistan coğrafyasında yaşayanları, daha sonra da bütün dünyayı Müslüman yapardı ve bugün herkesin Müslüman olduğu bir dünyada yaşardık. Kudreti açısından buna bir engel yoktur. Lakin bu yola girmeden, beşeriyeti makul delillerle iknâ etme yolunu benimsemiştir. Bu sebeple de varlığının delili olan âyetleri Peygamber’ine indirerek zâtını bütün insanlığa hatırlatmıştır. Âyetlerin bir kısmında ise kâinattaki güzelliklere işaret ederek, âlemlerin sahibi olduğunu buradan bile anlayabileceklerine değinmiştir. Dolayısıyla her türlü kudreti zâtında toplamış olan evrenin sahibi, insanların İslâm’a zorla değil, gönül rızâsıyla girmelerini istemektedir. Sınav dünyasında yaşıyor olmanın gereği de budur.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Yaptığı
Allah Rasûlü’nün bütün hayatı en ince ayrıntısına kadar bizlere aktarılmıştır. Yaşamını incelediğimizde iki şeyin çok öne çıktığını görürüz. Bıkmadan, usanmadan ve yorulmadan insanlara İslâm’ı anlatmaya gayret etmiştir. Hatta ağır hastalandığı ömrünün son dönemlerinde bile tebliğden geri durmamıştır. Bunun yanında Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bir şeyi daha öne çıkar. Allah Rasûlü etrafındaki insanlardan isteyip de kendisinin yapmadığı bir şey yoktur. Ne kendi dönemindekiler ne de sonrakiler aslâ şöyle bir iddia dile getirememişlerdir: “Hz. Muhammed (s.a.v.) milletten yapmasını istediği şeyi kendisi tatbik etmiyordu.” Böyle bir örnek bulmak mümkün değildir. Zaten bu olmuş olsaydı etrafında kimse kalmazdı. Tam tersine insanlar, kendilerinden istenilenin öncelikle Allah Rasûlü tarafından tatbik edildiğini görüyordu. Bir başka ifadeyle, önlerinde nasıl yapacaklarını veya nasıl kaçınacaklarını gösteren bir örnekleri bulunuyordu.
Allah Rasûlü’nün hayatının bu iki yönü her şeyin merkezinde insan olduğunu göstermektedir. Şâyet Allah Rasûlü, söz ve yaşantı itibarıyla getirdiği kitapla uyumlu bir yaşantı sergilememiş olsaydı, insanlar bu dini asla kabul etmezlerdi.
Allah Rasûlü’nün konuşma üslubuna özel olarak baktığımızda karşımıza çıkan tablo şudur: Biriyle kavga ettiği, ağız dalaşına girdiği, kötü söz söylediği, hakâret ettiği görülmemiştir. İnsanları İslâm’a davet ederken güzel ve tatlı bir üslup kullanmış, anlattıklarına inanmayanlara veya kaba bir şekilde itiraz edenlere hakâret etmemiştir. Baskı uygulamamıştır, “Kabul etmeye mecbursun.” dememiştir. Allah da ondan bu tavrı istemiştir:
“Eğer seninle tartışmaya girerlerse de ki: ‘Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah'a teslim ettim.’ Kitap verilenlerle verilmeyen ümmîlere de: ‘Siz de Allah'a teslim oldunuz mu?’ de. Eğer teslim oldularsa doğru yolu buldular demektir. Yok, eğer yüz çevirdilerse, sana düşen, yalnızca duyurmaktır. Allah kullarını çok iyi görmektedir.”[3] “Allah'a itâat edin, Peygamber’e itâat edin, karşı gelmekten çekinin. Eğer yüz çevirirseniz bilin ki, elçimize düşen sadece açıkça tebliğ etmektir.”[4] “Eğer yüz çevirirlerse, sana düşenin sadece açıkça tebliğ olduğunu bil.”[5]
Âyetlerde Hz. Peygamber (s.a.v.)’den yaptığı işi tebliğle sınırlandırmasının istenmesine, bunun ötesine geçerek kimseyi zorlamamasının talep edilmesine dikkat etmek gerekir. Bu sebeple o sadece bir şeyi yapmaya çalışmıştır: Tebliği olabildiğince güzel bir üslupla yerine getirmek ve anlattıklarını kendi hayatında uygulamak. Zaten yaşayışına baktığımızda da “Nasıl bu kadar tahammül etmiş.” dedirtecek seviyede mütevâzı bir yaklaşım ve güzel bir dille insanları hak dine davet ettiğini görüyoruz. Sonuç? Sonuç ortadadır. Aklın kabul etmekte çok zorlanacağı müthiş bir başarı ve yirmi üç yıl gibi kısa bir sürede hârika bir muzafferiyet. Allah Rasûlü’nün bu yönteminden alacağımız çok dersler vardır.
Kur’an ile Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Üslûbunun Bize Öğrettiği
Kitabımıza ve hadis eserlerine baktığımızda şunu çok net bir şekilde görürüz: Ne Rabb’imiz ne de Peygamberimiz insanlara İslâm’ı sunarken çirkin ifadeler kullanmamışlardır. Kur’an’da böyle bir âyet olmadığı gibi Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hadislerinde de böyle çirkin bir söz yoktur. Biz kendimize Allah’ın kitabı ile Rabb’imizin rehber olarak önümüze koyduğu Hz. Peygamber (s.a.v.)’e tâbi olacağımıza göre, üslûbumuz her ikisinin istediği çerçevede olmalıdır. Hatta tasavvuf büyüklerinin kitaplarına baktığımızda da bunu görürüz. Kullanılan dil tatlıdır ve insan kazanmaya yöneliktir. Bu bize gösteriyor ki gerek zamanımızda ve gerekse önceki dönemlerde bu üslûba uymadan İslâm adına gerçekleştirilen her davet veya ahlâkî öğüt çizgi dışıdır. Yazarı veya söyleyeni kim olursa olsun, Allah ve Rasûlü’nün üslubuna uymadığı için kabul edilemez. Müstehcen ve çirkin ifadelerle İslâm’ın mesajı veya ahlâkı anlatılmaz. Eğer bu gerekli bir üslup olsaydı, Câhiliye şiirlerinden anladığımız üzere, müstehcenliğin zirvede olduğu bir coğrafyada Allah ve Rasûlü de bu üslûbu benimserdi. Lâkin böyle bir durum yoktur. Bu sebeple de bu yola uymayan her türlü üslup reddedilir. Ayrıca insanları dine ve ahlâka davet eden bir insan, gayr-i ahlâkî veya kaba bir dil kullandığı takdirde onu dinleyenler nezdinde ağırlığını ve saygınlığını kaybeder, konuşmalarından kimse etkilenmez. Tam tersine alay konusu olur. Oysa hiç birimizin İslâm ile alay edilmesine malzeme sunma hakkımız yoktur. Dinimizin izzetiyle alay edilmesine aracılık edemeyiz.
Hata Düzeltirken de Nezih Üslup
Özellikle öğretmenler veya birilerine bir şeyler öğretme durumunda olanlar bazen herkesin yanında yanlışa müdâhale etmek durumunda kalırlar. Hatanın o anda düzeltilmesi gerekmektedir. Böylesi durumlarda tatlı bir üslûpla yapılan müdâhale kimsenin onurunu rencide etmez. Pek çoğumuz kusurlarımızı öğretmenlerimizin veya hocalarımızın uyarmasıyla düzeltmişizdir ve şimdi onlara duâcı olmaktayız.
Allah Rasûlü de bir insanın çokça işlenen bir hataya düştüğünü gördüğünde müdâhale ederdi. Etrafındakilerin de hakîkati öğrenmelerini ve bundan ders almalarını arzulardı. Çünkü o bir öğretmendi. Ancak bunu yaparken hatâyı işleyenin onuruyla oynamazdı. Onun bu tür müdâhalelerini daha ziyade ibâdetler hususunda görmekteyiz.
Bir defasında ashâbından kalabalık bir cemâatle birlikte mescitte oturmaktadır. Tanımadıkları bir adam mescide girer ve namaz kılar. Kıldıktan sonra sohbete katılmak için Allah Rasûlü’nün yanına gelir. Hz. Peygamber (s.a.v.) onu, “Şu namazını bir daha kılar mısın?” diye tembihler. Adam gider tekrar kılar. Allah Rasûlü ve etrafında bulunan herkes onun namaz kılışını seyrederler. Adam namazdan sonra tekrar gelir. Hz. Peygamber (s.a.v.), kıldığı namazı bir kez daha kılmasını söyler. Adam yine kılar. Bütün cemaat seyretmektedir. Namazını önceki iki kılışındaki gibi kılar. Kıldığı namazlardaki eksiklik ta’dîl-i erkâna uymamasıdır. Rükûa gitmesiyle kalkması bir anda olmakta, rükûdan doğrulmadan da hemen secdeye kapaklanmakta, secde aralarında da başını kaldırması ile ikinci secdeyi yapması neredeyse bir saniyede olmaktadır. Cemâat bütün bu olup biteni seyreder. Adam tekrardan Allah Rasûlü’nün yanına varınca kılabildiği en iyi namazın bu olduğunu, daha iyisini yapamadığını söyler. Nelerde eksiklik yaptığını hâlâ anlamamıştır. Kendince en güzel şekilde kılmıştır. Üç yanlış uygulamanın ardından Hz. Peygamber (s.a.v.) cemâatin önünde ona şu nasîhati yapar ve herkes bundan nasîbini alır:
“Namaz kıldığında her rükûunun hakkını ver. Rükûa gittiğinde âzâların sükûnete ersin, rükûdan kalktığında tam doğrul, secdeye gittiğinde de âzâların secdeyi hissetsin, iki secde arasında da oturuşu tam yap.”[6] Allah Rasûlü’nün uygulamalı olarak yaptırmış olduğu bu düzeltme, oradaki pek çok insanın doğru namaz kılmayı öğrenmesine, kezâ bu bilginin sonraki kuşaklara aktarılmasına vesile olmuştur. Kutlu elçinin burada tatlı bir üslûpla o mü’minin namaz kılış şeklini düzeltmesi bizim için örnek alınacak bir davranıştır.
Hayat Rehberimiz
Bizler hayatımızı nasıl devam ettireceğimizi kitabımızdan ve Rasûlümüzden öğreniriz. Ve bizim Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse, ya hayır söylesin veya sussun.”[7]
[1] Buhârî, rakam: 6476.
[2] Bkz. Şernubî,
Şerhu'l-Hikemi'l-Atâiyye, s. 74.
[3] 3/Âl-i İmrân, 20.
[4] 5/Mâide, 92.
[5] 16/Nahl, 82.
[6] Bkz. Buhârî, 715.
[7] Buhârî, 6018.