Gönül Ehli Taassuptan Uzaktır
Tasavvuf ve taassup… Taban tabana zıt olan bu iki kavram zaman içerisinde çeşitli sebeplerle birlikte anılmaya başlanmış, daha doğru bir ifadeyle tasavvuf ehli mensup oldukları yollarını diğer anlayışlara üstün gördükleri ve bir cemaate mensup olma taassubuna sahip oldukları yönünde bir ithama maruz kalmışlardır.[1] Bu itham, son dönemde tasavvufî sistemi tam olarak bilmeyen ve bir şekilde bu sistemin içerisinde yer alan, yolun başındaki bazı cahillerce/müptedilerce ortaya konulan bazı fevrî ve ferdî davranışlardan esinlenerek dile getirilmiş bir iddia olabilir. Hâlbuki tasavvufî sistem, taassup başta olmak üzere nefsin ve şeytanın kişiyi ağına düşürmeye çalıştığı her türlü tuzağın kötü sonuçlarından kişiyi kurtarmak için sınırları Kur’ân-ı Kerim, sünnet-i seniyye ve çeşitli eğitim-öğretim metotları çerçevesinde şekillendirilen bir sistemdir. Bir başka ifadeyle tasavvuf, kişiyi vahiy ve nebevî mesajlar çerçevesinde yaratılış gayesi olan Allah Teâlâ’ya ihlâs ve ihsan mertebelerinde kulluk yapabilmesi için tesis edilmiş bir sistemdir. Bu sistemde kişinin benliğini, cemaatini, kabullerini, görüş ve düşüncelerini, gidişatını, fiillerini ve çevresini hak ve hakikatin önüne geçirmesi şeklinde formülize edilebilecek ‘taassup’[2] saplantısına asla yer yoktur.[3] Tasavvuf, kişiden bu ve benzeri kötü duyguları uzaklaştırmak için oluşturulan sistemin adıdır.[4] Bireysel olarak yapılan bazı aşırı hareketler ve dile getirilen bazı sözler dışarda tutulursa sûfîleri taassup sahibi olarak itham etmek tarihî seyre ve vakıaya aykırı bir iddia olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü tarih boyunca bir Mevlevî-Kâdirî, Halvetî-Celvetî veya Nakşî-Şâzelî çekişmesi, tarafların birbirlerini suçlamaları, yollarını diğerlerinden üstün görmeleri, diğer sistemleri beğenmemeleri, birbirlerini küfürle itham etmeleri veya tarafların savaşmaları gibi bir durum vuku bulmamıştır. Tam aksine hangi yoldan olursa olsun sûfîlerin kendilerini seven-sevmeyen, yollarından gelen-gelmeyen hatta Müslüman olmayan kimselere dahi hoşgörü ile baktıkları bilinmektedir.[5] İslâm’ın nefsi terbiye etme, ruhu geliştirme ve manevî yönünü temsil etmesi hasebiyle bâtınî tarafını temsil eden tasavvuf anlayışı ile dinin kurallarını, ibadetlerin şart ve rükünlerini, muamelat ve ahlakî konulardaki sınırlarını belirlemesi yönüyle zahirî tarafını temsil eden fıkıh ilmi de bu ve benzeri birçok ithama maruz kalmıştır. Fıkha dair bu ithamlar da tasavvufa yönelik iddialarda olduğu gibi haksız, mesnetsiz ve önyargılı iddialardır. Çünkü tarihî sürece bakıldığında fıkhî meseleler dolayısıyla, birkaç yerel hadisenin dışında, ümmeti parçalayacak çapta veya fıkhın sonradan uydurulmuş, insan mahsulü bir sistem olduğu şeklinde dile getirilen iddialara kaynaklık edecek bir vakıa ile karşılaşılmamıştır. Tam aksine fıkhî mezhepler, ümmetin dertlerini çözmeyi dert edinmiş, sınırlarını Kur’ân-ı Kerim ve sünnet-i seniyyeden alan bir disiplindir. Fakat tasavvuf ve fıkha dair derinlikli bilgisi olmayan veya art niyetleri sebebiyle bu sistemleri yanlış yapmakla suçlayan insanlar, maalesef, tarih boyunca da günümüzde de eksik olmamıştır. Bu konuda iddia sahipleri iddialarını ispat etmekle yükümlüdürler. Yani delillerle, her iki disipline dair dile getirilen iddialar ispatlanmalıdır. Biz, bu çalışmamızda meselenin bir tarafını teşkil eden sûfîlerin taassup sahibi kimseler olduğu yönündeki iddialara bizzat sûfîler tarafından dile getirilen sözler ve onların bazı uygulamalarıyla cevap vermek istiyoruz. Gönül Ehlinin Taassuptan Uzak Yaşamları Bağlamında Örnekler ve Bu Sürecin Bazı Kahramanları Sûfîler; tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve diğer İslamî disiplinleri olumsuz ithamlara maruz bırakmak yerine bu disiplinlerden en üst seviyede istifade edip hiç vakit kaybetmeden kendi iç dünyalarına yönelip nefislerini ıslah edebilmenin endişesi içerisinde olmuşlardır. Bu nedenle, ilmî bazı eleştiriler dışında,[6] sûfîlerin İslâmî ilimlere ve bu ilimlerin temsilcilerine eleştirileri olmamıştır. Sûfîler, genel olarak başka disiplinlere dair eleştiriyle değil de kendi aralarında taassuba dayandığı iddia edilen davranışları nedeniyle kınanmışlardır. Biz burada meselenin aslının böyle olmadığını örneklerle gözler önüne sermek istiyoruz. İlk örnek olarak, tasavvuf tarihi içerisinde özel bir konuma sahip olan Sivasîler ailesinin temsilcisi Şems-i Sivasî (k.s.) ve onun gönlünü herkese açmayı başarmış taassuptan bir iz taşımayan davranışlarından birini dile getirmek istiyoruz. Şems-i Sivasî (k.s.), seksen yaşının üzerindeyken, Eğri Kalesi’ne düzenlenen sefere katılmak üzere Sivas’tan İstanbul’a hareket eder. Şems-i Sivasî (k.s.), Halvetiyye yolunun Şemsiyye kolunun piridir ve onu İstanbul’da karşılama görevi, halvet sisteminin tam tersi bir şekilde halk arasına karışarak sevenlerini terbiye eden ve bu nedenle Celvetiyye yolu olarak isimlendirilen yolun önemli temsilcisi Aziz Mahmud Hüdayî (k.s.)’ye verilir. Hüdayî (k.s.), Sivasî (k.s.)’yi elini öperek karşılar, onu misafir eder, yaklaşık on beş gün ikili, ilim adamları ve devlet erkânı arasında sohbetler olur ve taraflar birbirlerine olan hürmetleri ve dualarıyla herkesin takdirini toplarlar. Bu süreçte, Şems-i Sivasî (k.s.), Aziz Mahmud Hüdayî (k.s.)’ye “Evladım! Siz bir tanesiniz ve ileride inşallah daha da fazlalaşırsınız.” duasıyla onu taltif eder. Bu tablo, bir taassubun değil ancak aynı hedefe kilitlenmiş kimselerin muhabbetlerin bir simgesi olarak kabul edilebilir.[7] Bu duruma bir örnek de Şems-i Sivasî (k.s.)’ye talebe olarak gönderilen ve halk arasında ‘Mum Baba’ olarak tanınan Abdülkerim Efendi (k.s.)’nin durumudur. Sûfîler, taassup sahibi olsaydı farklı bir tarikata mensup olan birisine kendi talebesini yetişmesi için gönderirler miydi? Bu örnek, sûfîlerin taassup sahibi kimseler değil, kişilerin durumu ve kabiliyetleri yönüyle kime veya hangi yola uygunsa o yola sevenlerini yönlendirmeleri şeklindeki ilmî ve insanî taraflarını gösteren bir başka örnektir. Sivasîlere dair son örneğimiz bir Kâdirî dervişi olan, halk arasında ‘Mûr Ali Baba’ şeklinde tanınan ‘Mehmet Efendi’ ile Sivasîler arasında yaşanan bir olaydır. Mehmet Efendi, Kerkük’te dünyaya gelmiş ve Kâdirî dergâhında terbiye görmüş birisidir. Üstadı onu, Sivas’a irşat için göndermiş ve ona nerede kalacağı yönünde herhangi bir bilgi vermemiştir. Mehmet Efendi, Sivas’a gelince ilk olarak Halvetiyye’nin Şemsiyye yolunun merkezi olan Sivas’taki dergâhta kalmıştır. Hiç kimse, Mehmet Efendi’yi farklı bir yola mensup olması yönüyle kınanamamış, kendisi burada erbain, çile, zikir ve ilim meclislerine iştirak ederek bir müddet misafir olmuştur. Bu örnek de sûfîlerin taassup sahibi oldukları yönündeki iddiayı çürüten önemli bir örnektir.[8] Sûfîlerin taassup sahibi oldukları iddiasını çürüten en belirgin örneklerden birisi Eşrefoğlu Rumî (k.s.)’dir. Eşrefoğlu Rûmî (k.s.) önceleri Bursa’daki Emir Sultan (k.s.)’a intisap etmek istemiş fakat Emir Sultan (k.s.), onu Ankara’da irşat faaliyetlerini sürdüren Bayramiyye yolunun piri Hacı Bayram-ı Velî (k.s.)’ye yönlendirmiştir. Burada Hacı Bayram Camii imamı olarak görev yapıp, Bayramî usulüne göre terbiye gören Eşrefoğlu Rûmî (k.s.), aynı zamanda Hacı Bayram Velî (k.s.)’nin damadı olmuştur. İçerisindeki aşk ateşini burada da söndüremeyen Eşrefoğlu Rûmî (k.s.), üstadı ve kayınpederi Hacı Bayram-ı Velî (k.s.)’nin yönlendirmesiyle bu kez Hama’daki Kâdirî şeyhi Hüseyin Hamevî (k.s.)’ye gitmiş ve neticede onun halifesi olarak memleketine dönmüş ve İznik’te vefatına kadar irşat faaliyetlerini sürdürmüştür.[9] Bu tablo, yani Eşrefoğlu (k.s.)’nun, Kübreviyye Tarikatı’nın temsilcisi Emir Buharî (k.s.) tarafından Bayramiyye piri Hacı Bayram-ı Velî (k.s.)’ye yönlendirilmesi; damadı ve halifesi olmasına rağmen Eşrefoğlu (k.s.)’nun Hacı Bayram-ı Velî (k.s.)’nin bir Kâdirî şeyhi olan Hüseyin Hamevî (k.s.)’ye gönderilmesi sûfîlerin taassuptan eser bulunmayan kişiliklerinin en güzel örneklerinden birisi olarak tarihteki yerini almıştır. Sûfîlerin, ön yargılarını/taassuplarını bir kenara bırakıp kendilerini Mevlâ’ya ulaştıracak doğru kişi ve yolları arama gayretlerine verilecek en güzel örneklerden birisi de Nakşî-Hâlidî geleneğin önemli temsilcilerinden olan Hamza Nigarî (k.s.) ve yaşadığı bazı olaylardır. Nigarî (k.s.), Nakşî-Hâlidî yoluna mensup bir derviş olmasına rağmen üstadı İsmail-i Şirvanî (k.s.)’nin izniyle Mevlevî yolunun piri Hz. Mevlâna (k.s.)’nın dergâhına erbain çıkarmak için Konya’ya gitmiştir. Buradaki erbain ile belli bir mertebeye ulaşan Nigarî (k.s.)’nin taassuptan uzak tavrını, vahdet-i vücûd düşüncesinin en büyük temsilcisi olan İbnü’l-Arabî (k.s.)’ye dair övgü dolu sözlerinde de görmek mümkündür. Nakşî-Hâlidî şeyhlerinden olan Nigarî (k.s.), onun çizgisinde görüşler dile getirmiş ve bu tavrıyla yani Ekberiyye yolunun piri olan İbnü’l-Arabî (k.s.)’ye dair düşünceleriyle sûfîlerin taassuptan uzak tavırlarını net bir şekilde ortaya koymuştur.[10] Son dönemde sûfîlerin taassup duygusundan mümkün olduğu kadar uzak durduklarını gözler önüne seren bir diğer isim Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretleridir. Nakşî-Hâlidî geleneğin, dönemindeki en büyük temsilcilerinden birisi olan Sami Efendi, İstanbul’a kendisine intisap için gelen bazı Sivaslıları Sivas’ta Nakşî-Hâlidî geleneğin önemli temsilcilerinden olan İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak (k.s.)’a yönlendirmiştir. Bu vicdanî tavrıyla Sami Efendi’nin, muhataplarının durumunu gözeterek olmaları gereken adrese onları yönlendirdiğini görmekteyiz. Sami Efendi’nin bu olgun tavrı, sûfîlerin taassupla hareket edip, kendilerinden başka doğru kabul etmedikleri veya başka yollara önyargılı oldukları yönündeki iddiayı çürüten bir örnektir. Sami Efendi’nin irşat için kendisine gelen bu gurubu yönlendirdiği İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak (k.s.)’ta da herhangi bir taassuba rastlanmadığını gösteren olaylar da sûfîlerin taassuptan uzak, gerçeğin peşinde ömür tükettiklerini gösteren örnekler vardır. İsmail Efendi, hakikate ulaşabilmek için önce Kâdirî şeyhi Mûr Ali Baba ailesinden istifade etmiş,[11] ardından bir Rifaî şeyhi olan Abdullah Haşim el-Mekkî (k.s.)’ye hizmet etmiş, onun yönlendirmesiyle Nakşî-Hâlidî şeyhi Tokatlı Mustafa Hâkî (k.s.)’ye varmış ve onun rehberliğinde nefs mertebelerini kat etmiştir. İsmail Efendi’nin bu tavrı da sûfîlerin taassubu kabul etmeyen tavırlarının bir göstergesidir.[12] Elbette bu durumla ilgili sûfîlere dair örnekleri burada zikredilen örneklerle sınırlamak mümkün değildir. Hallac-ı Mansur (k.s.), İbnü’l-Arabî (k.s.) ve Niyâzî-i Mısrî (k.s.) ile ilgili eser yazan, bu isimlerin yollarına mensup olmayan sûfîlerin epey bir yekûn oluşturması dahi sûfîlerin taassuptan uzak tavırlarını göstermeye yeterli bir örnektir.[13] Neticede, taassup duygusu başta olmak üzere nefsin bütün kötü yönlerini törpülemek üzere yola çıkmış olan sûfîler, maalesef, zaman zaman taassup sahibi olmakla itham edilmişlerdir. Nakledilen örnekler göstermektedir ki sûfîler, belki de en temel hedef olarak, itham edildikleri bu kötü huy ile yani taassupla mücadele etmek için çaba ve gayret göstermişlerdir. Fakat fevri ve ferdî bazı davranışlar karşısında işin hakikatini bilmeyen veya bildiği halde hakikati çarptırmaya çalışan kesimler tarafından taassup sahibi olmakla itham edilmişlerdir. Hakikat peşinde, nefsi dizginlemek, hayatı vahiy ve nebevî mesajlar çerçevesinde anlamlandırmak isteyen sûfîleri taassup sahibi olmakla itham etmek, tasavvufî sisteme ve bu sistemle Mevla’ya ulaşmaya yol araya sûfîlere karşı ön yargının, cehaletin veya art niyetliliğin bir vesikası gibi görünmektedir. Yapılması gereken iş ise taassuba dayanan ve son derece ayrıştırıcı bu ithamdan bir an önce vazgeçmek ve hakikat peşinde mesafe kat edebilmek için kulluk yolunda çaba ve gayrete devam etmek olmalıdır.
Fatih ÇINAR
YazarKur’ân-ı Kerim’de insanların en fazla kullandığı evcil hayvanlar olan deve-sığır ve davar cinsi için ‘enâm’ kelimesi 26 yerde geçmiştir. Bunun yanında koyun ve keçi farklı kelimelerle ayrıca zikredilm...
Yazar: Ali AKPINAR
Babadan, dededen aldığın hızla, Tebriz’e, Şirvan’a, Hazar’a dayan, Osmanlı olana, bu uyku fazla, Kaybetmeye mahkûm, yerinde sayan, Uyan ey Üçüncü Murad Han uyan! Tiflis müdafâsı, Çıldır seferi,...
Şair: Halil GÖKKAYA
Şemseddîn-i Sivâsî’nin Darende’de Açan Gülü:Somuncu Baba Ahfâdından Muhyiddîn-i Darendevîİslâm tarihindeki üç meşhur Şems’ten biri olarak kabul edilen Şemseddîn-i Sivâsî (öl. 1006/1597), Halvetiyye Ta...
Yazar: Fatih ÇINAR
Tam adı Ebu’l-Baha Ziyaüddin Halid b. Ahmed eş-Şehrezurî olmakla birlikte Bağdat’ta medfun olduğu için Halid el-Bağdâdî diye meşhurdur. Halid el-Bağdadî (k.s.), 1193/1779’da Irak’ın kuzeyindeki Süleym...
Yazar: Halil İbrahim ŞİMŞEK