GÖNÜL SADEFİNDE İNCİ OLMAK
Bilseniz ey dostlarım ben kime mihmân idim Söylesem dil söylemez yazsam yazmaz kalemi Tasavvufî irfan geleneğimize göre âlemin özü olan insan, beden itibariyle küçüktür, ama mânâ olarak büyüktür. Hulûsi Efendi Hazretleri şöyle buyurur: Gerçi görünüşde cirmi sagîrsin Âlem-i ekbersin ekvân içinde “Küntü kenz” sırrının sen mahzenisin Hazînen gizlidir vîrân içinde[1] (Görünüşte küçük bir bedene sahipsin, ancak sen gerçekte yaratılmış âlemlerin en büyüğüsün. Allah’ın buyurduğu “Küntü kenz: Ben gizli bir hazine idim.” sırrının korunduğu mekânsın, senin hazînen vîrânelikte gizlidir.) Bazı mutasavvıflar insanı büyük bir şehre benzetirler. Bu şehrin ortasında ulu sultanın oturduğu büyük bir taht vardır. Ruh o şehrin mülkü, kalp hazînesidir, akıl ise mihengidir. İnsanın mânâ yönünü en güzel bir biçimde ifade eden, duygu dünyasının merkezi konumundaki gönüldür. İslâm tasavvufunda gönül çok önemli bir yere sahiptir. Allah aşkı ancak gönülde hissedilir. Hacı Bektaş-ı Velî, gönül kavramıyla ilgili olarak şunları kaleme almıştır: “Ve hem gönül pâdişâh-ı âlem Tanrı’sınun nazargâhıdur. Gönül ile Çalab arasında hicâb yokdur. Pes imdi mü’minler gönli Kâbe’ye benzer.”[2] Yûnus Emre’de şöyle der: Bir kez gönül yıkdunısa bu kılduğun namâz degül Yitmişki millet dahı elin yüzin yumaz degül.[3] Hulûsi Efendi (k.s.) de Yûnus gibi bir kimseyi incitmeyi Kâbe yıkmak ile beraber zikretmiştir. Bir başkasını incitmenin ancak nefsin isteği olduğunu belirtmiştir. Bir kimsenin mizâcının ister sâkin ister sinirli olsun, nefsin bu arzusundan uzak durması gerektiğini ifade etmiştir: Nefsine yan çıkıp da Ka’be’yi yıksan dahi İncitme gönül yıkma ger uslu ger deli ol[4] (Nefsine uyup da Kâbe’yi yıksan da, akıllı ya da deli olsan dahi, sakın gönül incitme, yıkma.) Bir Gönüle Girebilmek Tasavvufta insana verilen değer önemli bir yer tutmaktadır. Tasavvufun amacı insân-ı kâmil derecesine ulaşmaktır. İnsân-ı kâmil, sözü, işi, huyu, bilgisi iyi olan; onurlu bir hayat süren insandır. Tasavvufî anlayışta gönül, duyguların merkezi olması ve içinde Allah sevgisini barındırması açısından çok önemsenmiştir. Mü’minin gönlü nazargâh-ı ilâhîdir, beytullahtır, mir’âttır. Tasavvuf edebiyatında mü’minin gönlü kimi zaman Kâbe ile eş tutulmuş, kimi zaman ise Kâbe’den üstün olarak nitelendirilmiştir.[5] Kâbe’nin dış görünüşünü genelde biliriz, ama Kâbe’nin iç düzeniyle ilgili kısa bir bilgi arz edelim: “İçi dört köşe bir oda görünümünde olan Kâbe’nin Rüknü’l-Irâkî köşesinde dama çıkılan merdiven ve önünde “tevbe kapısı” denilen bir kapı yer alır. Taban mermer döşeli, duvarlar 2 m. yüksekliğe kadar mermer kaplamalıdır. Yapılan onarım ve yeniden inşalarla ilgili olarak batı duvarına beş, doğu ve kuzey duvarlarına birer kitâbe yerleştirilmiştir. Tabanın ortasında, Abdullah b. Zübeyr zamanından kalma güney-kuzey yönünde dizilmiş üç ağaç direk ve bunlardan kapının karşısındakinin önünde batı duvarına doğru Hz. Peygamber (s.a.v.)’in namaz kıldığı yer bulunmaktadır; burası seccâde şeklinde bir mermerle belirtilmiştir. Tavan ve duvarlar, yukarıdan mermer kaplamalara kadar inen çepeçevre kırmızı atlastan yapılmış bir perde ile örtülüdür. Tavan ile dam arasında 1,33 m. yüksekliğinde bir açıklık vardır.”[6] Kâbe’nin içine girmek, ziyâret etmek herkese nasip olmayabilir, ama bir ehlullahın gönlüne girebilmek, bir mü’min kardeşimizin gönlünde kendimize yer bulmak, oraya mihmân olmak için gayret göstermek gerekmektedir. Tasavvufî düşünceye göre insân-ı kâmilin, ehl-i dil olan kişinin gönlü Hakk’ın evi sayılır ve kutsal bir mekândır. Bu düşünce Mesnevî’de de önemli bir yer tutar ve Hz. Mevlâna taştan yapılmış mescidden daha çok insân-ı kâmilin gönlüne hürmet etmek gerektiğini ifade eder. Evliyâ ve enbiyânın gönülleri, Allah’ın tecellîgâhıdır. Böyleyken sûret-perest olan kimseler, taştan ve topraktan yapılan mescide saygı gösterirler, ehl-i dil olan evliyâullaha ise saygısızlık ederler. Taştan toraktan yapılmış mescit mecazdır, hürmet edilirse değerli olur. Oysa enbiyâ ve evliyânın gönülleri de hakîkî mescidlerdir. Onların bâtınlarındaki mescid bütün kâinatın secdegâhıdır. Hadîs-i kudsîde işaret olunan Allah’ın yere göğe sığmadığı halde sığdığı mekândır.[7] Hulûsi Efendi Hazretleri’nin bir ilâhisinin doğuş hikâyesi dikkat çekicidir. İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Efendi Hazretleri’nin döneminde Gürün’e bağlı bir köyde ihvanlarla bir sohbet meclisi kurulur. Sohbet uzun sürer o gece orada misafir kalınır. Eskiden imkânlar da bu kadar geniş olmadığı için ev sahibi tarafından birkaç yatak serilir. Öncelikle yaşlı ve ileri gelen ihvanlar o yataklara yatarlar. Hulûsi Efendi Hazretleri tevâzu gösterir bir kurt postunun üstünde geceyi geçireceğini belirtir. O gönül sultanının tevâzuu kendini öyle yüceltir ki, o gece rüyasında kutlu bir yerde mürşidinin gönül köşkünde misafir olduğunu görür. Çeşitli mânevî ikramlara mazhar olur. Sabah kalktığındaki halini anlatan ilahinin iki beyti şu şekildedir: Kurt postunun üstünde yatuban geceledim Kanat açdı üstüme yâr eyledi keremi (Kurt postunun üstünde yatıp geceledim. Sevgili üstüme kanadını gererek kerem eyledi.) Bilseniz ey dostlarım ben kime mihmân idim Söylesem dil söylemez yazsam yazmaz kalemi[8] (Ey dostlar! Ben kime misafir oldum bir bilseniz. Söylemeye kalksam gönül susar, yazmaya çalışsam kalem yazmaz.) Hulûsi Efendi Hazretleri’ni o gece mürşidi gönlünde misafir etmiş, gönlüne alarak daha çok ikramda bulunmuştur. Âdeta “Her yerde olmak gibi bir duân varsa, gönüllere gir. Çünkü sevenler, sevdiklerini gönüllerinde taşırlar.” sırrı zuhûr etmiştir. Velîlerin Gönülleri Sadeftir Hz. Mevlâna gönül ehlini şöyle tarif eder: “Gönüllerini Allah'ı anarak, iyi işler yaparak cilâlamış, parlatmış olanlar renkten ve kokudan kurtulmuşlardır. Onlar, her an, işlerinde bir hoşluk, bir güzellik hissederler. Onlar bilginin şeklini, dış yüzünü, kabuğunu bırakmışlar da mânâsını ve özünü almışlar ve ayne'l-yakîn bayrağını yüceltmişlerdir. Düşüncelerden, duyguların yükü altından kurtulmuşlar da aydınlığa kavuşmuşlardır. Benliklerini Hak uğruna kurban etmişler, irfan denizi kesilmişlerdir. Herkesin korktuğu, ürktüğü, kaçtığı ölüme karşı, Hak âşıkları, acı acı gülümser. Kimsecikler onların gönüllerine bir zarar veremez, zira gönül sadefi, içindeki inciyi korur.” Hz. Mevlânâ Hakk’ın velîlerine çok büyük değer verir. Ona göre velîlerin gönülleri Hakk’ın kudret eliyle cilâlanmış aynalardır. Çünkü onlar kendilerini tamamen Hakk’a teslim etmişler, kendi benliklerini yakıp yok etmişlerdir. Yani Hak’la kendileri arasına girebilecek nefsânî perdeleri çekip kaldırmışlardır. Kendilerinde kendiliklerinden herhangi bir tasarruf yoktur. Velîler Hakk’ın kudret eliyle cilâlanmış aynalar olduğu için iyi olsun kötü olsun herkes onlara baktığında kendini görür. Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled de bu konuda şunları söyler; “Evliyânın bir takım makamları vardır. İlk makâm, mücâhede ve riyâzette bulundukları zaman bir ayna gibi parlak olur ve insanların kalpleri ve halleri bu aynada görünür; fakat bunları halk görmez, ancak bu makama erişenler görebilir ve bilebilir.”[9] Gönüller sultanı Hulûsi Efendi Hazretleri de gönül aynasını şöyle dillendirir: Cemâl-i dilberin âyîne-i zîbâsıdır gönlüm Zülâl-i Kevser’in bir ka‘rı yok deryâsıdır gönlüm[10] (Benim gönlüm, sevgilinin cemâlinin en güzel aynasıdır. Benim gönlüm, içimi hoş Kevser Suyu’nun dipsiz denizidir.) Tasavvuf erbâbına göre, mânevî tecrübeler için önce istîdat, sonra sohbet gerekmektedir. Gerekli istîdâda sahip olmayanlar sohbet ve yoldaşlığın meşakkatine katlanamazlar. Bu gerçeği İsmail Hakkı Bursevî şu şekilde dile getirmektedir: Dürc-i dilde dileyen gevher-i pâk Olur elbet sadef gibi hâmûş Kim bilir hikmet-i meskûd nedir Ya meğer ola dehânı çün gûş “Gönül kutusunda temiz cevher olmayı dileyen, inci/sadef gibi susmalı, hâmûş olmalı. Sükût etmenin hikmetinin ne olduğunu kim bilir? Ya da ağzı kulağa hayat vere, yani sözü işitilmeye lâyık ola.”[11] Bir Gönülde Kendine Yer Bulmak İnsân-ı kâmilin sohbetine iştirâk etmek, birçok hayrı içinde barındırır. Mânevî sırlar o sohbettedir. Büyüklerle beraber olanlar bereketlere kavuşurlar. Gönülleri gül bahçesine döner. Hayatın tadı bir gönül kazanmaktadır. Hatta bir gönülde kendine yer bulmaktadır. İnsanın nefis terbiyesi de zaten gönül sultanlarının gözetiminde ve rehberliğinde gerçekleşir. Gönül sahibi Allah dostları kendilerine, kapılarına gelenleri eli boş çevirmezler. Onları güzel bir şekilde karşılayarak, özellikle kırık kalpleri neşeye kavuştururlar. Mahzun ve garipleri sevindirirler. Hak yolunda ümit ve azimlerini artırıp, sonsuz ihsan ve keremleriyle mânevî hayata hazırlarlar. Hidâyet verici Rabb’imizin izniyle gönülleri Hakk’a ulaştırma vazifelerini yaparlar. Böylece gönüllere irfan güneşi doğar, nefsin zulmetini boğar.[12] Gönül ocağında pişen gönüller dostlarını gönül meclisine davet ederler: Ufkumuzdan güneş doğdu Nefsin karanlığın boğdu Hidâyet Hâdî’den oldu Gelin dostlar bize gelin[13] Hulûsi Efendi Hazretleri o gece zâhirde bir kurt postunun üstünde bulunmuş, ama bir gönül köşkünde misafir edilmiştir. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri de Marifetnâme adlı eserinde şöyle der: “Gönül köşkünün yüceliği, cennet-i âlâdan daha yüksektir. Orada, o gönül sultanı lütfuyla tecellî eyler. Gönül cennetlerinin yeşillikleri kendi nûruyla nurlanmıştır. Yüzünün güzelliğinden süslenmiştir, gönül nigâristanıdır. Çünkü gönül tahtında hakîkat sult3anı hükmeder. Gönül fermânı bütün canları sevgi ve ibâdetle tutar. Cisim, nakış dolu bir perdedir gönül dergâhına. Cân nedir? Gönül cânının dergâhına bir perdedir. Aşk, gönülde her dem başka rengiyle ortaya çıkar. Elbette gönlün renkleri her demde başka renk olur. Bütün âlem, gönül okyanusunda akan bir dalgadır. Dalgadan geç. Engin gönül denizinde gömül. Çünkü gönül sarayında Hakk’ın aşk sofrası yayılmıştır. Gönül ehli zaman zaman âlemde gönül misafiri olmuştur. Âlemde böyle bir yüksek makam var iken Hakk’ı gönlün iyiliği ve güzelliği cân kıblesi olmalıdır.” Cânsız bir beden topraktan başka bir şey değildir. Cân olmasa beden bir işe yaramaz. Mevlâna’ya göre bedenin kıymeti cân iledir. Cânın makbul olması ise gönül sâyesindedir. Gönüller farklı farklıdır; iyisi de vardır, kötüsü de vardır. Binâenaleyh her gönül de makbul değildir. Nitekim ışık vermeyen kandil, sözde kandildir, ama ışık vermez ve maksadı hâsıl edemez. Onun kandilliğinden beklenilen, etrafına ışık vermesidir. Tıpkı bunun gibi nûru olmayan, etrafına hakîkat nurlarını saçmayan gönül, gönül değildir. Bencillik kıskacından kurtulup hürriyetini elde edemeyen gönül, nefsin esiridir. Nefsin esiri olan gönül başkasına fayda veremez. Çok ilim tahsil etmesi, ciltler dolusu kitap okuyup yazması bir şey değiştirmez, çünkü gönlü haraptır. Konuştuğu Rahmân’dan olmaz şeytandan olur. Gönül Erleri Allah dostu olan gönül erlerinin yüzü görülünce Allah hatırlanır, çünkü Rahmân’ın vahdet aynası gibidir. Sözleri feyz incileridir: Yüzünden sun‘-ı kudret nûr-ı vahdet âşikâr olmuş Sözünden dürr-i hikmet feyz-i rahmet hoş nisâr olmuş[14] (Ey sevgili! Yüzünde Allah’ın kudret sanatı ve vahdet nûru kendini göstermiş; sözünden hikmet incileri ve rahmet feyzi saçılmış.) Hz. Mevlâna’ya göre gönül sâhibi, yâni insân-ı kâmil diğer insanlardan çok farklıdır, mânen çok mükemmeldir. Onu sâir insanlardan ayıran en belirgin vasfı tek boyutlu olmamasıdır. Diğer insanlar olayların mânevî yönünden haberdar olmadıkları için maddî ve mânevî ikili bakış açısından sadece maddî olanına sahiptirler. Dolaysıyla eşya ve olayları sadece akıl ve duyu organlarının yardımıyla algılayıp değerlendirirler. İnsân-ı kâmil ise her iki bakış açısına da sahiptir. Çünkü o, insân-ı kâmil olması hasebiyle Hakk’ın yeryüzündeki halîfesidir. Hadîs-i şerifte de ifade olunduğu gibi mânevî terakkîsinin sonunda “Hakk’ın gözü ve kulağı” olur. Bu sebeple insân-ı kâmilin meselelere bakışı ve yorumlayışı diğer insanların kavrayış ve idrâkinden fevkalâde üstündür. Mutasavvıflara göre bâtınî bir tasarrufa sâhip olup kalplere hükmetmek herkesin işi değildir. Tasavvuf ehline göre bir şeyhin irşat görevi yapabilmesi için Hz. Peygamber (s.a.v.)’e kadar uzanan kesintisiz bir irşat silsilesi içerisinde yer alması şarttır. İrşada salahiyetli olabilmenin maddî ve mânevî olmak üzere iki boyutu vardır. Maddî boyutu, kâmil bir mürşidin gözetiminde elde edilen tasavvuf eğitimidir. Bu eğitimden geçmeden de kişi mânevî makam kazanabilir, ama insan yetiştiremez, insan eğitiminin metodunu öğrenmeden bu işin altından kalkamaz. Mânevî boyutu ise bu eğitim sonucunda mürşidin, mürîdi irşada ehil olup icâzet vermesidir. Bu icâzeti almayanlar her ne kadar kâmil birer mü’min olsalar da irşat yapamazlar, yapmaya kalkışsalar başarılı olamazlar. Zararları olur, faydaları olmaz. Sultan Veled de Hakk’ın velîsini bir rahmet madeni ocağına benzetir: “Herkes, onun görünen varlığından zevk bulur, rahata kavuşur. Onun nûrundan cânlanır. O nur ise hiç eksilmez.”[15] [1] Ateş, Es-Seyyid Osman Hulûsi, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz. Prof. Dr. Mehmet Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz) s.281, Nasihat Yay., İstanbul, 2013. [2] Ali Yılmaz, Mehmet Akkuş, Ali Öztürk, Makâlât-ı Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli, s. 115, TDV Yayınları Ankara 2007. [3] Mustafa Tatcı, Yunus Emre Divanı I/ İnceleme, s. 166, Ankara 1990. [4] Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, s. 179. [5] Şerife Nihal Zeybek, “Tasavvufî Halk Edebiyatı Üzerinden İnsan Onuru Kavramını Okumak”, Hz. Peygamber Ve İnsan Onuru Sempozyumu, s. 443, DİB Yayınları, Ankara, 2004. [6] Sadettin Ünal, “Kâbe Maddesi”, TDV İA, C: 21, s. 15, Ankara, 2001. [7] Elif Yalçın, “Mesnevî’ye Göre İnsân-I Kâmilin Kalbî Vasıfları”, Bitlis İslâmiyât Dergisi, Cilt: 1, Sayı:1, Haziran 2019, ss. 1-23, s. 9. [8] Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, s. 298. [9] Sultan Veled, Maârif, çev. Meliha Ü. Anbarcıoğlu, Tercüman 1001Temel Eser, İstanbul 1984, s.160 [10] Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, s. 197. [11] Bk. İsmail Hakkı Bursevî, Mesnevî Şerhi Rûhu’l-Mesnevî, haz. İsmail Güleç, İnsan Yayınları, İstanbul 2004, s. 445. [12] İbn Acîbe el-Haseni, Bahr’ül-Ulûm, (Terc. Dilaver Selvi), C.3, s.143-147, Semerkand Yayınları, İstanbul, 2015. [13] Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, s. 162. [14] Ateş, a.g.e., s. 390. [15] https://semazen.net/mevlananin-mesnevisinde-kalp-gonul-kerim-kara/ Erişim Tarihi: 24.02.2020
Musa TEKTAŞ
YazarTasavvufun temelini oluşturan kavramlardan ve en güzel vasıflardan biri olan sıdk; “hakîkati ifade etmek, gerçeğe uygun olan söz söylemek, doğruluk, dürüstlük, güvenilirlik” anlamlarını ifade etmekted...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Tasavvuf ehli zikri; ruhlar yaratılırken “elest bezmi”nde Allah’a söz verenlerin bu dünyada hatırlanması olarak tarif ederler. Çünkü Cenâb-ı Allah, âyetlerde insanı hatırlamaya davet etmektedir. İnsan...
Yazar: Musa TEKTAŞ
İnsanın iki önemli tarafı vardır: Biri nefs ve bir diğer yanı ise rûhtur. Nefs, rûhun emrine girerse, insan baştan ayağa rûh kesilir ve erdemin, olgunluğun, iyilik ve güzelliğin mekânı olur. Hulûsi Ef...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Ziyâretçilerin Kaleminden Hulûsi Efendi (k.s.)’nin Gönülleri Eğiten Tasavvufî AhlâkıTasavvuf; Kur’an’ı Kerim’i Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gibi yaşamaya çalışma gayretinin adıdır. Kettânî tasavvufun,...
Yazar: Musa TEKTAŞ